|
|
GİRİŞ
1915-1916 yıllarında yani 1. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı
İmparatorluğu’nda vuku bulan Ermeni olayları konusunda çok yazıldı. Bu
konuda yazılanların 26 binden fazla olduğu hesaplanıyor. Büyük çoğunluğu
Ermeni olan yazarların daha ziyade tarihçi oldukları ve Ermeni olaylarını
soykırım olarak niteledikleri görülüyor. Türk yazarların hemen tümü de
konuya tarih açısından yaklaşmış ve tehcirin soykırım olmadığını
savunmuşlar.
Konunun duygu yüklü oluşu, yayımlara taraf-sız bir tarih görüşünün hakim
olmasını güçleştirmekle birlikte, dikkatli bir okuyucunun olayların tarihi
hakkında yeterli bilgi edinmesi için ortada yeterli yayım bulunduğuna kuşku
yok. Türkiye’deki ve Ermenistan’daki arşivlerin açık olmadığı ya da bunlara
erişimin tam olmadığı yolundaki iddialara rağmen, olayların niteliğini
değerlendirmek için yeterli arşiv çalışmasının yapılmış ve yayımlanmış
olduğu da söylenebilir.
85 yıl önce cereyan etmiş olayların anlaşılması için tarihi çalışmalar
olmazsa olmaz nitelikte. Ancak uluslararası hukuk alanında eğitim ve
tecrübesi yoksa, tarihçi bu olayların soykırım olup olmadığı konusunda
yargıda bulunamaz. Görülen o ki, tarihçiler başta olmak üzere, bu konular
üzerinde çalışan sosyolog ve siyaset bilimci gibi akademisyenlerle
düşünürler, önemli sayıda ölümle sonuçlanan olayları soykırım olarak
nitelemek eğilimindeler[1]. Oysa soykırımın, uluslararası bir suç olarak,
ancak hukukçular tarafından değerlendirilmesi mümkün.
Konuya ilişkin hukuki çalışmalar yok denecek kadar az. Bu durumun çeşitli
nedenleri var. Türklerin hukuka fazla ilgi duymadıkları biliniyor.
Ermenilerin hukuku kasten ihmal etmelerinin nedeni, hukuki
değerlendirmelerin, soykırım iddialarını güçlendirmekten ziyade zayıflatma
olasılığının daha yüksek olması. Ermeni taraftarı yazarlar olayların trajik
niteliğini vurgulamak ve soykırım suçlamasını kolayca yapabilmek için tarihi
yaklaşımı yeğlemişler. 1948’de oluşturulan ve 1951’de yürürlüğe giren
‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin (bundan
böyle Sözleşme) 1990’ların ortasına kadar ciddi biçimde kullanılmaması veya
kullanma fırsatının çıkmamış olması nedeniyle gelişmiş bir içtihadın da
bulunmaması, hukuki yolun tercih edilmemesinin bir nedeni olabilir. Nihayet,
Sözleşme’nin kabulünden yaklaşık 40 yıl öncesinin olaylarına
uygulanmasındaki güçlükler de ortada. Sözleşme öncesi dönemde mevcut olmayan
ve Sözleşme tarafından oluşturulan ‘soykırım’ dahil bir çok kavramın, geriye
dönük uygulanması hukukla bağdaşmadığından konu hukukçuların ilgisini
çekmemiş olabilir.
Buna rağmen bazıları geçmiş olayları soykırımla tanımlayabildiğine göre,
sanki bu olaylar bugün oluyormuş ya da soykırım hukuku o günlerde de
geçerliymiş gibi bir tür spekülatif yaklaşım yine de yararlı görülebilir. Bu
makalede böyle bir yaklaşım benimseniyor.
Konunun hukuk yönüne yeterince ağırlık verebilmek için, okuyucunun konuya
ilişkin tarihi belli ölçüde bildiği varsayılıyor ve tarihi verilere hukuki
değerlendirmelerin gerektirdiği kadar değiniliyor.
SÖZLEŞME’YE KADAR HUKUK
1648 Westphalia devletler sistemine göre devlet egemenliği mutlak ilkeydi.
İçişlerine karışılamazdı. Azınlıklar devletlerin iç işiydi. Devletler ülke
içinde vuku bulan olaylarda iç mevzuatı uyguluyorlardı. Uluslararası suç
kavramı yoktu. 1839 Tanzimat Fermanı’nı takiben Osmanlı azınlıkları
uluslararası anlaşma ve antlaşmalara konu olmuştu. Bu istisnai bir durumdu.
Bir yandan çok kültürlü ve çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı
Avrupa ulus-devletleriyle mücadelesinde zayıf düşmesinin, öte yandan da
Batı’nın Balkanlar’daki Hıristiyan azınlıkları desteklemeyi dış
politikasının bir unsuru haline getirmesinin sonucuydu.
Ermeni tehciri 1915 yılının Mayıs ayında başladığında, Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı savaşmakta olan İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri
24 Mayıs 1915’te yayınladıkları ortak bildiride “...Türkiye’nin insanlığa ve
uygarlığa karşı bu yeni suçları karşısında, müttefik hükümetler, Osmanlı
hükümeti mensuplarını ve katliama katılan memurlarını şahsen sorumlu
tutacaklarını Bab-ı Ali’ye alenen bildirirler.” denmekteydi. Buna karşılık,
Türk sempatizanı olmadığı bilinen Amerikan Dış İşleri Bakanı Robert
Lansing’in “askeri harekat bölgesinde olması halinde” Türk hükümetinin
Ermenileri tehcire (deport) “az veya çok hakkı olduğu”nu söylediği de
biliniyor. Öte yandan 1912-13 Balkan savaşları sırasında 1907 Lahey
Kurallarını ihlal suretiyle işlenen savaş suçlarını araştıran bir raporda,
özellikle Türklerin başına gelen facialar karşısında insanlığa karşı
suçlardan söz edilmemesi manidar olmalı[2].
1907 Lahey kuralları bir ülkenin savaşta işlediği suçlarla ilgiliydi. Kendi
ülkesinde işlediği iddia edilen suçlara uygulanması öngörülmüyordu. Barış
Konferansı’nda Yunan Dışişleri Bakanı’nın yeni bir insanlığa karşı suç ihdas
edilerek Ermeni katliamının yargılanması önerisine, Başkan W. Wilson’un ex
post facto hukuk olacağı gerekçesiyle önceleri itiraz ettiği biliniyor.
Amerika böyle bir suç oluşturulmasına karşıydı. Almanya ile ilgili
Versailles Antlaşması’nda bir uluslararası mahkeme kurulacağı belirtildi.
Bu, tarihte ilk kez vuku buluyordu. Ama Hollanda kendisine sığınan Kayser
II. Wilhelm’i iade etmediğinden yargılama gerçekleşemedi.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevres Antlaşmasında Osmanlı İmparatorluğu, söz
kon usu suçlarla ilgili olarak, Türkiye’de yapılacak bir mahkemeye razı oldu
(m. 226). Mahkemeyi oluşturmak galiplere bırakılıyor; istenen kişilerin
yakalanıp mahkemeye teslimi taahhüt ediliyordu. Savaş sonunda işgal
altındaki İstanbul’da kurulan Nemrut Mustafa divan-ı harbi, Malta’ya
götürülen sanıkların, İngiliz Kraliyet savcısının kanıtları yetersiz bulması
sonucunda salıverilmeleri, hep tarihçiler tarafından bilinen hususlar.
Sevres yerine 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması geçti. Bunda 1 Ağustos 1914
ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm suçların affı için bir bildiri yer
aldı.
Bilindiği gibi, soykırım II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının
‘nihai çözüm’ adı al-tında Yahudileri yok etmesiyle gerçek boyutlarına
kavuştu. ‘Genocide’ sözcüğü bir Polonya Yahudisi olan Raphael Lemkin
tarafından icat edildi. Lemkin daha öğrenciyken, bir soykırım saydığı Ermeni
olaylarına ilişkin sanıkların yargılanmasını yakından izlemişti. Lemkin’in
soykırım anlayışı çok genişti. Azınlıkların siyasi, ekonomik, sosyal,
kültürel, moral, fizik ve biyolojik olarak yok edilmesini kapsıyordu.
Sonradan gelişen hukuk, her grubun değil, sadece bazı grupların ve sadece
fizik ve biyolojik olarak yok edilmesi amacıyla işlenen fiilleri soykırım
saydı. Yani Lemkin’in tanımını çok daralttı.
1940’ların başında Nazi’lerin Yahudilere yaptıkları henüz tam açıklığıyla
bilinmediğinden, özellikle İngiltere ve Amerika, Almanya sınırlan içinde
işlenen suçların bir uluslararası mahkemede ele alınmasından yana
değildiler. Buna karşılık Almanya’nın ülke dışında, işgal ettiği ülkelerde
işlediği fiillerden dolayı sorumluların yargılanmasını savunuyorlardı.
Böylece ulus-devlet egemenliğine saygı devam edecekti. Zira savaş hukuku
sadece savaş sırasında ülke dışındaki sivillere karşı işlenen suçlardan
dolayı bir ülke sorumlularının uluslararası yargıya tabi olmasını
öngörüyordu. İnsanlığa karşı suç kavramı doktrinde tartışılmakla birlikte,
ülke içinde işle-nen suçları kapsayacak şekilde henüz devletler hukukuna
girmemişti.
Almanların Yahudilere yaptıkları yavaş yavaş ortaya çıktıkça, ülke içinde
işlenen suçlar için de sorumluların yargılanması görüşü ağırlık kazanmaya
başladı. 1941 ‘de başlayan çalışmalar 1945’te Amerika’nın Londra
Konferansı’na sunduğu bir öneriyle yeni bir aşamaya ulaştı. Bunda Lahey
sözleşmelerinde yer alan ‘Martens Hükmü’nden yararlanıldı. Böylece, bir suç
önceden açıkça tanımlanmamışsa, ‘uygar halkların teamülü, insanlık hukuku ve
kamu vicdanının emirlerinden çıkan milletlerin hukuk ilkeleri’nin
uygulanması öngörüldü. Ancak ‘Martens Hükmü’ bir savaş hukuku kavramı
olduğundan, ülke içinde işlenen suçların yargılanması, saldırı kavramıyla
yani savaşı başlatmayla ilişkilendirildi. Böylece savaşa atıf, iç işlerine
karışmanın mazereti oluyordu. Londra Konferansı’nın tutanakları
incelendiğinde, Almanya’nın iç işlerine karışmanın ilerde kendi iç işlerine
de karışmaya emsal oluşturmasına karşı, özellikle Amerika’nın ne denli
hassas olduğu görülüyor.
Alman savaş suçlularını, bu arada Yahudi soykırımından sorumlu olanları
yargılayacak Nüremberg Mahkemesi’nin aynı adla anılan ilkeleri bu anlayış
çerçevesinde oluşturuldu. İlkelerin 6 (a) olanına göre,
a. Barışa Karşı Suçlar
(i) Uluslar arası anlaşmaları, antlaşmaları ve teminatları ihlal ederek, bir
saldırı savaşı yapmak veya planlamak, hazırlamak ve başlatmak;
(ii)(i)’de sözü edilen fiilleri gerçekleştirmek için ortak bir plana veya
entrikaya katılmak
b. Savaş Suçları
(i) İşgal edilen arazinin sivil nüfusunun veya bu arazide yaşayan sivil
nüfusun katli, kötü muameleye tabi tutulması, köleleştirilmesi veya herhangi
bir nedenden dolayı sınır dışı edilmesi, savaş esirlerinin veya denizde
bulunan insanların katli veya kötü muameleye tabi tutulması, rehinelerin
öldürülmesi, özel veya kamu mülkünün yağma edilmesi, şehirlerin, kasabaların
veya köylerin nedensiz yere yıkıma uğratılması veya askeri gerekçelerle
haklı gösterilemeyecek şekilde zarar verilmesini içeren fakat bunlarla
sınırlı kalmayan savaş hukuku ve teamüllerinin ihlalleri
c. İnsanlığa Karşı Suçlar
Barışa karşı suçlar veya savaş suçları ile ilişkili olarak işlenmesi
kaydıyla, katil, yok etme, köleleştirme, göçe zorlama ve sivil bir topluma
karşı işlenen diğer insanlık dışı fiillerle, siyasi, ırki veya dini
nedenlerle yapılan mezalim.
İnsanlığa karşı suç tanımından da görüleceği üzere, Yahudilere karşı işlenen
suçlar Almanya’nın içinde işlenmiş olsa dahi, yargı konusu olabilecekti. Tek
şart bu suçların savaşla ilişkili olarak savaş sırasında işlenmiş olmasıydı
(nexus). Böylece galipler bir ülkenin iç işlerine karışmak için, o ülkeyle
bir savaş olması gerekçesini aramaktan vazgeçemediler. Yahudilerin ve
diğerlerinin, tarihin görmediği bir vahşetle yok edilmesi dahi, bir ülkenin
içinde işlenen suçların, kendi başına uluslararası yargıya konu olmasına
yetmemişti. 0 sırada sözcük olarak bilinmesine rağmen soykırım kavramı
Nuremberg ilkeleri arasında sayılmadı; insanlığa karşı suçlar kavra mı
soykırımı da içerdi. Soykırım henüz bağımsız bir suç kategorisi olacak kadar
açıklık ve kesinlik kazanmamıştı.
Nuremberg Mahkemesi Ekim 1945’te 24 Nazi sanık hakkında iddianamenin
okunmasıyla başladı. Bir yıl sonra on dokuz sanığın hüküm giymesi ve on
ikisinin idamıyla sonuçlandı. Savcı yargılama sırasında zaman zaman soykırım
sözcüğünü kullandı; ama mahkeme kararın-da bu suça atıf yoktu.
B.M. GENEL KURULU 96 (1) SAYILI KARARI
Soykırımın yer aldığı ilk hukuki nitelik taşıyan belge, BM Genel Kurulu’nun
1946 Aralık ayında, Nuremberg Mahkemesi sonuçlandıktan kısa bir süre sonra,
yaptığı ilk toplantısında aldığı 96 sayılı karardı.
Bu kararın amacı, sonuncu işlem paragrafın da belirtildiği gibi, soykırım
konusunda ECOSOC’un bir yıl içinde bir sözleşme taslağı hazırlamasının
istenmesiydi. Ancak bu arada, Genel Kurul soykırımdan ne anladığını da
açıkladı.
Soykırım, insan gruplarının, grup olarak tümüne yaşama hakkı tanımamaktı.
Bu, kişiye yaşama hakkı tanımamaya benzetildi. Yaşama hakkına yapılan bu
atıf, bilahare insan haklarıyla soykırım arasında bir bağ oluşturdu. Zira
soykırımda esas olan kişilerin katledilmesiydi.
Soykırımın, bu insan gruplarının insanlığa yaptığı kültürel ve diğer
katkılarının kaybına yol açtığı belirtildi. Böylece Lemkin’in önem verdiği
kültürel soykırım kavramı kısmen metne girmiş oldu.
Soykırıma tabi tutulan gruplar, ırki, dini, siyasi ve diğer gruplar olarak
sayıldı. Böylece tüm insan gruplarının soykırıma uğrayabilecekleri kabul
edilmiş oldu. Soykırım, bir grubun tümünün olduğu gibi, bir kısmının yok
edilmesini de kapsadı. Kararın belki de en önemli yanı, soykırımın devletler
hukukuna göre bir suç sayılmasıydı.
Bu, bir ülke içinde işlenmiş olmasının, devlet egemenliği ilkesi
çerçevesinde iç işleri olarak sayılmasına ve uluslararası kovuşturmadan
kurtulmasına imkan vermemeyi amaçlıyordu. Soykırım suçunu işleyenlerin, özel
veya kamu memuru ya da devlet adamı olmasına bakılmadan cezalandırılması
kabul edildi.
Soykırım hukuku henüz gelişmemiş olduğundan, kaynak olarak ‘ahlaki hukuka’
(moral laws) aykırılığı vurgulandı ve uygar devletlerin soykırımı kınadığı
bildirildi.
Soykırımın gerekçesi ya da soykırım yapanın amacı olarak, soykırıma maruz
gruplarla örtüşmek üzere, “dini, ırki, siyasi ve diğer nedenler” sayıldı. Bu
açıdan Nuremberg ilkeleri arasındaki insanlığa karşı suç çerçevesinde yer
alan 6 (c)’deki tanım “diğer nedenler”in ilavesiyle daha da genişletilmiş
oldu.
