|
|
Giriş
‘Batı Avrupa’da Yeni Irkçılığın Psikolojisi” adlı monografi (Thomson,
Harris, Volkan), uluslararası kuruluşlar tarafından ırkçılığın çağdaş
biçimleri üzerine hazırlanmış Çeşitli raporları kısaca incelemektedir.
Monografide, ırkçılık, ırkçı ayırımcılık ve ırkçı önyargı ile etniklik
(ethnicity) ve etnosantrizm tanımlanmaya çalışılmış; Şiddetli gerginlik
(stres) zamanlarında ırkçılığa yol açan kişisel ve grup psikolojilerinin
altında yatan mekanizmalar de üzerinde de durulmuştur. (Bu monografide,
yukarıdaki monografide yer alan tanımlar esas alınmıştır.)
Bu çalışmada ise, Avrupa’daki ırkçılığın nedenleri tarihsel bir
perspektiften incelenmektedir. ‘Britannica’ Ansiklopedisi’nde (Macropedia v.
15, pp. 359—366) belirtildiği ve aşağıdaki paragraflarda özetlendiği üzere,
ırkçılık yalnız etnosantrizmin evrensel olmasına karşılık arızi olmakla
kalmayıp, tarihte oldukça yakın zamanda ortaya çıkmış bir süreçtir ve
dünyanın bazı bölgelerinde görülürken, diğerlerinde görülmemektedir.
Hindistan kast sisteminin temelde ırkçı olduğu ve Hindistan’ın ırkçı bir
toplum olduğunu ileri sürmek pek inandırıcı değildir. ‘Bir kere doğmuş” ve
“iki kere doğmuş” olanlar arasındaki temel ayrılmanın büyük olasılıkla
fetheden Ariler ile fethedilen Dravidianlar arasındaki kültürel farklılık
ile ilgisi vardır, ‘İkinci grup muhtemelen daha koyu tenliydi, ama bu
fiziksel ayrılığın sosyal açıdan belirleyici rol oynadığı tespit
edilememiştir.
İncil eski Samilerin ırkçı olduğuna dair hiçbir unsur taşımaz. Aynı şey
Kuran ve İslam gelenekleri için de geçerlidir. Hatta Araplar 19. yüzyıl
ortalarına doğru köle ticareti ile Afrika’ya büyük tahribat yaptıklarında
bile tutumları Avrupa köleliliğinin ırkçı unsurlarını taşımıyordu.
Doğu Asya uygarlıkları (Çin, Japonya v.b.) diğer kültürlere karşı fiziksel
güzellik ve yüksek etnosantrik yargılar taşıyan kendini beğenmişlik
(narsisizm) dışında ırkçılık adı verilebilecek herhangi bir tavır
göstermezler.
Batı toplumları ile ilişkilerden kaynaklanmadığı söylenebilecek çok az ırkçı
yerli sistem vardır. Bunların en önemli olanı Rwanda ve Burundi’deki Tutsi
ve Hutular arasındaki ırkçılıktır.
Ancak en geniş, en uzun süreli ve tehlikeli ırkçılık, Batı Avrupa ve onun
Afrika, Asya, Avustralya ve Batı yarı küredeki kolonilerinde görülmüştür.
Batıdaki bu ırkçılık göreceli olarak yenidir Eski Yunan ve Roma’da statü
kriteri ırkçı değil, kültüreldi. Kölelik ırkçı ve etnik özellikleri olmayan
hukuki ve ekonomik bir olguydu. Hiç şüphe yok ki, Roma’ya getirilen zenciler
doğuştan aşağı kabul edilmiyorlardı.
Orta çağlarda, grup içi ilişkilerde dini ölçütler ağırlık kazanmışlardı.
Yahudi karşıtlığı açıkça dini idi ve Rönesans, Reformasyon ve Din Savaşları
suresince de devam etti.
Yeni Dünyanın İspanyollarca fethinin vahşet ortalaması yüksekti ve ekonomik
sömürü söz konusuydu. Bugün ırkçılık her ne kadar Latin Amerika’da yok
denemezse de kıtanın diğer bölgelerinde (Kuzeyinde) çok daha yaygın
durumdadır Latin Amerika’nın çoğu bölgesinde, hatta Kızılderililerin yoğun
olduğu ülkelerde bile kültürel kriterler fiziksel olanlardan daha önemlidir.