Bu kararda, siyasi grupların soykırıma uğrayabileceği hükmü, siyasi mücadele
yapan, örneğin sol ideolojik amaçla silaha başvuran veya bağımsızlık için
mücadele eden grupların içindeki sivillerin, kısmen dahi olsa, önemli sayıda
katledilmesi halinde soykırım işlenmiş olacağını gösteriyordu. Bu haliyle
Nuremberg ilkeleri içindeki insanlığa karşı suç kavramı hemen tümüyle
soykırım sayılmış olmaktaydı. Ancak, bu karar soykırımla savaş arasındaki
bağı ortadan kaldırıyordu. Yani soykırımın savaş sırasında olduğu gibi barış
döneminde de işlenebileceği kabul ediliyordu. Öte yandan, soykırım, savaşan
ülkenin işgal ettiği yerlerde işlenebileceği gibi, o ülkenin kendi sınırlan
içinde de işlenebiliyordu.
Böylece hangi nedenle, zamanda ve yerde olursa olsun, ciddi sayıda insan
ölümü soykırım suçu sayıldı.
SÖZLEŞME
Soykırım Sözleşmesi 9 Aralık 1948’de kabul edildi; 12 Ocak 1951 ‘de de
yürürlüğe girdi. Soykırım suçu Sözleşme’nin 2. maddesinde tanımlanıyor[3].
Maddenin uzman olmayan bir çevirisini aşağıya kaydediyorum:
“Madde 2. Bu Sözleşmeye göre, soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini
grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki
fiillerin işlenmesidir:
(a) Grubun mensuplarını katletmek;
(b) Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek;
(c) Grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak
hayat şartlarına kasten tabi tutmak;
(d) Grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler dayatmak;
(e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.”
Sözleşmeyi B.M. Sekretaryası’nın sunduğu taslak metin üzerinden Ad hoc
komite ile BM Genel Kurulu’nun hukuk işlerinden sorumlu VI. Komitesi
müzakere etti. İleride bu Sözleşme’nin hükümlerini Ermeni olaylarını
uygulayıp yorumlarken, müzakerelere atıflar yapılacağından, bu aşamada
genelde Sözleşme metninin, özelde 2. maddenin kısa bir değerlendirmesiyle
yetineceğim.
KORUNAN GRUPLAR
2. maddede zikredilen, Sözleşme ile korunacak grupların dörtle, yani milli,
etnik, ırki ve dini gruplarla sınırlı olduğu görülüyor. Soykırım sözcüğünün
mucidi Lemkin’in kendisi ‘siyasi gruplar’ın Sözleşme kapsamı dışında
tutulmasını önerdi. 96(1) sayılı karardan farklı olarak hem siyasi gruplar
hem de”diğer gruplar” Sözleşme dışı tutuldu. Bu, çok önemli bir fark
oluşturuyor. Zira tarihte en sık görülen ve en çok sivil ölümüne neden olan
mücadeleler siyasi amaçlar güden gruplar arasında cereyan ediyor. Örneğin,
Kamboçya’da Pol Pot rejiminin yaptığı ve 2 milyona yakın sivilin hayatına
mal olan katliamlar Sözleşme’deki soykırım tanımının dışında kalıyor. Aynı
şekilde Sovyetler Birliği’nde Ekim Devri-mi çerçevesindeki ölümler de
soykırım sayılmıyor. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
birçok kararına göre, bazı istisnai fiiller hariç, Bosna-Hersek’te Sırpların
etnik temizliği bile soykırım suçu dışına çıkıyor.
Siyasi grup tanımı içine, o grubun siyasetle uğraşan ya da silahlı mücadele
veren unsurlarının yanında siviller de giriyor. Bu ilk bakışta karışıklığa
yol açıyor. Grubun siyasi grup olarak nitelenip sivillerin yok edilmesinin
neden soykırım olmayacağı sorgulanıyor. Oysa bir gruba, siyasi amaçlarla yok
edilmeye kalkışılması halinde, siyasi grup deniyor. Yani iki grup arasında
siyasi bir mücadele varsa, bu mücadelede bir grup diğeri aleyhine öldürme,
yaralama, katliam, tehcir gibi fiiller işliyorsa, zarar gören gruba siyasi
grup deniyor. Sorun bir tanımlama sorunu. Yoksa siyasi mücadelede sivil
öldürme yine suç. Ancak bu suç soykırım değil.
96 (1) kararında grupların insanlığa yaptığı kültürel katkılara Sözleşme’de
değinilmemesi kültürel soykırım kavramının da Sözleşme dışında kaldığını
gösteriyor.
Sözleşme’de siyasi gruplara karşı yapılan eylemlerin ve azınlıkların
kültürünün zorla yapılan asimilasyon sonucu yok edilmesinin soykırım suçu
sayılmaması, Sözleşme’nin uygulama alanını iyice daralttı. Bu nedenle
Sözleşme’nin kabul edildiği 1951’den 1992’ye kadar geçen süre içinde, birkaç
fazla önemli olmayan istisna dışında uygulanamaması sert tepkilere yol açtı.
Sözleşme’nin hiçbir işe yaramadığı söylendi. Buna karşılık, çoğunluğu
tarihçi, sosyolog veya düşünürler, Sözleşme metnindeki soykırım tanımını
geniş yorumlama yoluna gittiler. Araştırdıktan olaylarda önemli sayıda sivil
nüfusun ölmüş olması halinde soykırım işlendiğini iddia ettiler. İkinci bir
grup bilim adamıysa, Sözleşme’nin 2. maddesini genişletmek için yeni
tanımlar önerdi. Her iki taraf da Sözleşme ile soykırıma karşı korunan dört
grubun dışında kalan gruplara dönük katliamların zaten insanlığa karşı suç
kavramı çerçevesinde korunmakta olduğunu görmezden geldiler. Zira
uluslararası toplum, soykırımdan farklı olarak insanlığa karşı işlenen
suçlara karşı aynı duyarlılığı göstermiyordu. Onların korunması için
Nuremberg türü uluslararası mahkemeler kurmaya hazır değildi. Özetle, bu
grupların barışta insan hakları hukuku, savaşta da insani hukuk ya da savaş
hukuku çerçevesinde etkin koruması sağlanamıyordu. Sonuç olarak, soykırım
tanımı bazı yorumcular tarafından savaş hukuku ve insan hakları konuları
altında işlenen tüm ciddi suçları da kapsayacak şekilde genişletilmişti.
Bu durum Bosna-Hersek ve Rwanda’da cereyan eden olaylardan sonra kurulan iki
uluslararası ceza mahkemesinin çalışmalarıyla büyük ölçüde değişti.
İnsanlığa karşı suçlarla savaş suçları işleyenler cezalandırılmaya başladı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ilişkin Roma Statüsü ise hukuktaki tüm
boşlukları kapattı. İnsanlığa karşı suçların barış zamanında
işlenebileceğine ilave olarak, bu suçların ve savaş suçlarının sadece
devletlerarası savaşlarda değil, iç çatışmalarda da işlenebileceği kabul
edildi. Roma Statüsü soykırıma ilişkin Sözleşme’nin 2.maddesini aynen alıp
kendisinin 6.maddesi yaptı. Buna karşılık yeniden yazımdan geçen insanlığa
karşı suçlara iliş km Roma Statüsü’nün 7.maddesiyle, eski Yugoslavya ve
Rwanda için kurulan uluslararası mahkemelerin statülerindeki ilgili
maddeler, Sözleşme’nin kapsamadığı diğer gruplara karşı işlenen katliam,
mezalim ve tehcir vb suçlarını da içerdi.
KASIT
Suç iki kısımdan oluşuyor. Birincisi zihni veya sübjektif unsur ya da mens
rea. Bu, suç fiilini işlemek niyeti, amacı ve iradesi anlamına geliyor.
Diğeri suç filmin bizzat kendisi, maddi veya objektif unsur ya da actus
reus. Sözleşme’nin 2.maddesinde zihni unsuru “yok etmek kastıyla” ibaresi
temsil ediyor. Bu iradeyle işlenen fiiller ise (a)’dan (e)’ye kadar
sayılıyor.
Sözleşme’nin en önemli özelliklerinden biri, soykırım suçunun oluşması için
soykırım fiillerinin ancak dört gruptan birini yok etme iradesiyle işlenmesi
gereği. Grup olarak yok etme iradesi ‘özel kasıt’ şeklinde olmak zorunda.
Yani kuşkuya. meydan bırakmayacak, son derece belirgin biçimde ortaya
çıkmalı.. Yok etme niyeti soykırım fiillerini işleyen veya işlenmesini
sağlayanlarca açıkça beyan edilirse mesele kalmıyor. Şayet böyle açık bir
sözlü ve yazılı beyan yoksa, soykırımın varlığı tartışmalı hale geliyor.
Bazı hukukçular bu noktada fiillerin sonucuna bakmak gerektiğini
vurgularken, bu fiiller sonucun da söz konusu gruba ilişkin ciddi sayıda
ölümün vuku bulmuş olmasını yeterli sayıyorlar.
Ancak, adi suçlar için geçerli olan ‘genel kasıt’ yani filin sonucunu görüp,
bu filin işlenmesinde filin sonucuna uygun bir kasıt güdüldüğü yolundaki
basit yorum, soykırım filmin tanımlanması için yetersiz kalıyor. Öte yandan,
soykırım yapanlar yok etme iradesini genellikle açıklamıyorlar. Soykırımı
kanıtlamak için yok etme iradesine ilişkin yazılı ve sözlü açık kanıtlar
bulunmaması halinde, ciddi sayıdaki ölümün dışındaki bazı unsurları da göze
almak gerekiyor. Soykırım suçu çoğunlukla devletlerin ya da devlet gibi
yaygın örgütlerin iradesiyle işlendiğin den, ‘özel kasıt’ şartının yerine
gelmesi için suçun örgütlü bir güç tarafından işlenmiş olup olmadığına
bakılıyor. Soykırım bir grup gibi çok sayıda kişinin yok edilmesi olduğundan
bu örgütlü gücün çok önceden bir plan hazırlayıp hazırlamadığı önemli.
Ayrıca bu örgütlü gücün planını örgütleyerek, eşgüdüm içinde, sistematik ve
kitlesel biçimde uygulaması lazım.
Örgütlenmesi, uygulanması ve sonuçları açısından Yahudi soykırımı belki
istisnai bir örnek olarak diğer durumlara uygulanamayabilir. Yahudi
soykırımı için “nihai çözüm” kararı, 1941 Wansee toplantısında alındı ve suç
Nuremberg mahkemesinde ikrar edildi. Ancak yok etme iradesi böyle açıkça
ortaya çıkmasaydı bile, Yahudilere karşı çıkarılan ayırımcı yasalar,
1938’deki ‘Kristal Gecesi’ dahil düzenlenen ‘pogrom’ türü saldırılar,
Yahudileri toplum dışına çıkarıp normal insan ihtiyaçlarının karşılanamadığı
gettolar da yaşamaya zorlamalar, soykırımın öncüleri olarak görülebilirdi.
Kaldı ki soykırımdan en az on beş yıl önce başlamış olan militan
anti-semitizm akımı çerçevesinde Hitler’in ve Nazi ideologların söz ve
yazılarında Yahudileri yok etme niyeti açıklıkla ortaya konuluyordu.
Sırplarda ise, 1981 yılından itibaren etnik bakımdan homojen bir vatan
toprağına.sahip olma söylemi yaygındı. Nitekim etnik temizlik kavramı Sırp
paramiliter liderlerden biri olan Seselj tarafından icat edilmişti.
Soykırım için gerekli yok etme iradesinin varlığını ispat için, soykırım
fiillerinin uygulan masından önceki döneme bakıp, bu iradenin oluşmaya
başlayıp başlamadığını araştırmak gerekiyor.
Örgüt, plan ve örgütlü uygulamanın mevcudiyeti, yok etme kastının
mevcudiyetine karine sayılıyor.
SAİK (MOTİF)
Suçun amacı yanında bu amacın nedeni de hayati önemi haiz. Buna motif ya da
saik deniyor. Nuremberg İlkeleri 6(c)’de tanımlanan in-sanlığa karşı
suçların “sivil halklara karşı siyasi, ırki ve dini nedenlerle” işlenmesi
öngörülüyordu[4]. 96 (1) sayılı kararda ise soykırımın “dini, ırki, siyasi
ve diğer herhangi bir nedenle” işlenebileceği kaydediliyordu[5]. Bu haliyle
soykırımın saiki insanlığa karşı suçun saikinden bile geniş tutulmuştu. Bir
başka ifadeyle, bir grupla mevcut dini veya siyasi ya da akla gelebilecek
herhangi bir ihtilaf nedeniyle (saik) çıkabilecek bir silahlı mücadelede
önemli sayıda sivilin öldürülmesi hem soykırım hem insanlığa karşı suç
olabiliyordu.
Sözleşmedeki durum ise çok farklı. 2.madde, soykırımdaki yok etme kastını,
belirtilen dört gruba inhisar ettirmekle kalmıyor, yok etmenin nedenini de
yukarıda işaret edilen iki belgedeki nedenlere oranla, son derece
daraltıyor. Sözleşme müzakerelerinde yok etmenin nedeni konusu uzun
tartışmalara yol açtı. Bir çok ülke temsilcisi saikin kanıtlanmasının çok
zor olduğunu; böyle bir Şart aranması halinde mahkemelerin soykırım suçuna
karar vermelerinin imkansızlaşacağını; önemli olanın yok etme iradesiyle
fiillerin işlenmesi olduğunu ileri sürdüler. Ancak Ad hoc komitede Lübnan
temsilcisi saikin öne-mini vurguladı ve soykırımın ‘ırkçı nefretle’ bir
grubu yok etme olduğunu söyledi. Ardından VI. Komitede yapılan müzakerelerde
İngiliz ve Amerikan delegelerinin itirazlarına karşılık, ‘anti-faşist
cephe’nin liderliğini yapan Sovyetler Birliği’nin ısrarı, çoğunluğun desteği
ve Venezuela’nın aracılığıyla, dört gruptan birini, başkaca bir neden
olmadan, sadece o grup olması nedeniyle yok etme amacına dönük fiillerin
soykırım olması anlamına gelen “as such” ibaresi Sözleşme’nin 2. maddesine
eklendi[6]. İlk bakışta gözden kaçabilen ve Türkçe karşılığı olmadığın dan
açıklayıcı biçimde tercüme etme zorunluluğu yaratan bir ibare bu. Belki de
bu nedenle tarihçiler tarafından hep ihmale uğruyor.
Soykırım suçunu işlerken saikin kolektif veya bireysel olma niteliğini göz
önüne almak gerekiyor. Bir birey suç işlerken hedef grubun bir mensubunu
sadece o gruba ait olduğu için öldürmeyebilir. Parasını ve malını almak,
haset duymak, siyasi ihtirası olmak gibi saiklerle de hareket edebilir.
Ancak soykırım kolektif bir suç. Soykırımın örgütleyicileri ve plancılarının
ırkçı motifle hareket etmeleri, yani soykırım motifine sahip olmaları
gerekli. Eğer bunlar gruba karşı ırkçı nefretle değil de başka saiklerle
hareket ediyorlarsa, işledikleri suça soykırım denemiyor. Sonuç olarak,
soykırım suçunun başarıyla kovuşturulabilmesi için sanıkların bir grubu grup
olarak yok etmek nedeniyle nefret duyduklarının kanıtlanması gerekiyor.
Soykırımın cezalandırılması bu tür suçlan kapsıyor. Başka saiklerle işlenen
kolektif suçlar bunun dışında kalıyor. Bu bağlamda klasik soykırımlar
Nazilerin Yahudi soykırımı ile Rwanda soykırımı oluyor[7].
Sosyolojik ve psikolojik olarak, bir grubu grup niteliği dolayısıyla yok
etme iradesi zaten sadece ırkçılıkta, daha doğrusu ırkçılığın en yoğun en
son aşamasında, ortaya çıkıyor.
Irkçı nefret duygusu somut bir ihtilafta tarafların birbirlerine karşı
duydukları kızgınlıkla karışık doğal nefretten çok farklı. Bu, anti-semitizm
gibi Batı Avrupa’daki ırkçı akımların 2 bin yıldır, ama aktif olarak da son
bin yıldır Yahudilere duydukları, nedenleri kolay açıklanama yan yoğun ve
marazi bir duygu kompleksi. Ön-yargıların hastalıklı biçimi. Naziler bu
kültürün ürünü. Bu duyguyu anlayabilmek için kütüphaneler dolusu yayımlardan
bir kaçını okumak yeterli[8]. Öte yandan Rwanda Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nin Akayesu davasına ilişkin belgelerinde Bantu kabilesi çiftçi
Hutular ile kıtanın kuzeyinden gelen çoban Nilo-Hamitik Tutsiler arasındaki
ırkçı ilişkilerin tarihine dair bilgiler de göz önüne alınabilir.
Dünyanın her yerinde ırksal duygular var. Bunlar hedef grupları derece
derece rahatsız edebiliyor. Ancak grubun yok edilmesine varan, yani ırkçılık
düzeyine çıkan ırkçılığa yalnızca Batı Avrupa ve onun kuzey Amerika, güney
Afrika ve Avustralya’daki beyaz sömürgelerinde rastlanıyor[9]. Bu çerçevede
1206-48’lerde Katarlar’ın Fransa’da, 1492’de Yahudilerin İspanya’da, 16 ve
17. yüzyılda İnka, Aztek ve Maya uygarlıklarının mirasçısı yerlilerin
İspanyollarca, 18 ve 19. yüzyılda Kızılderililer’in Amerikalılarca,
19-20.yüzyılda Hollandalı Boerlerin ‘apartheid’ rejiminin güney Afrika’da,
aynı dönemde Avustralya yerlilerinin İngiliz kökenlilerce, soykırıma tabi
tutulması sayılabilir.
Diğer uygarlıkları oluşturan toplumların da düşman saydıkları sivil
nüfuslara mezalim yaptıkları görülüyor. Ancak bunlarda bir grubu grup olarak
yok etme iradesine yol açan ırkçı nefret bulunduğu saptanamıyor. Özellikle
İslam ve Türk uygarlıklarında soykırım uygulaması bulunmuyor. Aksi halde bu
uygarlıkların yüzyıllarca yaşayan imparatorluklar kurmaları mümkün olamazdı.
Unutulmaması gereken husus, Batı uygarlığına ait güçlü ülkelerin büyük
teknolojik üstünlüğüne rağmen, kurduğu sömürge imparatorlukları bir
yüzyıldan biraz fazla yaşayabildi.
Sözleşme’de soykırımın bir grubu grup olarak yok etmek amacıyla
sınırlandırılması, başka amaçlarla sivil toplumlara dönük mezalimi dışarıda
bırakıyor. Bu boşluk Nuremberg İlkeleri 6-c maddesinde yer alan insanlığa
karşı suçların tanımının bu tür suçları kapsamasıyla gideriliyor. Bir yandan
eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi diğer yandan Rwanda Uluslararası
Mahkemesi statüleri, nihayet Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma
Statüsü’nde bulunan insanlığa karşı suçlar maddeleri bu işlevi görüyor[10].
Böylece soykırım suçu, insanlığa karşı suçların mezalim kategorisinin
içinden çıkmakla birlikte, onlardan ayrılıyor ve suçlar hiyerarşisi içinde
en yüksek veya en aşağı yeri alıyor.
KISMEN VEYA TAMAMEN
Sözleşmenin 2. maddesinde bir grubun, kısmen veya tamamen, yok edilmesi
amacıyla işlenen fiillere soykırım deniyor. Yani bu fiillerin soykırımı
oluşturması için, bir grubun tümünü yok etmek gerekmiyor. Oysa bir grubu
grup olarak yok etme iradesini doğuran ırkçı nefretin, grubun bir kısmını
yok etmekle yetinmesi çelişkili görünüyor.
Ancak, Naziler bile tüm Yahudileri yok edemediler. Savaşın başladığı yıla
kadar Yahudilerin yaşam şartlarını olağanüstü zorlaştırarak Almanya’yı terk
etmelerini sağladılar. Savaş başladıktan sonra kaçmak isteyenlere dahi izin
vermediler ve Almanya içindeki tüm Yahudileri yok ettiler İşgal ettikleri
yerlerdeki Yahudileri de sınır dışına atmak yerine soykırıma tabi tuttular.
Buradan iki çıkarsama yapılabilir: Naziler için bile bir grubu grup olarak
yok etme saikinin kritik yoğunluğa ulaşması ancak savaş Şartlarında
gerçekleşti. Veya Almanların Yahudilere erişme imkanı her şeye rağmen
sınırlıydı. Erişebildiklerinin kaçmasına izin vermeden yok ettiler.
Sözleşme’nin yapıcıları, bu hükümle, muhtemelen, bir grubun tümünün yok
edilmesini beklemeden, uluslararası toplumun soykırım yapıldığı sonucuna
varmasını ve 1. maddede öngörülen soykırımın engellemesi ve cezalandırmasını
zamanında sağlamayı amaçladılar.
HUKUKUN ERMENİ OLAYLARINA UYGULANMASI
21 Eylül 2000’de Amerikan Temsilciler Meclisi'nin 21 Eylül 2000’de Amerikan
Temsilciler Meclisi'nin bir alt komisyonunda yapılan sunuşta (hearing)
Ermeni yanlısı tarihçiler Türk arşivlerinin açılmasına artık ihtiyaçları
olmadığını; mevcut bilgilerle Ermenilere soykırım yapılmış olduğu konusunda
bir mutabakat hasıl olduğunu söylediler (The verdict is in). İddiaları bir
bakıma doğruydu. Ama gerçek onların söylediklerinin tam tersiydi. Mevcut
arşiv bilgileri soykırım yapılmadığını kanıtlamak açısından yeterliydi. Yeni
arşiv bilgilerinin de mevcut bilgilerle çeliş kili olması mümkün değildi.
Aşağıdaki değerlendirme Ermeni olaylarının tarihi hakkında yeterli bilgiye
sahip olunduğu varsayımıyla yapılıyor. Yine de olayların cereyan ettiği
tarihi bağlama kısaca bakmakta yarar olabilir. 19. yüzyılda Rusya’nın Kırım
ve Kafkaslara doğru genişlemesi bölgede yaşayan çoğunluğu Türk kökenli
Müslüman nüfusu birbiri ardına gelen göç dalgaları ile Anadolu’ya sürdü. Göç
edenlerin pek çoğu da yollarda öldü. Kafkaslarda Ermeniler Rus ordularının
ilerlemesine yardım ettiler ve bunun karşılığında etnik olarak Türklerden
temizlenmiş bölgelere yerleştirildiler. Bu sürgünler ve yeniden
yerleştirmeler 20. yüzyılda bölgede bir Ermeni devletinin doğuşuna yol açtı.
Ruslar güneye doğru genişlemeleri sırasında 1827-29, 1854-56 ve 1877-78
savaşları ile Doğu Anadolu’ya girdiler ve her defasında Ermeniler Rus
ordularının ilerlemesine yardımcı oldular. Böylelikle gelecekte meydana
gelebilecek etnik bir çatışmanın da tohumlarını ektiler.
Balkan Savaşları 1912-13 yıllarında oldu. Osmanlılar Doğu Trakya hariç, tüm
Avrupa topraklarını kaybettiler. Bu toprakların büyük bölümünde
çoğunluktaydılar. Çok büyük sayıda Türk, Arnavut ve Pomak sivil nüfus
hayatını kaybetti. Büyük bir grup da yerlerinden yurtlarından sökülüp
Anadolu’ya doğru atıldı. Bir yıl sonra da imparatorluğun bekasının tayin
edecek 1. Dünya Savaşı başladı Osmanlılar doğuda Çarlık Rusya’sının
orduları, Çanakkale’de İngiliz ve Fransız donanmaları, güneyde Mısır, Suriye
ve Irak cephelerinde de bunların ordularıyla savaşıyordu.
I.Dünya Savaşı’nın başlarında Anadolu’nun nüfusunun 17.5 milyon civarında
olduğu hesaplanıyor. Bunun 1.3 milyonunun Ermenilerden, 1.4 milyonun
Rumlardan, geri kalanın da Türk ve Müslümanlardan oluştuğu tahmin
ediliyor[11]. Ermeni kilisesinin, Avrupa Katolik ve Protestan kiliseleri
gibi, nüfus kayıtları tutmadığı biliniyor. Bu nedenle Ermenilerin verdiği
abartılı istatistikler sağlıklı bir kaynağa dayanmıyor. Osmanlı
istatistikleri doğruya en yakın olarak kabul ediliyor. Avrupa kaynaklı
istatistikler de Osmanlı istatistiklerine çok yakın. İstanbul’da 1892’de
kurulan, nüfus sayımından sorumlu idarenin ilk müdürü bir Türk olmakla
birlikte, daha sonra Fethi Franco adlı bir Yahudi, 1 893-1903 arasın da
Mıgırdıç Şınabyan adlı bir Ermeni ve 1908’den itibaren de bir Amerikalı
tarafından yürütülmüş.
ERMENİLERİN SİYASİ HEDEF VE MÜCADELELERİ
Çoğu Ermeni, tarihçilerin büyük bölümü, 1915-16 olaylarının bir soykırım
olduğunu; yani Ermenilerin bir siyasi grup olarak değil de, bir etnik ya da
dini grup olarak, soykırım gibi bir tehcire tabi tutulduklarını kanıtlamak
için, Ermenilerin terörizm de dahil siyasi amaçlı faaliyetlerinden ya hiç
söz etmiyorlar ya da çok kısa geçiştiriyorlar. Bir kısmı da Osmanlı
yönetiminin baskıcı olduğunu, buna karşı Ermenilerin kendilerini savunmak ve
haklarına sahip olmak amacıyla siyasi faaliyetlerde bulunduklarını
bildiriyor. Ermenilerin terör türü şiddete başvurması, Balkanlar’daki
Hıristiyan halkların komitacıları, hajduk, klepsos ya da çetnikleri gibi,
büyük ve zalim bir güce karşı, meşru savunma olarak hoş görülüyor[12].
Tarihsel olarak devletler hedef gruplara ırkçı saldırılar olmadığı sürece
etnik çatışma başlatmazlar. Ancak, daha önce de açıklandığı üzere, Osmanlı
İmparatorluğu’nda ırkçılık yoktur. Etnik grupların imparatorlukları
parçalamak suretiyle bağımsızlıklarını kazanmak üzere mücadele başlattıkları
daha mantıklı bir varsayımdır. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın
sonlarında görülen de budur.
Ermeniler de, bu Balkan kurtuluş mücadelesi modelini benimsiyorlar.
Hıristiyan Balkan halkları gibi örgütlenip siyasi faaliyette bulunuyorlar.
Aslında bunu fazla yadırgamamak da gerek. Zira Fransız devriminden sonra
ortaya çıkan ulus-devletin hakim olmaya başladığı bir çağda, çok dinli ve
uluslu bir imparatorluğa karşı bağımsızlık mücadelesi meşru sayılıyor.
Ermenilerin de bu faaliyetlere giriştikleri açıkça görülüyor. Bu mücadelenin
Şiddete başvurmadan başarıya ulaşması da imkansız. Tabiatıyla şiddetin savaş
hukuku kurallarına uyması gerekiyor. Ancak imparatorluktaki Hıristiyan
halkların silahlı faaliyetleri birçok ahvalde açıkça hukuku çiğniyor. Balkan
modeli şiddet genelde komitacı denen terör gruplarının sivil Müslüman halka
saldırarak Müslümanları misillemeye tahrik etmesi; Müslüman halkın misilleme
yapması ya da yönetimin askeri önlem alması halinde de, Batı Avrupa’yı
mezalim çığlıklarıyla müdahaleye davet etmesi şeklinde de işliyor. Büyük
Hıristiyan güçler ya da Düvel-i Muazzama Osmanlı’nın Hıristiyan ahali lehine
reformlar yapmasını dayatıyor. Bu reformlar yerel yönetim haklarından
giderek otonomiye uzanıyor. Bir süre sonra belli bölgelerde Osmanlı
egemenliği nominal hale geliyor ve ilk silahlı ihtilafta, dış müdahale ve
yardımla bağımsızlığa kavuşuluyor[13] [14] [15] [16].
1880’lerde Hınçaklar siyasi ve silahlı mücadelelerinin amacı olarak
Anadolu’nun doğusunda altı vilayeti kapsayan ve ‘vilayat-ı sjtte’ denen
Erzurum, Van, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis ve Sivas’ı kapsayan bölgede bir
hayali Ermenistan kurduklarını açıkladılar. Bu, bugünün idari taksimatına
göre Erzincan, Ağrı, Muş, Siirt, Hakkari, Bingöl, Malatya, Mardin, Amasya,
Tokat, Giresun, Ordu, Trabzon’u da kapsıyordu.
Ermeniler bu mücadelelerinde başarılı olamadılar. Bu nedenle kendilerini
daha şanslı olan Balkan Hıristiyan halklarıyla kıyaslayıp, mazlum ve mağdur
hissedebilirler. Ancak soykırım tezini savunabilmek için, siyasi ve silahlı
faaliyette bulunduklarını inkar ederek, Türklerin kendilerini durup dururken
tehcire tabi tuttuğunu; aslında kendilerinin siyasi emelleri dahi olmayacak
kadar masum olduklarını; bu nedenlerle Sözleşme’nin 2.maddesine göre,
Türklerin kendilerine etnik-dini-ırki grup olarak tehcir yoluyla soykırım
yaptığını iddia edemezler.
Tarih, Ermenilerin bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyette bulunan bir
siyasi grup olduğunu açıkça gösteriyor. Düşmanla birleşip hedeflerini
gerçekleştirmek için silaha ve bu arada savaş hu kukunun ihlali olan
sistematik terörist eylemlere başvuran bir siyasi gruba karşı mücadelede,
askeri nedenlerle tehcire başvurulması hukuken soykırım tanımına girmediği
gibi, bu süreçte işlenen suçlar da, ayrıca işlendikleri kanıtlanmış olsa
dahi, soykırım değildir.
SAİK
Bir grubun siyasi emelleri nedeniyle siyasi grup olması, aynı zamanda milli,
dini, ırki veya etnik grup olmasını etkilemez. Zira siyasi gruplar da diğer
özellikleriyle, Ermeniler gibi, etnik, dini grup veya diğer bir grup olarak
da nitelendirile bilirler. Ancak siyasi grup olmak, o grubun maruz kaldığı
olayların, grup olmasından değil de siyasi nedenlerden kaynaklandığını
gösterir.
Bir grubun siyasi ve silahlı faaliyette bulunduğu kanıtlandığı andan
itibaren Sözleşme tarafından soykırıma karşı korunması gereken gruplar
içinde bulunmasına imkan kalmıyor. Ermeniler adına hareket eden parti ya da
benzeri kuruluşların, ilk adımda kolektif haklarının genişletilmesi anlamına
reformlarla başlayıp, oradan otonomiye geçmek, sonra da bağımsızlığını
gerçekleştirmek istediğini ve bu amaçla siyaset yaptığı ve terörizm de dahil
silaha başvurduğunu Yukarıda kısaca. anlatmaya çalıştım. Söylediğim gibi, bu
yönleriyle Ermeniler tehcir başlamadan önce siyasi bir grup
oluşturuyorlardı.
Kaldı ki bir grubu grup olarak yok etme iradesinin ancak o grup mensuplarına
karşı duyulan ırkçı nefretin yoğunlaşması sonunda ortaya çıktığını yukarıda
soykırıma ilişkin hukuku anlatırken gördük. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Ermenilere karşı ırkçı nefretin duyulmadığı biliniyor. Aslında, Batı’daki
anti-semitizm türü bir ırkçı nefrete İslam ve Türk toplumlarının tarihinde
hiç rastlanmıyor. Örneğin, Almanya’da Yahudiler bağımsızlık için mücadele
etmediler; teröre başvurmadılar; toprak istemediler; Almanya’nın savaş
düşmanlarıyla işbirliği yapmadılar; Alman ordularını arkadan vurmadılar,
lojistik yollarını kesmediler; nihayet terör örgütleriyle Alman sivilleri
katletmediler. Alman toplumuna tümüyle entegre olmuş, 40 Nobel ödülünün
11’ini kazanmış, barışçı, uygar ve başarılı. bir grup, başka hiçbir neden
yokken, sadece grup olması nedeniyle, önceden planlanarak, büyük bir
örgütlenme sonucu sistematik ve kitlesel biçimde yok edildi.