Genelde Portekizlilerin Afrika’daki kolonilerinin ırkçı olmadığını iddia
etmeleri en azından İngiltere, Belçika ve Hollanda ile karşılaştırıldığında
doğrudur. Bu durum Portekiz rejiminin diğer koloni rejimlerinden daha az
ezici ve sömürücü olmadığı anlamına gelmez. Ancak Portekizliler diğerlerine
nazaran daha az ırkçı ayırım yapmıştır. Portekizliler ırkçı olmaktan çok
etnosantriktir.
Brezilya’da ırk ilişkileri oldukça karışıktır ve bir bölgeden diğerine büyük
farklılıklar gösterir. Brezilya ırksal açıdan yüksek düzeyde bilinçli olarak
tanımlanabilir; ancak ırkçı ayırımın iyi belirlenememiş formları burada da
söz konusudur. Bu tür bir ayırımcılık, çoğunlukla, ırk, etnik ve sosyal
sınıf unsurlarının ince bir karışımıdır ve bu karışımda ırk en önemli unsur
değildir.
Fransa da, Portekiz ve İspanya gibi, koloni politikasında ırkçı olmaktan çok
etnosantrizm eğilimi göstermiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki,
Fransızlar Cezayir’de Araplara karşı hatırı sayılır düzeyde ırkçılık
yapmışlardır.
Hollanda ve İngiltere dünyanın gördüğü en büyük ırkçı sömürge toplumları
olan Güney Afrika, Amerika ve Avustralya’nın oluşturulmasından
sorumludurlar.
Almanya’da 1930’larda Holocaust ile son bulan anti-semitizm dalgası,
insanlık tarihindeki en korkunç ırkçı olaydı. Her ne kadar Nazi
anti-semitizmi Avrupa’daki uzun süreli din hoşgörüsüzlüğünün bir sonucuysa
da, Hitler’in üstün ırk teorisi bunu o güne kadar bilinmeyen bir soykırım
faciasına dönüştürmüştür.
Din de önyargı ve ayırımcılık ile ilişkilidir. Avrupa’nın ırk konusunda
oldukça hoşgörülü Katolik ülkeleri ile ırkçı Protestan ülkeleri ve bunların
sömürge uzantıları arasında inkâr edilemeyecek farklar vardır. Katolik
kilisesi daha evrensel tutumlar benimseyip ırkçılığı reddederken, birçok
Protestan tarikat, özellikle daha yobaz ve köktendinci olanları, Kutsal
kitabı ırkçı tarzda yorumlamışlardır.
Yukarıdaki bakış açısı ile BM insan Hakları Alt Komisyon kararlarında
ırkçılığın vuku bulduğu yer olarak “Kuzey Amerika ve Avrupa”ya, Komisyon’un
son kararında ise “gelişmiş ülkeler”e atıfta bulunulmasının altında yatan
değerlendirme aynıdır. Bu bakımdan, bu monografide ırkçılığın nasıl ve hangi
nedenlerle dünyada çok parlak bir uygarlığın yaratıldığı belirli bir coğrafi
bölgede oluştuğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bu, yeni ırkçı (neo-racist)
eğilimlerin insanlığın II. Dünya Savaşı ve Holocaust ile büyük acılar
çekmesinden ancak yarım yüzyıl geçmişken ortaya çıkması ile daha da
geçerlilik kazanmaktadır.
İlk bakışta, Avrupa’nın şu sırada savaş, ekonomik depresyon, politik
istikrarsızlık veya güvenlik krizleri gibi derin kızgınlık (frustration),
geri çekilme (regression) ve yansıtmalara (projection) yol açan hiçbir neden
yok gibi görünmektedir. Gerçekte, Avrupa çalkantılı tarihindeki en uzun
süreli barış ve refah dönemini yaşamaktadır. Gümrük birliği ve tek pazarı
başarmış olan Avrupa Topluluğu ekonomik birliğin son aşaması olan ortak para
birimini oluşturmaktadır. İşsizlik göreceli olarak yüksekse de sosyal
güvenlik ve yardım ağı oldukça etkili. Ekonomik alanda Avrupa yüksek
umutlara ve büyük ihtiraslara sahiptir ve bunda da haklıdır.
Politik birliğe doğru atılan adımlar, ekonomik bütünleşmeyi, makul bir zaman
aralığıyla izlemektedir. Mallar, hizmetler ve sermayeye ek olarak Avrupalı
vatandaşlar da Avrupa Topluluğu sınırları içinde gittikçe artan bir
geçirgenlikle özgürce dolaşabilmektedirler. Ülkelerin fiziksel sınırları
kalsa da, politik birlik sonuçta psikolojik sınırları azaltacak ve yok
edecektir. Politik ve savunma birliğini öngören Maastricht Antlaşması’nın
onaylanmasında güçlükler yaşandığı doğrudur. Ancak bu yavaşlama yalnızca
geçici bir süre için geçerli görünmektedir.