Hitler başta, sayısız yazar derin bir Yahudi düşmanlığını yıllarca dile
getirdiler. Anti-semitizm Holokost’tan on beş yıl öncesinden itibaren
tehlikeli biçimde yükselmiş olmakla birlikte, ikinci binin başından bu yana
aktif biçimde devam eden bir akımdı. Genelde Batı Avrupa, özelde Almanya’da
veba gibi epidemiler, sel ve deprem gibi doğal afetler ve savaşlarda
yenilgilerden sonra toplumların içindeki Yahudilere saldırıldığı,
mensuplarının öldürüldüğü, mallarının yağmalandığı görülüyordu. Yani
Hıristiyan toplumlar başlarına gelen felaketlerden Yahudileri sorumlu
tutuyorlardı. Yahudileri, Tanrı sayılan İsa’nın öldürülmesi nedeniyle,
tanrı-katili (deicide) olarak suçluyorlardı. Bu nedenle onları Deccal olarak
görüyorlardı. Anti-semitizmin birçok yönünü açıkça gösteren binlerle belge
ve yayın mevcut. Akılcı olması beklenen Rönesans yazarları içinde bile
Yahudi düşmanları vardı. Aydınlık çağında romantik yazarlar arasında
anti-semitizme sık sık rastlanıyor. Geçen yüzyılın en büyük filozoflarından
Heidegger’in ve ünlü psikiyatrist Jung’un bile anti-semit olduğu biliniyor.
Buna karşılık Osmanlı’da böyle bir anti-Ermenizm hiç olmadı. Onları
aşağılayan, insan altı ırk olduklarını ileri süren bir biyolojik akım ve
bunun tamamlayıcısı sosyal Darwinizm bulunmuyordu. İslam’da Hıristiyanlar
‘ehli kitap’ sayıldığından, Hıristiyanların Yahudilere yönelttikleri
suçlamaların benzeri Müslümanlarca Hıristiyanlara karşı hiç yapılmadı. Doğa
ve insan kaynaklı felaketlerde Ermenilerin veya diğer Hıristiyan gruplar
günah keçisi olarak hiç kullanılmadılar. Tersine, Ermeniler ‘millet-i
sadıka’ diye vasıflandırıldılar. Kamu alanında da aktiftiler. İçlerin de
merkezi idarenin yüksek kademelerinde yer alan memurların yanında, kaymakam,
paşa, vali, büyükelçi, hatta dışişleri bakanı olarak Türkiye’yi temsil eden
çok sayıda insan vardı. Misyonerler tarafından XIX.yüzyılın başından
itibaren açılan okullarda eğitildiklerinden, kısa zamanda zenginleştiler ve
imparatorluğun ekonomisine hakim oldular. Yahudiler gibi bazı mesleklerden
men edilmediler. Gettolarda yaşamaya mahkum edilmediler. En müreffeh sınıfı
oluşturdukları halde, haset ve kıskançlıktan ‘pogrom’lara maruz kalmadılar.
Bu şartlar altında Ermenilerin grup olduklarından dolayı ırkçı nefretle yok
edildikleri söylenemez. Bu durumda tehcirin ardındaki saikin saptanması önem
kazanıyor. Bu saik Ermenilerin, Ermeni olmalarının dışında bir başka nedene,
örneğin askeri ve siyasi bir nedene dayanıyorsa, bu soykırım kavramına
girmez.
Olanları anlayabilmek için yakın tarihe kısa bir bakış atmakta yarar
olabilir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının sonunda Yeşilköy’de imzalanan San
Stefano Antlaşması’na göre Balkanlar’da Ege ve Karadeniz’e sahildar olan ve
Makedonya’yı da içine alan büyük Bulgaristan bağımsız bir devlet oluyordu.
Bu ülke, savaş sırasında. 260 bin sivil Türkün ölmesi ve 515 binin de
ülkeden atılması sonucu nispeten daha homojen bir nüfusa kavuşuyordu. Aynı
şekilde savaş sırasında Erzurum a kadar ilerleyen Rus ordularından kaçan 70
bin Türk doğu Anadolu’ya sığınmıştı. Bu bölgede ölen sivil halkın sayısı ise
bilinmiyordu[17]. Antlaşma’ da ayrıca Osmanlı topraklarındaki Ermeniler için
“reform” yapılması öngörülüyordu. Yeşilköy’e gelmiş olan Grandük Nikola’yı
ziyaret eden Ermeni patriği Narses’in talebi üzerine reforma ilişkin bir
madde antlaşmaya ilave edildi. Ermeniler böylece Rusya’nın himayesine
girdiler. O güne kadar Tanzimat ve Islahat Fermanları ile yapılması istenen
reformlar, tüm Hıristiyan tebaayı hedef alıyordu. Bu kez bir grubun tek
başına reform. konusu olması ve bunun Rusya tarafından denetlenmesi söz
konusuydu.
Diğer büyük devletlerin Rusya’nın tek başına sağladığı bu ödünleri kabul
etmemesi üzerine yapılan Berlin Kongresi’nde Bulgaristan’ın boyutları
küçültüldü. Ama yurtlarını terk eden Türklerin geri dönmesi sağlanmadı.
Ermeni konusunda öngörülen reformlar ise teyit edildi. Ancak uygulamanın
denetlenmesini büyük ülkeler birlikte üstlendiler. Anadolu’da Ermeni nüfusun
bulunduğu. yerlerde konsolosluklar açtılar. Tehcire kadar geçen 30 yıllık
süre içinde Ermenilerin siyasi ve silahlı faaliyetleri, büyük devletlerin bu
himayesinin yarattığı Ermeni yanlısı Şartlarda gelişti.
1912-13 yıllarında bir yanda Osmanlı İmparatorluğu, öte yanda Yunanistan,
Bulgaristan ve Sırbistan arasında Balkan Savaşları oldu. Bu savaşlarda
1,450,000 Türk, Arnavut ve Pomak Müslüman öldü; 410 bini ise saldırgan
orduların önünden kaçarak, yakılan yıkılan yerleşim birimlerini geride
bırakarak, bombardımanlar altında Anadolu’ya doğru sürgün edildi. Böylece
Türklerin 500 yıldır vatanı olan, çoğunlukta oldukları bir çok yerde Türk ve
Müslüman varlığı sona erdi. Yılların biriktirdiği kültür varlıkları tahrip
edildi. I. Dünya Savaşı patladığında yüz binlerle mültecinin gelişinden
henüz bir yıl geçmişti.
Osmanlılar Taşnak liderleriyle Ağustos 1914’te bir toplantı yaptılar.
Ermenilerden sadık Osmanlı vatandaşları olarak hareket edeceklerine dair söz
aldılar. Ancak iki ay önce Erzurum’da yapılan gizli bir Taşnak
toplantısında, savaştan bilistifade Ermenilerin Osmanlı devletine karşı
geniş bir ayaklanma yapması kararlaştırılmıştı. Papazyan’ın da bilahare
teyit ettiği gibi, Ermeniler sözlerinde durmadılar ve Rus çıkarlarına hizmet
ettiler.
Rus Ermenileri de Osmanlı’ya saldıracak Rus ordularında yerlerini aldılar.
Eçmiadzin Katolikos Rusların Kafkasya genel valisini, “Rusların Osmanlıların
Ermeniler için reform yapmasını sağlamalarına karşılık, Ermenilerin Rus
savaş çabalarını kayıtsız Şartsız destekleyeceği”ni temin ediyordu[18]. Daha
sonra, Rus çarı tarafından Tiflis’te kabulünde Katolikos Çar’a “Ermenilerin
kurtuluşu Anadolu’da Türk hakimiyetinin dışında otonom bir Ermenistan’la
sonuçlanacak ve bu Rusya’nın yardımıyla geçekleşecek” dedi[19]. Mart 1915’te
Rus kuvvetleri Van’a doğru harekete geçtiler. 11 Nisan günü Van Ermenileri
isyan etti ve Müslüman halka saldırdı. 21 Nisan günü Çar II. Nikola Van
Ermeni Devrimci Komitesi'ne bir telgraf çekerek, “Ruslara hizmetlerinden
dolayı” teşekkür etti. Amerika’daki Ermeni gazetesi Gochnak 24 Mayıs tarihli
sayısında “Van’da sadece 1 ,500 Türk” kaldığı müjdesini veriyordu.
Osmanlı sınırını aşan Rus ordusu içindeki Ermeni güçlerine, devrimci ismi
Armen Garo olan eski Osmanlı milletvekili Karekin Pastırmacıyan kumanda
ediyordu; Diğer bir eski milletvekili Hamparsum Boyacıyan, Murat kod adıyla,
Türk köylerine saldıran ve sivil nüfusu katleden gerilla gücünün başındaydı.
Yine bir eski milletvekili Papazyan Van, Bitlis ve Muş bölgesinde çarpı Şan
gerillaların lideriydi.
Osmanlı yönetimi Ermeni patriği nezdinde sonuçsuz kalan bir uyarıda daha
bulunduktan sonra 24 Nisan günü Ermenilerin entelektüeller dediği , komitacı
liderleri tutuklamaya başladı.
Bu gelişmelerden tehcir kararının nedeni açıkça görülüyor. Ermenilerin Rus
ordusuyla işbirliğine başlaması; Van’da isyan çıkarması; Er-meni
gerillaların civar illerde etnik temizliğe girişmesi, Osmanlılar için,
bilinen eski bir hikayenin tekrarı niteliğindeydi. Balkanlar’da Ruslarla
birlikte Balkan Hıristiyanların yaptığı gibi, bu kez Rus ordularıyla
birlikte hareket eden Ermeniler, bölgedeki Türk ve Müslümanları etnik
temizliğe tabi tutmaya, katletmeye, yerlerini yurtlarını yıkmaya başlamıştı
. Ermenilerin önce bu askeri faaliyetlerine, sonra da siyasi emellerini
gerçekleştirmelerine imkan vermemek amacıyla imparatorluğun doğu cephesinden
uzak bir bölgesine taşınması kararlaştırıldı.
YOK ETME KASTI VE İRADESİ
Sözleşme’nin II. maddesine göre yok etme amacıyla sayılan beş fiilden
birinin işlenmesi, soykırım sayılabiliyor. Bunun için bir grubu grup
niteliğiyle yok etme kastının mevcut bulunması gerek. Bu nedenle, Ermeni
tarihçiler Osmanlı yöneticilerin Ermenileri grup olarak yok etme amacı
taşıdıklarını kanıtlamaya çalıştılar. Böyle bir kanıta rastlamayınca da
yalan söylemekten çekinmediler[20]. Aram Andonian adlı bir Ermeni Talat
paşaya atfen yok etme emrinin verildiği telgrafları yayımladı. Bunların
sahte olduğu kısa zamanda ortaya çıktığı halde, propaganda malzemesi olarak
kullanılmaya devam edildi.
Mamafih bir süre sonra yok etme amacını kanıtlayacak belgelerin
bulunamaması, Ermeni yanlılarını farklı bir stratejiye itti. Önemli olan
sonuçtu. 1,5 milyon Ermeni’nin tehcir sırasında öldüğünü iddia etmeye
başladılar. Rakamın yüksek tutulmasının bir nedeni propaganda etkisi iken,
diğeri de tehcirle yok etme kastının varlığını dolaylı yoldan ispat ederek,
soykırımı kanıtlamaktı. Bu amaçla tehcir öncesi Ermeni nüfusunun da yüksek
gösterilmesi gerekiyordu. Bir yalan bir başka yalana yol açıyordu. Tarih,
hukukun gereklerine göre tahrif ediliyordu.
Bizim açımızdan, Ermenilerin otonomi veya bağımsızlık için siyasi ve silahlı
mücadele yapması, grup mensuplarının gruba ait olduğu için öldürüldüğü
tezini boşa çıkarıp, tehcirin soykırım olmadığını kanıtlamaya yeterli. Ancak
siyasi amaçla dahi olsa bir sivil halkın sistematik ve kitlesel biçimde
öldürülmesi insanlığa karşı suç oluşturuyor[21]. Kaldı ki Ermeni soykırım
tezi artık Sözleşme’nin II.maddesi (c) fıkrasına dayandırılıyor. Buna göre,
Osmanlılar’ in Ermenileri açıkça yok etmekten çekindikleri için, tehcirden
yararlanıp, Ermenilerin yok olmalarını sağlayacak yaşam şartlarını onlara
dayattıkları; tehcir sırasında saldırılardan koruma, güvenli ulaşım sağlama,
gıda ve ilaç tedarik etme, tedavilerini yapma, barınak ihtiyaçlarını
karşılama gibi görevlerini yerine getirmeyerek (omission) ölümleri
hızlandırdıkları ; hatta Teşkilat-ı Mahsusa’nın ve hapishanelerden serbest
bırakılan canilerin katliamlarını bizzat örgütledikleri ileri sürülüyor.
Unutmamak gerekir ki, doğrudan etkisi olan öldürme gibi fiillerin yanında,
devletin görevini ihmal ederek ölümlere bilerek neden olması da soykırım
fiili sayılabiliyor.
Tehcirin amacının Rus ordularıyla birleşip, Hınçakların haritasındaki
Türklerin, Balkanlardaki Türkler gibi etnik temizliğe maruz kalmasını
önlemek olduğunu Yukarıda anlatmıştım. Ermeniler, bir yandan Rus ordusu
içinde kendi birliklerini kurup Osmanlı ordusuna karşı doğu cephesinde
savaşırken, diğer cephelerde savaşan Osmanlı ordularından da kaçarak ülke
içinde gerilla grupları oluşturmaya, Türk ve Müslüman yerleşim yerlerine
saldırmaya, Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurmaya, lojistik hatlarını kesmeye
başladılar. Bu faaliyetlerin ilk adımını Van isyanı oluşturdu.
Hükümet Ermenilerle anlaşma imkanlarının kaybolduğunu, patrik aracılığıyla
yaptığı uyarıların dikkate alınmadığını gördükten sonra. bölge
Ermenilerinin, yine Osmanlı topraklarının bir bölümü olan Suriye ve kuzey
Irak’a tehcir etme kararını aldı. Başkumandan vekili Enver Paşa İçişleri
Bakanı Talat Paşa’ya 2 Mayıs 1915’te gönderdiği bir telgrafta, Rusların 20
Nisan günü, kendi sınırları içindeki Müslümanları perişan şekilde
sınırlarımıza sürdüğünü bildiriyor; Van civarındaki Ermenilerin isyanına da
atıfta bulunarak, Ermenilerin ya Rus sınırına sürülmesini ya da başka
yerlere dağıtılmasını öneriyordu. Bunun üzerine Talat Paşa sorumluluğu
bizzat yüklenerek, Ermeni tehcirini başlattı. Bir süre sonra da sorumluluğu
paylaşmak için 30 Mayıs günü konuya ilişkin bir geçici yasa çıkarılmasını
sağladı. Böylece komutanlara, asayişi bozan, silahlı saldırgan ve
direnişçileri, tecavüz ve direnişleri sırasında imha etme; casusluk ve
vatana ihanet eden köy ve kasaba halkını tek tek veya toplu halde başka
yerlere sevk ve iskan etme yetkileri verilmekle, tehcir işi orduya
devredilmiş oldu[22].
Buradan da görüleceği üzere Ermeni tehciri için çok önceden karar verilmiş
olması; bu karara uygun olarak planlar yapılması; gerekli teşkilatlanmanın
oluşturulması ve nihayet hazırlıkların tamamlanarak tehcire başlanması söz
konusu olmadı. Ortada, doğu cephesindeki gelişmelerden endişelenen bir
komutanın acilen önlem alınması talebi var. Hükümet bu talebe derhal cevap
vermek istiyor. Önceden hazırlık yapılmadığı öylesine açık ki, İç İşleri
Bakanı Talat Paşa daha fazla gecikme olmasın diye, gerekli yasayı bile
çıkarmadan göç hareketini başlatıyor. Yasa arkadan geliyor. Bu durumda yok
etme kastıyla plan ve örgütlenme yapılması söz konusu değil.
Yasanın metninde, sevk sırasında istirahatlarının, can ve mal
güvenliklerinin temini; “göç ödeneği”nden gıdalarının sağlanması; iskan için
gerekli arazi tahsisi, ihtiyaç sahiplerine hükümetçe konut inşası;
çiftçilere tohumluk, alet-edevat dağıtılması; geride bıraktıkları değerlerin
bedelinin kendilerine ödenmesi; terk ettikleri gayrı menkullere başkalarının
yerleştirilmesi halinde bunların değerinin saptanıp sahiplerine verilmesi
gibi hususlar yer alıyor[23].
Ayrıca 10 Haziran 1915 tarihinde yayınlanan talimatname ile de tehcire tabi
tutulan Ermenilerin malları koruma altına alındı. Gittikleri yerlere
yerleşmelerini kolaylaştırmak içinde nakdi ve ayni yardımda bulunuldu. Sevk
edilen Ermenilerin geride kalan taşınmaz malları hükümetçe kendileri namına
müzayede ile satıldı ve kurulan komisyonca kendilerine ödendi[24]. 25 Kasım
1915 tarihinde Anadolu’daki vilayetlere gönderilen bir emirle tehcir geçici
olarak durduruldu. Daha sonra yapılan tehcir mevzii kaldı. Nihayet 1916
sonunda da tehcire fiilen son verildi. Savaştan sonra Ermenilerin
istediklere yerlere dönmeleri için izin çıktı. Komisyonlarca hıfzedilen veya
satılan gayrı menkullerini geriye almaları için kolaylık gösterildi[25]. Tüm
bu düzenlemeler bir soykırım girişimine tezat teşkil etmektedir.
Tehcir uygulamasıyla ilgili olarak başkentle taşra teşkilatı arasında
cereyan eden yazışmalarda da Ermenileri yok etme kastı kuşkusu yaratan
hiçbir atfa rastlanmıyor. Tersine güvenlikli biçimde sevk edilmelerini
sağlamak amacıyla karşılıklı taleplerde bulunulduğu görülüyor. Bunlar
arasında en ilginç olan yazışmalardan bir bölümü Erzurum valiliğiyle Talat
Paşa arasında geçiyor. Rus sınırında olduğu için öncelik verilen bu bölge
Ermenilerinin tüm şahsi eşyalarını birlikte götürebilecekleri bildiriliyor.
Diyarbakır, Harput, Sivas Ermenilerinin ihracına gerek olmadığı belirtiliyor
ki, Rus tehlikesi orta Anadolu’ya yönelince bu karar değiştiriliyor.
Erzurum’dan sevk edilen 500 kişilik bir gruba Erzincan ile Erzurum arasında
“Kürtlerce” saldırılması üzerine, yol boyunca mevcut köy ve kasabalardan
yapılacak saldırıların şiddetle cezalandırılması Diyarbakır, Elaziz ve
Bitlis’ten isteniyor. Dersim eşkıyasının Erzurum’dan gelen Ermenilere
saldırmaları üzerine Elaziz valiliğine acil tedbir alması emrediliyor.
Tehcir sırasında Ermenilerin güvenliğin in tam olarak korunamadığını görüp
sevki durdurduğu anlaşılan Erzurum valisine ertelemenin askeri nedenlerle
mümkün olmadığı anlatılıyor. Buna rağmen zaman zaman Erzurum’dan göçün
durdurulduğu görülüyor[26].
Tüm bu tedbirlere rağmen sivil Ermenilerin tehcir sırasında öldüğüne kuşku
yok. Bu ölümlerin, devletin asli görevini bilerek ihmal etmesinden
kaynaklanmadığı açık. Doğu cephesindeki 90,000 kişilik Osmanlı ordusu da
Sarıkamış’ta donarak öldü. İklim ve coğrafya şartları, Ermeni konvoylarını
korumakla görevli askeri birliklerin yetersizliği, ihtiyacı karşılayacak
gıda ve ilaç bulunmaması ve salgın hastalıklar . ölümlerin doğal nedenlerini
oluşturuyor.
Son günlerini yaşamakta olan bir devletin güçsüzlüğü görev ihmali olarak
nitelenemez.
Britanya arşivlerinde bulunan orijinal bir Osmanlı belgesinde (dosya no:371
, belge 9518 E. 5523) “Bu talimatın amacı münhasıran (terörle uğraşan)
komitelerin kapatılmasıyla ilgili olduğundan, Türklerle Ermenilerin
birbirlerini öldürmelerine yol açacak hiçbir uygulama yapılmaması
gerekmektedir.” deniyor. Bu belgenin üzerine dış işleri memuru D.G. Osborn,
“her ne pahasına olursa olsun katliamı önlemeyi amaçlıyor” diye not
düşüyor[27].
Bütün bunlar tehcirin Ermenileri yok etmek amacıyla düzenlenmiş olmadığını
gösteriyor.
Bazı Ermeni yanlısı yazarlar, arşivlerin tasnifi nedeniyle gecikerek
açılmasını, hükümetin yok etme kararını kanıtlayacak belgelerin ortadan
kaldırılmasını amaçladığını ileri sürüyorlar. Bunlar savaş sonunda
İttihatçıların kendilerini ilzam eden belgeleri toplayıp imha ettiklerini
iddia ediyorlar. Oysa Osmanlı arşiv sisteminde gelen ve giden evrak kayıt
defterlerine işleniyor. Bir kez buna kaydedilen bir belgenin yok edilmesi
mümkün değil. Kaldı ki Bab-ı Ali’nin gönderdiği çok büyük sayıya varan
belgeler çok çeşitli taşra merkezlerine dağılıyor. Büyük bir bölümü de
birden çok merkeze gönderilen genelgelerden oluşuyor. Hükümet merkezindeki
müsveddelerin imha edildiği varsayılsa dahi, taşradaki asıllarının yok
edilmesi pratik olarak imkansız.
Dönemin hükümetinde Ermenileri yok etme kastının bulunmadığının. açık bir
kanıtı da sevk sırasında Ermenilere saldıran çetelerle, Ermenilerin
durumundan yararlanan, görevlerini yapmayan ve yetkilerini kötüye
kullananların divan-ı harbe sevk edilerek cezalandırılmaları oluyor. 1918
yılına, yani Mondros Mütarekesi’ne kadar bu çerçevede 1397 kişi çeşitli
cezalara çarptırılıyor ve yarısından çoğu idam ediliyor[28]. 28 Yahudi
soykırımından sorumlu Nazi SS'lerinin böyle nedenlerden değil de, soykırımı
etkin biçimde uygulamamalarından dolayı cezalandırıldıkları biliniyor.
SOYKIRIM FİİLLERİ
Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırımda büyük çoğunlukla Sözleşme’nin
2.maddesi (a) fıkrasında kayıtlı olan “ Gruba mensup kişileri öldürme”
fiilini işledikleri görülüyor. Bilindiği gibi bu katliamlar temerküz
kamplarına taşınan, yani ‘deporte’ edilen Yahudilerin bu kamplarda uzun süre
yaşanması mümkün olmayan şartlarda tutulmaları, sonra da gazla öldürülmeleri
şeklin de oluyor. Bir başka ifadeyle ‘deportasyon’ ölümlere neden olan bir
soykırım fiili değil. Buna karşılık kamplardaki yaşam Şartları Sözleşme 2.
madde (c)’ye, gaz odalarındaki ölümler de aynı madde (a)’ya uygun fiiller.
Bu fiiller, Naziler tarafından önceden planlanarak, örgütlenerek ve
sistematik ve kitlesel biçimde uygulanarak gerçekleştiriliyor.
Tehcir sırasında Ermeni nüfusa ve yerleşim birimlerine Osmanlı güçlerince
silahlı saldırılar olmaması 2.madde (a) ve (b)’de öngörülen fiillerin
işlenmediğini gösteriyor. Ermeni taraftarı yazarlar, etnik temizliğin bu
temel unsurunun tehcirde bulunmamasını telafi etmek ve tehciri soykırım gibi
göstermek için, tehcirin madde.2 (c)’ye göre Ermenilerin fiziksel olarak yok
edilmelerini dolaylı yoldan sağlamak için, “grup yaşam şartlarının bilerek
ya da kasten bozulmuş” olduğunu ileri sürüyorlar. Kısaca Osmanlılar,
Ermenileri açıkça katletmemişler; tehcirin şartlarını Ermenilerin
kendiliklerinden ölmelerini sağlayacak şekilde ayarlamışlar. Ermeni soykırım
tezi tümüyle bu zemine oturuyor.
Açıkça soykırım fiilleri işlemekten farklı olarak, tehcirin dolaylı soykırım
olduğunu kanıtlamak çok daha zor. Zira soykırım için gerekli yok etme
kastının varlığını gösterecek beyan ve talimatlara rastlamak imkansız.
Aksine tüm arşiv belgeleri tehcirin imkan ölçüsünde az kayıpla
uygulanmasıyla ilgili.
Bu gerçeği saptırmak için Ermeni yazarlar iki izah yoluna başvuruyor. Tehcir
sonucunda ölenlerin sayısı olağanüstü yüksek gösteriliyor. Bu amaçla önce
toplam nüfus rakamları yükseltiliyor, sonra da buna oranla ölenler çok
yüksek saptanıyor ve böylece amacın göç değil öldürme olduğu kanıtlanmak
isteniyor. Bu yaklaşımı destekleyen diğer yol ise, sözlü tarih denen ve
tehciri yaşamış olanların başlarından geçenlerin derlenmesi suretiyle kastın
yok etme. olduğunu ispatlamaktan oluşuyor. Denebilir ki, Ermeni tarihçilerin
yazdıkları kitapların hemen tümünde soykırım bu yöntemlerle kanıtlanıyor.
Tehcir sırasında çok sayıda aile ve bireyin kişisel trajediler yaşamış
olduklarına kuşku yok. Mübadele bile daha hafif ama benzer trajediler
yaratıyor. Ancak, bu durum grubun soykırıma uğramış olduğunu göstermez. Bu
açıdan sözlü tarih yaklaşımı, hukuki değeri olmamak bir yana, tarih yazımı
bakımından da sorunlu, tarihle hatırat arası bir alan.
Yukarıda da belirtildiği üzere tehcir, 20 Nisan 1915 tarihinde Rusların bir
Müslüman sivil topluluğu perişan halde sınırlarımıza sokması olayını Enver
Paşa’nın Talat Paşa'ya 2 Mayıs’ta yazılı olarak bildirmesi üzerine resmen
alındı. Daha önce Ermenilerin Van’da isyan çıkarmalarını takiben 24 Nisan’da
silahlı Ermeni gruplara karşı bazı küçük harekatlar başlamıştı. Tehcirin
soykırım olduğunu kanıtlama sadedinde, aynı gün tutuklanan 235 Ermeni
komitacı liderin, Ermeni toplumunun ileri gelen entelektüelleri olduğu
iddiasının geçerli olmadığı biliniyor.
Osmanlı Hükümeti, Enver Paşa’nın iki önerisinden diğerini, yani Rusların
Müslümanlara yaptığı gibi, Ermenileri Rus sınırına sürmeyi yeğleyebilirdi.
Bu, Balkan ülkelerinin Ermenilerden çok daha büyük Türk ve Müslüman nüfusa
yaptığı Şeydi. İngiliz ve Fransızlara karşı bir ölüm kalım savaşına girmiş
olan imparatorluğun, bunların kamuoyundan çekinmesi ve tehcirin arkasına
saklanması için fazla bir neden yoktu. Bir başka deyişle, İttihatçılar için,
Türklere ve Müslümanlara yapılanın aynısını Ermenilere yapmak sanıldığı
kadar zor değildi. Tehcirin seçilmiş olması, bu nedenle, dolaylı öldürme
değil, Ermenileri ülkenin savaş güvenliği açısından daha az sakıncalı bir
bölgesine taşımaktan ibaretti.
Ermeni toplam nüfusuna gelince, 1. Dünya Savaşı öncesi Batı kaynaklarına
göre 1,555,000 (Fransız Sarı kitabı) ile 1 ,056,000 (İngiliz Yıllığı)
arasında değişiyor. Bu rakam zaman ilerle dikçe 3 milyona kadar çıkıyor.
Fransız Milli Meclisi’nin kabul ettiği soykırım yasasına esas olan raportör
François Rochebloine’ın 15 Ocak 2001 tarihli raporunda, Ermeni nüfusu 1,8
milyon olarak veriliyor. Ölümlere ilişkin rakamlarda da sürekli artış trendi
izleniyor. Encyclopaedia Britannica'nın 1918 tarihli nüshasında 600 bin
olarak gösterilen Ermeni ölümlerinin, 1968 nüshasında 1,5 milyona çıktığı
görülüyor. Rochebloine raporunda, başka hiçbir yerde rastlanmayan biçimde,
600 bin Ermeni’nin bulundukları yerde, diğer bir 600 binin tehcir sırasında
olmak üzere 1,2 milyonun öldüğü; 200 bininin Kafkaslara (Rus ordularıyla
birlikte) kaçtığı; 100 bininin kaçırıldığı (?); 150 bininin tehcirden
ölmeden kurtulduğu; 150 bininin de tehcire uğramadan kaçtığı belirtiliyor.
Ermeni nüfusu olarak, döneminde Batılı iki kaynağın ortalaması olan Osmanlı
istatistiklerindeki 1,295 milyonun esas alınması doğru olacak. Zira
Osmanlılar vergilendirme ve askere alma gibi işlemleri düzenli bir biçimde
gerçekleştirebilmek için nüfus kayıtlarını doğru tutmak zorundaydılar.
Ölenleri hesaplamak için önce tehcirle sağ salim Suriye ve Irak’a
ulaşanların sayısını bulmak lazım. Osmanlı İçişleri Bakanlığı’nın 7 Aralık
1916 tarihli raporunda 702,900 kişinin nakledildiği, bu amaçla harcanan para
ile birlikte bildiriliyor[29]. Milletler Cemiyeti’nin Göçler Komisyonu, I.
Dünya Savaşı boyunca Türkiye’den Rusya’ya geçen Ermenilerin sayısını 400-420
bin olarak veriyor[30]. Tehcire tabi tutulmayan İstanbul, Kütahya, Aydın
(İzmir dahil)da yaşayan Ermenilerin 170-180 bin olduğu hesaba katıldığında,
tehcir dolayısıyla ölen Ermenilerin ciddi bir rakama ulaşmadığı sonucu
çıkıyor.
Sevres müzakerelerinden önce İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin İngilizlere
verdiği bilgiye göre, 1920’de Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı sınırları
içinde kalan Ermeni nüfus 625 bin. Buna Kafkaslara gidenler eklendiğinde
1,045 milyon ediyor. Savaş öncesi toplam nüfus l,3 milyon olduğuna göre,
ölenler 265 binde kalıyor.
Ermeni Milli Komitesi başkanı olarak Paris Barış Konferansı’na katılan Bogos
Nubar Paşa, 700 bin Ermeni’nin başka ülkelere göçtüğünü; 280 bin Ermeni’nin
Türkiye sınırları içinde yaşadığını ilan ediyor. Bunların toplamı 1,3
milyondan çıkarıldığında, 320 bin Ermeni’nin öldüğü anlaşılıyor. Ama kendisi
1 milyondan fazla Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia edebiliyor ki bunun doğru
olabilmesi için savaş öncesi Ermeni nüfusunun 2 milyonu geçmesi gerekiyor.
Adı geçen savaş öncesi Osmanlı Ermenilerinin 4,5 milyonluk bir nüfusa sahip
olduğunu vurguluyor ve gelecek kuşaklara açık arttırma konusunda ilk örneği
oluşturuyor.
Savaş sırasında propaganda işlerinden sorumlu Arnold Toynbee’nin yazdığı
“Mavi Kitap”ta ölen Ermenilerin 600 bin olduğunu bildiriyor[31]. Bu rakam
bilahare Encyclopaedia Britannica’ya geçiyor. Buna karşılık Toynbee’nin 38
nolu notunda, 5 Nisan 1916’a kadar tehcirle Zor, Şam ve Halep’e ulaşan
Ermenilerin sayısı 500 bin olarak veriliyor. Tehcire tabi olmayan 180 bin ve
Kafkaslara giden 400 binle birlikte Ermeni nüfusu 1 ,7 milyona çıkıyor.
Nüfus 1,3 milyon olarak alınırsa, ölenlerin 600 binden 200 bine inmesi
gerekiyor.
Yukarıdaki rakamlardan, Ermeni nüfusuna ilişkin değişik tahminlere göre,
Ermeni kayıplarının birkaç binden 600 bine kadar uzandığı anlaşılıyor.
Ölümlerin 300 bini aştığını gösteren tüm istatistiklerin savaş öncesi Ermeni
nüfusunu aşırı derece yükselttiği görülüyor. Şurası unutulmamalıdır ki, tüm
olumsuz koşullara rağmen Toynbee’ye göre bile yaklaşık 500 bin kişi
varacakları bölgeye varmışlardı. Bu da olayın bir soykırım olmadığını
gösteriyor, zira eğer soykırım gerçekten düşünülseydi, kimse hayatta
bırakılmazdı.
Her şeye rağmen ciddi boyutlarda ölümlerin vuku bulmuş olması muhtemel.
Ancak tüm ölümlerin tehcir sırasında olmadığını da akılda tutmak gerekiyor.