Dâhili olarak, Avrupa hatırı sayılır bir başarı hikâyesidir. Yarım yüzyıldan
az bir süre içinde iki büyük savaşa neden olan Avrupa’da istikrarsızlık
kaynağı güçler dengesi sistemi bertaraf edilmiş gibidir. Avrupa milli
devletleri arasındaki ve özellikle Fransa ve Almanya arasındaki tarihsel
düşmanlıklar, korkular ve şüpheler unutulmuş ve yerini yoğun işbirliğine
bırakmıştır.
Almanya’nın birleşmesiyle aşağı yukarı bir yüzyıl önce ortaya çıkan kargaşa
düşünüldüğünde, Almanya’nın yeniden birleşmesi Avrupa’nın içinde ve dışında
hemen hemen kayda değer hiçbir etkiye neden olmamıştır.
Harici olarak, Batı Avrupa bütün zamanların en büyük zaferini tek bir kurşun
bile atmadan sağlamıştır. Tarihin en güçlü totaliter ülkesi çökmüş ve Avrupa
için ifade ettiği öldürücü tehditler son bulmuştur. Yeni özgür ülkeler
politik demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi gibi
konularda Avrupalı-Batılı değerleri taklit eden uydular halini almıştır.
Bu koşullar altında insan Avrupa’nın zaferin tadını yavaşça çıkarmasını
beklerken, tekrar başlayan ırkçılık bu mutluluğu bozmuştur. Bu aynı zamanda
insanlığın geleceğe duyduğu güveni de sarsmaktadır. Bu olumlu koşullar
içinde bile potansiyel ırkçılık tehlikesi mevcut olabilirse, insanların bu
dünyada rahat bir nefes almasına imkân yok demektir. Belki de bizler, bu
durumun altında yatan gizli akımları araştırarak, anlaşılmazı anlamak ve
hayata bir ölçüde belirlilik getirmek zorundayız.
Avrupa’daki yabancı sayısı gittikçe artmaktadır. Göç ve ırkçılık süreçleri
arasında karşılıklı özel bir ilişki olduğu görülmektedir. Her ne kadar göç
kaçınılmaz Şekilde ırkçılığı oluşturmasa da, ırkçılığın anti-göç nitelik
göstermesi nedeniyle ikisi arasında etkileşim olduğu anlaşılmaktadır (1).
Avrupa ırkçılığı, belli Avrupa ideallerine dayalı Avrupa’nın inşası
sürecinde hızlanmaktadır. Bu çerçevede zor olan soru, Avrupa’yı tanımlamak
için “Avrupalının tanımlanması” gerekip gerekmediğidir. Bu soru ırkçılığın
kurumsal ve ideolojik boyutlarının analizi için önemlidir. Avrupa çözümü
önceden belirlenmemiş tarihi bir problemdir. Göç ve ırkçılık bu problemin
öğelerini oluşturmaktadır.
Avrupa (federal devlet veya çok uluslu imparatorluklar gibi) kapalı bir
biçimden ziyade değişik ekonomik-kültürel grupların karşılaştığı açık bir
birlik olacaktır. Bu Avrupa bazı iç sınırları açıkça görünmüyor diye daha az
kapalı olmayacaktır. Sadece politik sınırlar değil, aynı zamanda değişik
toplumlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal sınırlar da bulunacaktır.
Güneyden ve doğudan gelen göçmenlerin ekonomik ve ideolojik nedenlerden
dolayı farklı statüleri olacaktır. Böylece Avrupa bir erime potası veya
etnososyal grupların istikrarsız hiyerarşik yapısı oluşmaktadır.
Avrupa dünyanın politik sorunlarının yansıtıldığı bir yer olacaktır. Bütün
Avrupa ülkeleri arasında Almanya ulusal devlet krizini en şiddetli hali ile
yaşamaya aday ülkedir. Bu sadece Doğu ve Batı Almanya’nın bir millet olarak
birleşmesinin belirsizlikleri olan bir girişim olmasından değil, aynı
zamanda yarının Almanya’sının göçleri tümüyle durduramaması halinde
çevresindeki dünyadaki bütün etnik ve sosyal gerilimleri yoğun biçimde içine
taşıyarak yaşayacak olması nedeniyle de böyle olacaktır. Bu koşullar altında
Almanya’nın unutulan ya da unutulmuş görünen milliyetçi gelenekleri Avrupa
tarihinin belirleyici unsuru olarak su yüzüne çıkaracaktır (2).