Dönemin savaşlarında düşman ordularının önünden kaçanlar da göç halinde
bulunuyorlar. Rus ordusunun 1915 Mayıs ayında Van civarında başlayan
harekatından sonra, Osmanlı ordusu kaybettiği yerleri geri alıyor. Ondan
sonra başlayan çok daha büyük Rus saldırısı Elazize kadar ulaşıyor. 1917
Ekim devriminin hemen ardından Rus orduları bu kez çekiliyorlar ve
Osmanlılar tekrar ilerliyor. Bu ileri geri askeri hareketlerin önünde
Türkler de Ermeniler de göçe zorlanıyorlar. Örneğin doğu Anadolu’da ülke içi
göç etmek zorunda kalan Müslüman nüfusun 900 bin civarında olduğu
hesaplanıyor[32]. Son derece zor bir coğrafyada, çoğu kez
Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapmayan çetelerin saldırı ve soygunlarına da
maruz kalarak, ilkel ulaşım şartlarında soğukta yürüyerek veya araba ve atla
yapılan göçlerde 3-4 gün içinde yiyeceklerin bitmesi, su sıkıntısı ve
yorgunluktan, özellikle çocuk ve yaşlıların zayıf düşmesi üzerine, tifo ve
tifüs hastalıklarının ölümleri süratle arttırdığı görülüyor.
Aynı coğrafi ve fizik şartlarda yapılan tehcirin, bir çok bakımdan bu tür
göçlerden çok daha güvenli ve sağlıklı olduğu söylenebilir.
Kaldı ki, Kurtuluş Savaşı sırasında Maraş’ı boşaltan Fransızlarla birlikte
çekilen 5000 Ermeni’nin, 10-24 Şubat 1920’de yaptıkları yolculuğun zor
şartları dolayısıyla, dış saldırılara uğramadıkları halde, 2-3000’i
ölüyor[33].
Bu nedenlerle, Barış Konferansı sırasında bir Alman raporuna atfen, Bogos
Nubar Paşa, Türklerin Ermenilerden daha fazla kayıp verdiğini; Türklerin
savaş sırasındaki tüm kayıplarının 2,5 milyon olduğunu; bunun “savaş,
epidemi ve kıtlıkla, ilaç ve hastane personeli yetersizliği” dolayısıyla
vuku bulduğunu; bu kayıpların en az yarı-sının “Rus ve Ermeni ordularınca
işgal edilen Ermeni vilayetlerì”nde yaşayan Türkler arasında gerçekleştiğini
bildiriyor. Bu, doğu Anadolu’da 1.25 milyon Müslüman’ın ölmüş olması demek.
Gerçekten de bilahare yapılan nüfus çalışmaları bu rakamın doğruluğunu büyük
ölçüde kanıtlıyor. Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı sırasında savaş alanı
kayıpları 500-550 civarında. Sivil nüfus kaybıysa 2 milyon. Savaş alanı
Anadolu’nun doğusu olduğundan, kuşkusuz, toplam sivil kayıpların yarısından
fazlasının bu bölgede olması doğal. Nitekim McCarthy’nin 1914-21 arasında
bölgedeki sivil Müslüman kayıplara ilişkin tahmini de 1,19 milyon,
Nihayet Türk ve Ermeni sivil nüfuslarının ‘mukatele’ denen karşılıklı
çatışmalardaki ölümleri de, kesin rakamlar bilinmemekle birlikte, bu
toplamların içinde yer alıyor. 1980’lerin başında başlatılan ve toplu
mezarların incelenmesini amaçlayan Şüheda projesinin bulgularına göre, doğu
Anadolu’da çok sayıda toplu mezar mevcut. Antropolojik çalışmalar bu
mezarların kimlere ait olduğunu bilimsel şekilde ortaya çıkarıyor. Henüz
genel bir değerlendirme için erken olmakla birlikte, Türklere ait mezarların
daha çok olduğu görülüyor. Bu mezarlardan, halkın Ermeni mezalimi hakkında
söylediklerinin bir mitoloji olmadığı da anlaşılıyor. Savaşa katılan
Müslümanlar savaş sonuna kadar orduları terk etmiyorlar. Buna karşılık
Ermeni kökenli askerlerin yoğun olarak kaçtıkları görülüyor. Bunların
oluşturduğu silahlı grupların Müslüman köylerine yaptıkları saldırılara
karşı eli silah tutan kimse bulunmadığından, etkin savunma yapma imkanı
bulunamıyor. Müslüman ölümleri bu nedenle Ermeni ölümlerinden bu denli daha
büyük oluyor.
Anadolu’nun doğusuyla batısından tehcir edilenlerin akıbeti arasında fark
var. Batı’dan yapılan kısmi tehcir demiryollarının bulunması dolayısıyla çok
daha az ölümlere yol açıyor ve savaş sonunda geri dönenlerin sayısı da
yüksek oluyor. Buna karşılık doğuda arazinin sarp olması, demiryolu
bulunmaması ve çetelerin faaliyetlerine karşı, cephelerde savaşmayan çok az
sayıda jandarmanın Ermenileri korumakla görevlendirile bilmesi, Ermeni
ölümlerinin batıdan daha fazla olmasına neden oluyor.
Yine de Ermeni ölümlerinin iddia edilenin çok altında kalan sayısı ve bu
ölümlerin çoğunluğunun tehcir dışı vuku bulmuş olması gerçeği, tehcirin yok
etme kastını gizleyen bir soykırım fiili olmadığını gösteriyor. Aksi halde,
‘soykırımcı’ Türklerin ‘soykırım kurbanı’ Ermenilerden çok daha fazla kayıp
verdiği, garip ve izahı zor bir soykırımla karşı karşıya kalmış olacaktık.
KISMEN VEYA TAMAMEN
Soykırımda bir grubun tümünü veya bir bölümünü yok etme iradesiyle bazı
fiillerin işlenmesi gerekiyor Soykırımda, bir grubun mensuplarının o gruba
ait olduklarından dolayı, ırkçı nefretle yok edilmesi söz konusu olduğundan,
yok etme iradesinin mantıken grubun tümüne dönük olması lazım. Soykırım
sonunda grubun bir kısmının kurtulması, hepsini yok etme kastının bulunmamış
olmasından ziyade, geriye kalanların soykırım yapan örgütlenmenin erişiminin
dışında kaldığını ya da soykırım yapanın gücünün işi bitirmeye yetmediğini
gösteriyor. Bu, Nazilerin Yahudileri soykırıma uğratmasında böyle olmuştu.
Ermeni tehciri sadece Gregoryan Ermenilerin sevkini öngördü. Katolik ve
Protestan Ermeniler tehcir dışı kaldılar. Üç dine mensup Ermenilerin sadece
bir dine mensup olanlarının tehcir edilmesi, Osmanlılarda Ermenilerin tümüne
dönük bir ırkçı nefretin bulunmadığını gösteriyor. Kaldı ki esasen Katolik
ve Protestan gruplara mensup olanlara karşı bir ırkçı nefretin bulunmaması,
İslam açısından üç dinin de Hıristiyanlığın sadece farklı mezhepleri olarak
algılandığı göz önüne alındığında, Osmanlılarda Gregoryanlara karşı da ırkçı
nefretin bulunmadığını kanıtlıyor. İmparatorlukta Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasında din konusunda, tehcirle sonuçlanacak bir ihtilafın
bulunmadığı da biliniyor. Ortodoks Ruslarla dindaş olan Gregoryan
Ermenilerin, Rus ordularının yardımıyla, bölgede etnik temizliğe girişip
bağımsızlık kazanması ihtimalini bertaraf etmenin tehcirde payı olduğu
aşikar. Rus ordusunun ilerleme hattı üzerinde bulunan bu en büyük Ermeni
grubun için-den çıkan terörist ve gerillaların Osmanlı ordusunu arkadan
vurması, lojistik yollarını kesmesi, Müslüman yerleşim birimlerinde
katliamlara girişmesi, tehciri askeri açıdan kaçınılmaz kılıyor. Bu nokta
tehcir kararının altında yatan nedenin, ülke savunması, güvenliği ve toprak
bütünlüğü ile Türklerin can güvenliğini koruma olduğunu gösteriyor.
Öte yandan bazı kentlerdeki Ermeniler, dini aidiyetlerine bakılmaksızın
tehcirin dışında bırakılıyor İstanbul, Kütahya ve Aydın -ki İzmir’i de
kapsıyor- Ermenileri bunların arasında bulunuyor. İzmit, Bursa Kastamonu,
Ankara ve Konya’dan tehcir edilen Ermeniler hemen tümüyle geri dönüyorlar.
Kayseri, Sivas, Harput, Diyarbakır Ermenileri büyük kısmıyla geri döndükleri
halde, köylerine gidemiyorlar. Erzurum ve Bitlis’ten tehcir edilenler ise
Kilikya’ya geçiyorlar[34] ve Kurtuluş Savaşı. sırasında Fransızlarla
birlikte Türklere saldırıyorlar.
Tehcir yapılmayan illerdeki Ermenilerin sayısı 170-180 bin civarında. Ama
bunun sembolik anlamı önemli. Irkçı nefretin yol açtığı Yahudi soykırımında,
Berlin veya Münih Yahudilerinin soykırım dışında bırakılabileceğini düşünmek
bile mümkün değil. Sadece bu örnek bile Ermenilere soykırım yapılmadığını
ortaya koyuyor.
MAHKEMELER
Savaştan sonra İstanbul’un işgaliyle birlikte Sevres Antlaşması’na göre
Ermeni olaylarını kovuşturmak amacıyla mahkemeler kuruldu. Bunların en
ünlüsü Nemrut Mustafa mahkemesiydi. Amiral Calthorpe 24 Ocak 1919 günü
Londra’ya gönderdiği bir telgrafta, Vezir-i Azam’ın kendisine 160-200
kişinin tutuklandığını söylediğini bildiriyor. Mahkemenin bir özelliği,
İttihat Terakki düşmanı Hürriyet ve İtilaf Hükümeti’nce kurulmuş olmasıysa,
diğeri de sanıklara savunma hakkının tanınmaması oldu. Bir süre sonra
mahkemenin adil yargı yapamayacağını, belki de etkin yargıda
bulunamayacağını anlayan İngiliz işgal kuvvetleri 118 sanığı Malta adasına
taşıdı. Günün hukuk kurallarına aykırı olmasına rağmen, İngiliz mahkemesinin
bu sanıkları yargılamasını istedi. Savaşa gecikerek girmesi dolayısıyla 1916
yılına kadar açık olan Amerikan Büyükelçiliği ve Anadolu’daki
konsoloslukları nın elindeki kanıtların İngiltere’ye verilmesi talep edildi.
İngiltere’nin Vaşington Büyükelçiliği’nden bir uzman Amerikan arşivlerini
incele dikten sonra, Londra’ya çekilen 13 Temmuz 1921 tarihli bir telgrafta
Amerika’nın elinde Malta’daki sanıkları suçlamada kullanılabilecek herhangi
bir kanıt olmadığı bildirildi. İngiliz Kraliyet başsavcısı, 29 Temmuz 1921
tarihli raporunda, “...Şu ana kadar sağlanan yazılı tanıklıklarda, sanıklara
yöneltilen suçları belli bir kesinlikle ortaya koyan bilgiler elde
edilmediğinden , bana sunulan davaların başarısı hakkında herhangi bir
beyanda bulunamayacağımı bildiririm” demekteydi.
Bundan sonra hala Ermenilere karşı soykırım suçunun işlendiği iddiası,
sadece bir sözleşmenin geriye işletilmesi gibi hukuka aykırı bir istek
olmayacak, hakkındaki suçlamalardan dolayı yargılanması dahi mümkün olmadığı
karara bağlanan kişilerin, yeni kanıtlar yokken, yargılanmalarını istemek
anlamına gelecektir. Eğer Ermeni soykırım iddiaları, Sözleşme’nin IX.
maddesindeki devlet sorumluluğu ilkesine dayandırılıyorsa, hukuktaki
gelişmenin soykırım fiillerini işleyen kişilere münhasır olduğunu ya da o
hale geldiğini de unutmamak gerekir.
ERMENİ TEHCİRİ İNSANLIĞA KARŞI SUÇ MUYDU?
Yukarıda ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere, tehcir, Ermenilerin grup
nitelikleriyle, yaşam şartlarını yok olmalarına yol açacak şekilde “kasten”
zorlaştırmayı amaçlamadığından, bir soykırımı değil[35]. Buna karşılık
tehcir edilen bir grubun verdiği kayıpları, insanlığa karşı suç kavramı
içine sokmaya imkan var mı?
Yukarıda da belirtildiği üzere, Ermeni tehciri başladığında İngiliz, Fransız
ve Rus hükümetleri “..Türkiye’nin insanlığa ve uygarlığa karşı
...suçları”ndan söz ederek, ilgilileri sorumlu tutacaklarını 24 Mayıs
1915’te bir ortak bildiriyle ilan etmişlerdi. O tarihlerde insanlığa karşı
suç kavramı bir deyişten ibaretti ve henüz hukuki bir kavram olarak kabul
edilmemişti. Bu nedenle Ermeni tehciri ile insanlığa karşı suç arasında bu
bildiri vasıtasıyla bir ilişki kurmak mümkün olamaz.
İnsanlığa karşı suç kavramı uluslararası düzeyde ilk kez 3.sayfada da
belirtildiği gibi, (1946) Nuremberg İlkeleri 6 (c)’de yer aldı. Bu suçun
savaş sırasında işlenmesi öngörülüyordu. Herhangi bir sivil toplumun,
siyasi, ırki veya dini nedenlerle mezalime tabi tutulması ; (mensuplarının)
katledilmesi, yok edilmesi, göçe zorlanması vb fiilleri içeriyordu.
1948 yılında kabul edilen soykırıma ilişkin Sözleşmenin 2.maddesindeki
soykırım suçu tanımı, Nuremberg İlkeleri içinde yer alan bu in-sanlığa karşı
suç kavramından üretildi. Böylece soykırım, insanlığa karşı suçların dışına
çıkarılıncaca, geriye Uluslararası Ceza Mahkemesi (Roma) Statüsü’nün
7.maddesindeki insanlığa karşı modern suç tanımı kaldı. Buna göre,
§ İnsanlığa karşı suçların Nuremberg İlkeleri’nde öngörülen savaş sırasında
işlenmesi şartı terk edildi.
§ Bu suçların işleneceği gruplar sayılmadı. Herhangi bir sivil topluluğa
karşı işlenebileceği kabul edildi.
§ 7.maddenin girişinde insanlığa karşı suçların “siyasi, ırki veya dini”
gibi nedenlerle işlenmesine ise değinilmedi. Bu suçun oluşması için
nedenlerin zikredilmemesi, hangi nedenle olursa olsun, öngörülen fiillerin
işlenmiş olmasının yeterli olduğunu gösteri- yor.
§ Buna karşılık, 7.maddede, öngörülen filin insanlığa karşı suç
sayılabilmesi için aranan tek şart, söz konusu fiillerin bir.sivil topluluğa
karşı yapılan "yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak ve saldırı
amacını bilerek” işlenmesine bağlandı. Yani 7.maddede a’dan k’ya kadar
sayılan 11 fiilin tek başına işlenmesi halinde insanlığa karşı suç
oluşturmayacağı benimsendi.
§ Bir topluluğa karşı siyasi, ırki milli, etnik, kültürel; dini ve cinsi
nedenlerle yapılan mezalim, insanlığa karşı suçun genel saiki olarak değil
de, 11 fiilden biri olarak sayıldı.
Bu açıklamadan, her ikisi de uluslararası suç olan ve dolayısıyla
uluslararası yargıya tabi tutulan soykırım ile insanlığa karşı suç
arasındaki farklar kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sözleşme’nin 2.maddesinin
giriş bölümündeki soykırım tanımıyla kıyaslandığında,
§ Soykırımın milli, ırki, etnik ve dini olmak üzere sadece dört gruba karşı
işlenmesi mümkün. Siyasi gruplara karşı işlenen fiiller soykırım içine
girmiyor. Buna karşılık insanlığa karşı suçlar her gruba karşı
işlenebiliyor.
§ Soykırımda bir grubu yok etme kastıyla bazı fiillerin işlenmesi gerekiyor.
İnsanlığa karşı suçun oluşması için yok etme iradesi aranmıyor. Gruba karşı
“yaygın ve sistematik saldırı” yeterli görülüyor.
§ Soykırımda fiillerin saiki, bir grubu, grup niteliğiyle, yok etme şeklinde
ortaya çıkıyorken ve bu ancak o gruba karşı ırkçı nefretin varlığı halinde
geçerliyken, Roma Statüsü 7. maddesinin giriş bölümünde, insanlığa karşı suç
için herhangi bir genel saik aranmıyor.
Bu şartlar altında, bir siyasi grup da olsa, Ermenilere karşı, ırkçı
nefretle yok etme kastı ol-madan yapılan tehcir sonunda önemli sayıda
Ermeni’nin ölmüş olmasını, insanlığa karşı suç kavramına sokmak için 7.
maddede sayılan öldürme (a), katliam (b), tehcir (d), mezalim (h) gibi
fiilleri kullanmaya kalkışanlar olabilir.
Yukarıdan da görüldüğü üzere, insanlığa karşı suçun oluşmasının temel şartı,
belli fiillerin, bir sivil nüfusa karşı “yaygın ve sistematik bir saldırının
parçası” olarak işlenmesidir. Bu nedenle böyle bir saldırının niteliğini iyi
tanımlamak gerekiyor. Şayet bir sivil nüfusa karşı açık bir askeri saldırı
varsa ayrıca bir kanıta ihtiyaç yok. Ama saldırı şartının yerine gelmesi
için askeri nitelikte bir saldırı olması icap etmiyor. Bir sivil topluluğa
karşı, 7.maddede sayılan fiillerin çoğunun, birlikte ve yoğun biçimde
işlenmesi gerekiyor. Böyle bir saldırının, devlet veya yaygın bir örgütlenme
tarafından aktif biçimde geliştirilmesi, sevk ve teşvik edilmesi şartı da
aranıyor[36].1915-16 Ermeni tehcirini, 7.madde (1) fıkrasında sayılan ve
tehcirle ilişkili olan fiillerin ışığında incelemek yararlı olabilir.
7.madde (l)(a) fıkrasında belirtilen öldürme veya ölüme neden olma
fiillerinin, böyle yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olması ve
suçu işleyence böyle “bilinmesi” gerekiyor.
7.madde (1)(b) fıkrasında yer alan yok etme ya da katliam, yine topluluğa
karşı yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak, bir grubun kısmen
yok olmasına yol açacak hayat şartlarının önceden hesap edilerek o topluluğa
dayatılmasını da içeriyor. Örneğin o topluluğu gıda ve ilaç kaynaklarından
kasıtlı olarak mahrum bırakmak da bu çerçeveye giriyor.
7.madde (l)(d) fıkrasında yer alan tehcir veya diğer zorla nakillerin de
yaygın ve sistematik saldırının parçası olarak vuku bulmasının yanında,
devletler hukukunun izin verdiği askeri gereklilik gibi nedenlerin dışındaki
nedenlerle yapılmış olması icap ediyor. Öte yan-dan tehcir için, topluluğa
mensup insanların şiddete başvurularak evlerinden atılmış olmaları
gerekmiyor. Şiddet dışı zorlamalarla gerçekleştirilen tehcir de, saldırıya
ilişkin şartların yerine gelmesi halinde, insanlığa karşı suç içine giriyor.
7.madde (1)(h) fıkrasında yer alan mezalim, devletler hukukuna aykırı
olarak, topluluk men-suplarının temel haklarından mahrum bırakılmasını
kapsıyor. Mezalim temel hakların hemen tümünün yoğun biçimde ihlali
niteliğindeki çok sayıda fiilden oluşuyor. Bir sivil toplumun kimliğini
hedef alıyor. Bu suçu işleyenler, devletler hukukunda yasaklanan siyasi,
ırki, milli, etnik, kültürel, dini, cinsi ve diğer nedenlerden hareket
ediyorlar[37].
1915-16 Ermeni olaylarına, vukuundan 85 yıl sonra yani 2000 yılında oluşan
insanlığa karşı suç kavramını uygulamak, değil hukukla, akıl ve sağduyuyla
dahi bağdaşmıyor. Bununla birlikte böyle bir incelemeden şu hususlar ortaya
çıkıyor:
§ 7.madde (1) paragrafında sayılan fiillerin insanlığa karşı suç oluşturması
için bir topluluğa karşı yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olması
gerekiyor. Oysa tehcirin bizzat kendisi bir yana bırakılırsa, Ermenilere
karşı Osmanlı güvenlik güçleri böyle bir saldırıya girişmiyor. Bir başka
ifadeyle Ermeniler 'saldırı'yı oluşturan fiillere birlikte ve yoğun biçimde
tabi tutulmuyorlar.
§ Ermenilerin, çeşitli nedenlerle, grup olarak kimliklerini hedef alan bir
mezalim yok. I. Dünya Savaşı başlayınca ve doğu cephesin de tehlikeli durum
ortaya çıkıncaya kadar, temel haklardan herkes gibi yararlanmaya devam
ettikleri gibi, tehcire kadar da bu haklardan mahrumiyetleri söz konusu
olmuyor. Tehcir sırasında temel haklara elden geldiğince riayet ediliyor.
§ Yaygın ve sistematik saldırıların mevcut olmadığı bir ortamda grup
mensuplarının ölümleri böyle bir saldırının ne unsuru ne de parçası niteliği
taşıyor. Çetelerin tehcir halindeki Ermenilere saldırıları tamamen bir
asayiş olayı niteliğinde.
§ Yukarıda soykırım iddialarını incelerken, yok etme kastının bulunmadığı
belirtilmişti. Ermeniler, Osmanlıların tehciri kullanarak ‘hayat şartlarının
yok olmalarını sağlayacak şekilde dayattığı’nı iddia ediyorlar. Bu nedenle
katliam ithamıyla birleştirilen tehcir konusunu ele almak doğru olacak.
Tehcir, Ermenilere yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak
yapılmadı. Tehcirin kendisi de böyle bir saldırı oluşturmuyor. Bu gerçek,
tehcirin insanlığa karşı suç olmadığını açıkça gösteriyor. Tehcirin
Ermenilerin hayat şartlarını yok olmalarına yol açacak şekilde dayatıl
masının söz konusu olmadığı, yukarıda soykırıma ilişkin bölümde de
açıklanmıştı. Tehcir, Enver Paşanın doğu cephesindeki gelişmeler karşısında
yaptığı talep üzerine başlatıldı. Ermeni nüfus içindeki silahlı elemanların
Osmanlı ordusunun güvenliği açısından yarattığı tehlikeleri bertaraf etmeyi
amaçlıyordu. Bu, bir nüfusun başka yere taşıması için devletler hukukuna
uygun bir gerekçe oluşturuyor. Öte yandan tehcir sırasında dönemin
hükümetinin Ermenilere gıda ve ilaç sınırlaması getirmediği, aynı bölgede
göç halinde bulunan Türk-Müslüman nüfusta da gıdasızlık ve ilaçsızlık
nedeniyle çok daha fazla ölümlerin vuku bulması, Bogos Nubar Paşanın Paris
Barış Konferansı’ndaki beyanlarından da anlaşılıyor.
§ Balkan Savaşları’nın sonuçları ışığında, Ermenilerin işgalci Rus
ordularıyla birleşerek, Türk ve Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu doğu
bölgesinde soykırım boyutlarında bir etnik temizlik yaparak kendi
devletlerini kurma gayretlerini önlemek için tehcir yapıldı. Bu, özellikle
günün şartlarında, devletler hukuku bakımından güvenlik gerekçesinden de
önemli bir gerekçe oluşturuyor.
Bu şartlar altında Ermeni tehciri meşru oluyor ve tehcir sırasında vuku
bulan ölümler de ceza hukuku açısından adi suçları oluşturuyor. Nitekim
1914-18 arasında bu tür suçları işleyen 1397 kişinin çok ağır cezalara
çarptırıldığı da biliniyor.
Olayı daha iyi anlamak için, hepsi zorla nüfus nakli olan etnik temizlik,
tehcir ve mübadele konularını kısaca gözden geçirmekte yarar olabilir. Etnik
temizlik de tehcir de ilk bakışta bir etnik grubu belli bir toprak
parçasından uzaklaştırarak, o toprakta homojen bir nüfus yaratmak amacı
taşıyor gibi gözüküyor. Biraz ayrıntıya girildiğinde saiki, yöntemi ve
coğrafyası arasında önemli farklar bulunduğu ortaya çıkıyor. Hukuki
nitelikte olmayan etnik temizlik kavramı, l980’lerde eski Yugoslavya’nın
Sırbistan bölümünde kullanılmaya başladı. Hatta deyimi Seslj adlı bir Sırp
gerilla liderinin bulduğu söyleniyor. Bu nedenle Bosna-Hersek’teki etnik
temizliği esas alıp, bunu önce Balkan Savaşları sırasında Türk ve
Müslümanlara yapılanlarla ve sonra da Ermeni tehciriyle kıyaslamak lazım.
Etnik temizlik bir tarafın silahlı güçlerinin karşı taraftaki sivil nüfusa
saldırmasıyla başlıyor. Doğal olarak, kendilerini savunma imkanına sahip
olmayan siviller öldürülüyor, yaralanıyor. Evleri ve yerleşim birimleri
yakılıyor. Gıda ve gibi yardım getirebilecek insani konvoylara izin
verilmiyor Eli silah tutabilecek erkekler tutuklanıyor, yaşama şartları çok
bozuk kamplara hapsediliyor veya doğrudan öldürülüyor Kadınların sistematik
ve kitlesel biçimde ırzına geçiliyor. Hedef grubun yaşadığı bölgedeki
kültürel değerleri, bu arada dini mabetleri, binaları, kitaplıkları
yıkılıyor. Yerlerini terk etmedikleri takdirde, sürekli ateş ya da
bombardıman altında tutuluyorlar. Katliam sürüyor. Bir süre sonra bu
saldırılar semeresini veriyor ve kitleler sürülmek istenen istikamete doğru
kaçıyorlar. Etnik bakımdan temizlenmesi öngörülen bölgenin dışına, daha
doğrusu kurulacak devletin olası sınırlarının dışına atılıyorlar. Bunların
geriye dönmesi her ne pahasına olursa olsun engelleniyor. Etnik temizliğin
belli bir aşamasında saldırgan grupta hedef gruba karşı ırkçı nefrete benzer
bir duygu hakim olmaya başlıyor. Örneğin Boşnaklara “Türk tohumu” deniyor.
Geçmiş Osmanlı hakimiyetinin tüm faturası bunlara çıkarılıyor. Irza geçmeler
yeni hakim ırka ait bir nesil yaratma amacını taşımaya başlıyor. Bir bölge
etnik açıdan homojen hale getirildikten sonra bile erkekler, örneğin
Srebrenica’da olduğu gibi, büyük gruplar halinde katlediliyor ve toplu
mezarlara gömülüyor. Bugünkü hukuka göre insanlığa karşı suç kavramı içine
giren etnik temizlik böylece, bir grubun grup olduğu için yok edilmesini
amaçlayan soykırım fiilleri de içeriyor.
Eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi savcısı, Karaciç ve general Mladiç
için hazırladığı iddianamede bu nedenlerle 9 kez soykırım işlendiğini
bildirdi.
1877-78 Rus-Türk Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşları sırasında Türk ve
Müslüman nüfusa yapılanlar, Bosna-Hersek’te Sırpların gerçekleştirdiği etnik
temizlikle özde uyuşu yor. Tek farkı vüsatinin çok daha büyük ol-ması.
Balkanlarda Türklere uygulanan etnik temizliğin etkilediği nüfus çok daha
büyük. İki savaşta ölen Türk ve Müslümanların 2 milyona vardığı, ülke dışına
yani Anadolu’ya göçe zorlananların ise 1 milyona çok yaklaştığı görülüyor.
Ermeni tehcirinde yine zorla göç ettirme var. Ancak göçe zorlama sivil
nüfusa saldırı şeklinde olmadığından, yerleşim birimlerinden sökülüp
atılmaları için öldürülenler, yaralananlar, ırzına geçilenler,
katledilenler, ateş altında tutulanlar, aç bırakılanlar hemen hiç yok.
İkinci olarak, tehcire tabi tutulanlar, ülke dışına atılmıyorlar. Ülkenin
bir başka yerine götürülüyorlar. Bu nedenle yeni yerleşim yerlerinde yeni
hayatlarına uyum sağlamak için bazı nakdi ve ayni imkanlardan
yararlanıyorlar. Denebilir ki tehcir başladıktan sonra, günün şartları
dolayısıyla yine de ölümler vuku buluyor. Bu doğru. Buna rağmen tehcir, bir
çok önlem alındığından, etnik temizliğe oranla çok daha az ölümle
sonuçlanıyor. Tehcirle’ göçenler yanlarına çok daha fazla kişisel eşya ve
menkul değerler alabiliyorlar. At ve araba gibi taşıt vasıtalarından
yararlanabiliyorlar. Geriye bıraktıkları büyük ölçüde yağmadan kurtuluyor.
Kültürel değerleri tahrip edilmiyor.
Bu şartlar altında, tehcir, soykırım fiillerinin de işlendiği bir insanlığa
karşı suç olan etnik temizlikten çok farklı.
Eğer XX.yüzyılın ilk soykırımı aranıyorsa, bunun 1915-16 tehciri değil,
1912-13 Balkan Savaşları sırasında yapılan etnik temizlik olduğuna kuşku
yok. Bir bakıma tehcir, Rus ordusuyla Ermeni gerilla ve teröristlerin,
Balkanlar’dakine benzer bir etnik temizlik ve soykırımı doğu Anadolu’da
yapmalarını önlemek için yapıldı. Osmanlı istatistiklerine göre tehcire tabi
bölgedeki toplam nüfus olan 5,061,857’nin 811.085’i Ermeni idi. Yani
Ermeniler nüfusun % 1 6’sına tekabül ediyordu. Şayet tehcir olmasaydı veya
Rusya 1917 sonunda savaşı durdurup, Brest-Litovsk Antlaşması’yla
çekilmeseydi, bölgedeki nüfus yapısının ışığında, esasen başlamış olan etnik
temizlik potansiyelinin boyutlarını tasavvur etmek mümkün[38].
Tehciri diğer zorla göç hareketleriyle de kıyaslamak mümkün. II. Dünya
Savaşı sırasında Amerika, ülkenin batısında yaşayan Japonları doğuya taşıdı.
Bu tehcire “üç küçük bombalama olayı ile, saptanamayan bazı radyo sinyalleri
neden olmuştu”. Pearl Harbor baskınından dört ay geçmişti. Japonya’nın
Pasifik’i aşıp batı Amerika’yı işgale başlayamayacağı anlaşılmıştı. Buna ne
niyetleri ne de güçleri vardı. Yani Amerikan Japonlarının Japon ordusuyla
birleşip Amerika’ya karşı silahlı harekata girişmeleri söz konusu değildi.
İlgili Amerikan Temyiz Mahkemesi’nin 18 Aralık 1942’de Korematsu davası
hakkında verdiği kararda, 112 bin Japon asıllı kadın, erkek, yaşlı ve
çocuğun tehcirinin, “günün kritik şartlarında”, “sadık vatandaşların sadık
olmayanlardan ayrılmasının mümkün olmaması karşısında” “casusluk ve
sabotajları önlemek” gibi “askeri gerekçelerle” başka yere taşınmasının
gayri hukuki olmadığı hükme bağlandı. “Savaş zamanında tüm Amerikalıların
zorluklarla karşılaşmış” olması mazeret olarak gösterildi. Amerika’ya
sadakat yemini etmeyen 5 bin civarında Japon bulunduğu hatırlatıldı.
Tümgeneral J.L. DeWitt’in raporlarında Japonlar aleyhine ırkçılık
sayılabilecek ibareler yer alıyordu. Japonların doğuya taşınması lehine lobi
faaliyetinde bulunan yerel grupların da ırkçı argümanlar kullandıkları
görüldü.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu Batı Polonya’daki 15 milyon kadar Alman da,
1945 Potsdam Protokolünün XIII. maddesi gereğince Almanya’ya göçe
zorlandı.[39]
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yapılan nüfus mübadelesiyle Türkiye’den
Yunanistan’a 900 bin Rum giderken, Yunanistan’dan Türkiye’ye 430 bin Türk
daha geldi.
Bu kişilerin onayı alınmadan zorla yapılan nüfus hareketleri sonunda az
sayıda insan öldüğüne kuşku yok. 1913-45 arasında böyle yirmi mübadele
anlaşması yapıldı. Barış zamanında yapılan bu göçlerin çok daha düzenli
olması ve ulaşım gibi fizik Şartların da elverişli bulunması nedeniyle
kayıpların düşük düzeyde kalması, göçlerin zorla yapılmış olduğu gerçeğini
değiştirmez.
Kısaca, tehcir bir grubu, ne grup niteliğiyle ne de başka bir nedenle yok
etmek amacıyla değil, Rus işgal ordularıyla işbirliğine girmiş olan; bu
çerçevede kılavuzluk ve casusluk yapan; isyanlar çıkaran; birlikleriyle
Osmanlı ordusuna saldıran; lojistik hatlarını kesen; terörist gerillalarıyla
Türk-Müslüman yerleşim birimlerine saldırıp katliamlara ve etnik temizliğe
girişen Ermenileri doğu cephesinden ülkenin güneyine, savaş dışında kalan
bir bölgeye taşımak amacıyla yapıldı. Tehcirin bu askeri gereklilik yönü,
bugün geçerli olan hukuka da uygun[40]. Kaldı ki tehcir yapılmasaydı, tüm
işaretler Rus ordusuyla birleşen Ermeni güçlerin, Balkanlar’daki gibi,
çoğunluktaki Türk-Müslüman nüfusu soykırım boyutların da bir etnik
temizlikle bertaraf ederek, kendi devletlerini kuracaklarını gösteriyordu.
Tehcirin nedeni açık ve kesin biçimde askeriydi ve Türk-Müslüman nüfusun
varlığı ve güvenliğini sağlamakla ilgiliydi. Bu haliyle Ermeni tehcirinin
insanlığa karşı suç oluşturması söz konusu olamaz.
SONUÇ OLARAK
Bu çalışmanın sonuçlarını Şöyle özetlemek mümkün:
1. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde önce otonomi,
sonra bağımsız devlet kurmak için siyasi ve silahlı faaliyetlerde
bulunduklarından siyasi grup niteliğindedir. Bu nedenle Sözleşme 2. maddesi
tarafından korunan dört grup arasına girmemektedirler.
2. Osmanlılarda Nazilerin Yahudilere karşı duyduğu anti-semitizme benzer bir
anti- Ermenizm, bir başka deyişle Ermenilere karşı ırkçı bir nefret
bulunmadığından tehcir, Ermenileri, grup olarak yok etme saikiyle
yapılmamıştır Tehcir kararı Ermenilerin Rusya ile tarihi anlaşmalarla teyit
edilen dostluk ve işbirliği çerçevesinde Rus işgal ordularıyla birleşip
Osmanlı ordularına karşı başlattıkları harekatı önlemek ve ‘vilayat.ı sitte’
denen doğu bölgesindeki nüfusun %84'ünü oluşturan Türk ve Müslümanları,
Balkanlardaki gibi soykırım boyutlarında bir etnik temizlikle yok etmesine
engel olmak için alınmıştır. Tehcirin nedeni bir yandan askeri gereklere,
öte yandan da Türk-Müslüman nüfusun varlığını savunmaya dönüktür.
3. Osmanlı Hükümeti’nde, Sözleşme 2. maddede aranan Ermenileri yok etme
kastı bulunmamaktadır. Yok etme niyetini kanıtlayacak yazılı ve sözlü
belgeler olmadığı gibi, tüm belgeler tam tersine Ermenilerin korunmasını ve
rahatça iskan edilmelerini öngörmektedir. Ölen Ermenilerin sayısı,
soykırımın mevcudiyetini ispattan çok uzaktır. Ermeni ölümlerinin önemli bir
bölümü tehcir dışı nedenlerden kaynaklanmıştır. Aynı nedenlerle bölgede vuku
bulan Türk sivil ölümleri çok daha yüksektir. Bu açıdan tehcir, Sözleşme 2
(e) anlamında, gizli ya da dolaylı bir soykırım değildir.
4. Katolik ve Protestan Ermenilerle, İstanbul, Aydın (İzmir dahil) ve
Kütahya Ermenilerinin tehcire tabi tutulmaması, Osmanlıların gücünün
yetersizliğinden ziyade, diğer bölgelerdeki Gregoryan Ermenilerin Rusların
dindaşı olarak ve Rus ordularının ilerleme hattı üzerinde bulunmaları
dolayısıyla tehcir edildiğini göstermekle, olayın askeri nedenini teyit
etmektedir.
5. Bu koşullarda Sözleşme’ye göre soykırım olmayan tehcirin ardındaki askeri
gerekler de göz önüne alındığında, hukuken insanlığa karşı suç kategorisine
girdiği de savunulamaz. Zira tehcir sırasında, Roma Statüsü 7.maddede aranan
şartlar yerine gelmemiştir. Yani Ermeni nüfusa karşı, devletin bir planı
çerçevesinde “yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak”, insanlığa
karşı suç oluşturan fiillerin çoğunun birlikte işlendiği bir durum ortaya
çıkmamıştır. Tehcir, etnik temizlikten farklı olarak, Ermenilerin şiddetle
yerinden atılmasını amaçlamamıştır. Ermenilere karşı dini veya başka bir
,nedenle mezalim yapılması söz konusu olmamıştır. Tehcir askeri güvenlik
nedenleriyle yapılmıştır.
6. Bunun da ötesinde, Ermenilerin işgalci Rus ordularıyla birleşerek, Balkan
Savaşlarındaki gibi bölgede çoğunlukta olan Türk ve Müslümanların soykırım
boyutunda bir etnik temizlik yapmalarını engellemeyi amaçlamıştır. Bölgedeki
çeteler, devletin olmayan saldırı kastını bilmelerine de imkan
bulunmadığından, kendi özel amaçlarıyla göç halindeki Ermenilere saldırmış,
öldürmüş ve mallarını yağmalamışlardır. Üç cephede çarpışan Osmanlı elindeki
sınırlı jandarma güçleriyle bazen Ermenilerin hepsini etkin biçimde
koruyamamıştır. Benzer iklim, coğrafya, gıdasızlık, ilaçsızlık ve hastalık
şartları nedenleriyle, göçe zorlanan sivil Türklerin ölümlerinin
Ermenilerden fazla olması da, tehcirde dolaylı yoldan yok etme amacı
bulunmadığını göstermektedir.
7. Nihayet göç ettirilenlere karşı göç ettirenlerde bir acıma duygusu,
istenmeyen olaylara karşı bir pişmanlık ve saldırganlara karşı kızgınlık
doğmuştur. Adi suç kategorisine giren soygun ve öldürme sanıkları savaş
sonundan önce yargılanmış ve çoğu idam edilmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
* Emekli Büyükelçi.
[1] Shabas, William A., Genocide in International Law, Cambridge University
Press, 2000, s.7
[2] Report of the International Commission to Inquire into the Causes and
Conduct of the Balkan Wars, Washington: Carnegie Endowment for International
Peace, 1914, ‘Katliam, Göç, Asimilasyon Bölümü, s.148-58
[3] In the present Convention, genocide means any of the following acts
committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical,
racial or religious group, as such: (a)Killing members of the group; (b)
Causing serious bodily or mental harm to members of the group, (c)
Deliberately inflicting on the group conditions of life calculated to bring
about its physical destruction in whole or in part; (d) lmposing measures
intended to prevent births within the group; (e) Forcibly transfering
children of the group to another group
[4] c. Crimes against humanity: Murder, extermination, enslavement,
deportation and other inhuman acts done any civilian popula tion, or
persecution on political, racial or religio us grounds... Buradaki ‘grounds’
sözcüğünün Türkçe hukuk dilinde ‘gerekçe’ anlamına geldiği ve yasa
gerekçesinin İngilizce karşılığı olduğu; Fransızca’sının ise ‘neden’
anlamına ‘raison’ ol-duğunu belirtmek gerekir. (yazarın notu)
[5]… the crime (genocide) is committed on religious, racial, political or
any other grounds…
[6]Article II in the present Convention, genocide means any of the following
acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national,
ethnical, racial or religious groups, as such:.. “ Buradaki ‘as such’ veya
Fransızca’daki ‘comme telle’ grubun grup olması nedeniyle yok edilmesi
anlamına geliyor.
[7] Ibid., Schabas, s.255; kitabı boyunca Ermenilerin soykırıma
uğradıklarını sadece Ermeni yazar Vahakn N. Dadrian’ın yazılanna atfen
belirten Schabas, klasik soykırımlar içinde Ermeni “soykırımını”
zikretmiyor.
[8] Poliakov, Leon, Le Mythe Aryen, Editions Complexe, Paris, 1971 başta
olmak üzere aynı yazarın eserleri
[9] Encyclopaedia Britannica, Macropaedia, 1985, Volume 15, s. 360-6
[10] Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü Madde 7: “İnsanlığa Karşı
Suçlar
Bu statünin amaçları için “insanlığa karşı suç” herhangi bir sivil nüfusa
karşı gerçekleştirilen yaygın ve sistematik saldırının parçası olarak ve
saldırının amacını bilerek, aşağıdaki fiilleri işlemektir:
(a)Katl;
(b)yok etme;
(c)köleleştirme;
(d)tehcir ve zorla yapılan nüfus nakilleri;
(e)kanun dışı tutuklama…;
(f)işkence;
(g)Irza geçme...;
(h)Bir gruba veya topluluğa, siyasi, ırki, milli, etnik, kültürel, dini,
cinsi, ve diğer nedenlerle yapılan mezalim...;
(i)Zorla kaybolmalar;
(j)Apartheid suçu
(k)Diğer insanlık dışı fiiller…”
7/2 (a): Herhangi bir sivil nüfusa karşı girişilen yaygın ve sistematik
saldırı: Yukarıdaki fiillerin (a-k) herhangi bir sivil nüfusa karşı bir
devlet veya örgüt politikasının sonucu olarak çok sayıda işlenmesidir.
[11] Ermeni nüfusu hakkında tahminler şöyle:
l.Ermeni Patrikhanesi’nin rakamlarını esas alan Marcel Leart’a göre
2,560,000
2.Ermeni tarihçi Basmaciyan’a göre 2,380,000
3.Paris Barış Konferansı’na katılan Ermeni Heyetine göre 2,250,000
4.Ermeni tarihçi Kevork Aslan’a göre 1,800,000
5.Fransız San Kitabına göre 1,555,000
6.Encyclopedia Britannica’ya göre 1,500,000
7.Ludovic de Constenson’a göre 1,400,000
8.H.F.B. Lynch’e göre 1,345,000
9.Revue de Paris’e göre 1,300,000
10.1893 Osmanlı istatistikkrine göre 1,001,465
11.1906 Osmanlı istatistiklerine göre 1,120,748
12.1. Dünya Savaşı'ndan hemen önceki Osmanlı istatistiklerine göre 1,295,000
13. İngiliz Yıllığına göre 1,056,000
[12] Başlıca Ermeni isyanları şunlar: 1862 ve 1895 Zeytun, 20.6. 1 890
Erzurum; 15.7.1890 Kumkapı; 892 Merzifon, Kayseri, Yozgat olayları; Ağustos
1894 1.. Sassun isyanı; Eylül 1895 Bab-ı Ali gösterileri; 1895-96 Van
isyanı; 1895’de Ermenilerin silahlı saldırılar gerçekleştirdikleri şehirler:
Trabzon, Erzincan, Bitlis, Maraş, Erzurum, Diyarbakır, Malatya, Harput;
26.8.1896 Osmanlı Bankası baskını; 1904 2. Sassun isyanı; 21.7.1905 Sultan
Abdülhamit’e bombalı suikast saldırısı 1909 Adana İsyanı, Nisan 1915 Van
İsyanı vb.
[13] Nalbandian, Louise, Armenian Revolutionary Movement, University of
California Press, 1963, sf.110-111, Hınçak parti programı hakkında aşağıdaki
bilgileri veriyor: “Ajitasyon ve terör halkın moralini yüksek tutmak için
gerekliydi. Halk düşmanlanna karşı tahrik edilmeli, aynı düşmanların
misilleme eylemlerinden de yararlanılabilmeliydi. Terör halkı korumak ve
halkın güvenini kazanmak için bir yöntem olarak kullanılmalıydı. Parti,
Osmanlı Hükümetini terörize ederek rejimin itibarını sarsmalı ve tümüyle
yıkılması için çalışmalıydı. Hükümet terörün tek hedefi olmayacaktı. Hınçak,
muhbirler ve casuslarla, o sırada hükümet için çalışan en tehlikeli Türk ve
Ermeni kişileri yok etmek istiyordu. Bu açıdan kendisine yardımcı olması
için parti, terörist eylemler yapacak özel bir örgüt kurmuştu. Genel isyan
çıkarmak için en uygun zaman Türkiye’nin bir savaşa girmesiydi.
[14] Papazian, K. 8., Patriotism Perverted, Boston, Baker PresŞ, 1934, sf.
14-15, Taşnak Derneği hakkında şunları söylüyor: “A.R. Federasyonu (Taşnak)
ayaklanma yoluyla Türk Ermenilerinin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını
sağlamayı amaçlıyordu. ...terörizm başından itibaren Kafkas Taşnak Komitesi
tarafından bu amaca ulaşmak için bir yöntem ve politika olarak kabul
edilmişti. ‘İmkanlar’ başlığı altında 1892 yılında kabul ettikleri programda
aşağıdaki hususları okuyoruz: Ermeni Devrim Federasyonu (TaŞnak) ayaklan
mayla amacına ulaşmak için devrimci gruplar oluşturur. Yöntem 8 aşağıdaki
gibidir: Savaşmak ve hükümet mensuplarını ve hainleri teröre maruz
bırakmak... Yöntem 11 ise: Hükümet kurumlarını yıkmak ve yağmalamak...”
[15] Loris-Melikoff, Dr. Jean, la Revolution Russe et tes Nouvelies
Republiques Transcaucasìennes, Paris,1920, sf. 81, Taşnak’ın kurucularından
ve ideologlarından olan yazar şöyle diyor: “Gerçek şu ki, parti (Taşnak
Komitesi) , çıkarları halk ve milletin önünde tutan bir oligarşi tarafından
yönetiliyordu Bunlar burjuvazi ve büyük tüccarlardan oluşuyorlardı. Sonunda
bu imkanlar tükenince, Rus devriminin öğretisi olan ‘amaçlar araçları meşru
kılar’ ilkesine uygun olarak teröre başvurdular.”
[16] 28.3.1894’te İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Currje ‘Foreign Offlce’e
şunları yazıyordu: “ Ermeni devrimcilerin amacı karışıklık çıkarmak,
Osmanlıları şiddetle karşılık vermeye zorlamak ve böylece dış güçlerin
müdahale etmesini sağlamaktır.
[17] McCarthy, Justine, Death and Exile..., sf. 339
[18] Tchalkouchian, Gr., Le Livre Rouge, Paris, 1919, sf. 12
[19] Tchalkouchian, Gr., op. cit.
[20] Andonian, Aram, Documents Officiels concernants les Massacres
Armeniens, Paris, Armenian national Delegation, 1920
[21] Roma Statüsü madde 7 ve Eski Yugoslavya ile Rwanda Uluslar arası
Mahkemeleri’nin statülerindeki ilgili maddeler.
[22] Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 1994, sf. 8
[23] Ibid., sf. 31-32
[24] Ibid., sf. 11
[25] Ibid., sf. 12
[26] Ibid., sf. 35, 43, 44, 51
[27] Gürün, Kamuran, Le Dossier Armenien, Societe Turque D’Histoire,
Triangle, 1983, Paris, sf. 284
[28] Ibid., si. 259: Cezalandırılan kişilerin illere göre dağılımı şöyle:
Sivas 648; Mamuretilaziz 223; Diyarbekir 70; Bitlis 25; EskiŞehir29;
Şebinkarahisar 6; Niğde 8; İzmit 33; Ankara 32; Kayseri 69; Suriye 27;
Hüdavendigar 12; Konya 12; Urfa 189; Canik 14
[29] Genelkurmay, ½, KLS 361, dosya 1445, F. 15-22
[30] Gürün, op. cit., sf. 263
[31] FO. Hc. 1/8008, XC/A-018055, sf. 651
[32] McCarthy, op. cit., sf. 339
[33] Boudiere, Georges, “Notes sur la caınpagne de Syrie-Cillicie. L’affaire
de Maras”, Tıırcica. IX/ 2-X, 1978, sf. 160
[34] Ermeni patriğinin İngilizlere verdiği bilgiler, FO.
371-6556/E.2730/800/44
[35] International Law Commission, 48th session, 6 May-26 July 1996, Draft
Code of Crimes Against Peace and Security of Mankind, p. 92
[36] PCNICC/2000/INF/3/Add.2, sf. 9
[37] Ibid., sf. 15
[38]
Vilayetin İsmi |
Toplam Nüfus |
Ermeni Nüfus |
Erzurum |
645,702 |
134,967 |
Bitlis |
398,625 |
131,390 |
Van |
430,000 |
80,798 |
Elaziz |
578,814 |
69,718 |
Diyarbakır |
471 ,462 |
79,129 |
Sivas |
1,086,015 |
170,433 |
Adana |
403,539 |
97,450 |
Trabzon |
1,047,700 |
47,200 |
[39] Schabas, Ibid., sf. 195
[40] Protocol II Additional to the Geneva Conventions of 12 August 1949,
article 17
|