Karşı karşıya olduğumuz ırkçılık, eski ırkçılık türlerinin değişmiş bir
şekli değildir. Çağdaş Avrupa’nın sosyal yapı ve güç ilişkilerini yansıtan
yeni bir oluşumdur. Bu ırkçılık için üç unsur söz konusudur:
—Travmatik olaylarla belirlenmiş bir kısmı bilinçli, bir kısmı bilinçaltı
olan; kültürün ve kurumların tarihine nüfuz etmiş bulunan, tarihsel
olaylarla periyodik olarak harekete geçen ve böylece devamlılığını
kanıtlayan ırkçı geleneklerin veya ortak belleğin varlığı;
— İstikrarlı olmayan, ancak ekonomik güç yapısının fonksiyonunu yerine
getiren ve kısmen de olsa devlet organizasyonuna yansımış olan sosyal
ayırımcılığın varlığı;
— Son olarak, devleti, onun ideolojik temellerini, bireyleri ve kurumları
kapsayan, bireyin derinden sarsılmış kimliğini etkileyerek onun entelektüel
ve manevi güvensizliğini kitleler düzeyinde duymasına neden olan kurumsal
krizin varlığı.
İlk olarak Avrupa’da ırkçılık “geleneklerinin” nasıl kök saldığına bakalım.
Avrupa Kimliğinin gelişimi ve Irkçılık
Her ne kadar milliyetçiliğin geçmişi 18. yüzyıl ortalarına ve ırkçılıktan en
az yüz yıl öncesine gitmekteyse de, milli devletin gelişimi bundan çok önce
başlamıştır. Ulusal devlet Avrupa tarihinin içinde doğmuştur. Milli devleti
anlamak ırkçılık bilmecesini çözmemize yardımcı olabilir. Milletin, üzerinde
yaşadığı toprağa ilkel biçimde duygusal yatırım yapması Avrupa’nın tarihi
gelişim sürecinde aşırı derecede artış göstermiştir. (Bu yatırım, feodal
beyler arasında toprak için yapılan iç savaşlarla, devletler arasında
yaşanan savaşlarda çekilen acılardan, kahramanlıklardan ve yıkıntılardan
oluşmaktadır.) Bu olay özel mülkiyet ile el ele başlamış ve gelişmiştir.
Sonuç olarak, eski imparatorlukların gevşek sınırları’, günümüzün iyi
belirlenmiş, katı bir Şekilde korunup saygı gösterilen sabit sınırlarına
dönüşmüştür. Şurası açıktır ki, ülke sınırları bilinçaltı düzeyde, bireyin
kendi beden sınırları ile özdeşleşmiştir (3). Başka bir deyişle, milli
devlette daha iyi belirlenmiş olan ülke sınırları, bilinçaltı düzeyde
bireyin ve grubun sınırları ile özdeş olmuştur. Bu, devletin önceki
türlerinde görülmeyen biçimde, daha belirgin ve güçlü birey ve millet
kimliğinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Politik birliği amaçlayan Avrupa
bütünleşmesi (yani milli sınırların önemini kaybederek ortak Avrupa
sınırlarının ağırlık kazanması), psikolojik olarak bilinçaltı düzeyde,
devlet sınırlarına yapılan bu etkin yatırımı tehdit etmektedir. Tarihte
devlet sınırlarına yapılan bu yatırımın bir nevi boşaltılması sonucu açığa
çıkan duygular, telafi olarak milli grup kimliğine yönelip onu
güçlendirmekte ve bu olgu bazı grupları aşırı milliyetçilik ve hatta
ırkçılığa itmektedir.
Birey, bireysellik (individuation) açısından, yine Avrupa’da doğmuştur (ya
da Klasik Yunan’dan sonra yeniden doğmuştur). Milli devletin gelişimi
bireyin gelişiminden ayrı tutulamaz. Avrupa’da birey politik otoritenin
keyfi eylemlerine karşı kendini koruyacak haklar ve özgürlükler için
mücadele etmiş ve bunları elde etmiştir. Bu oluşum sivil toplumun
gelişmesine yardımcı olmuştur. Sonunda, bireylerden oluşan toplum politik
gücün mitik ve mistik temellerini yok etmiş ve yönetime katılımını
arttırarak ülkenin yönetimini ele geçirmiştir (demokrasi). Böylece bireyler
yasal anlamda vatandaş olmuşlardır. Dini ahlak ve morallerini laikleştirmiş;
kendileri için iyi ve kötü, doğru ve yanlışı gösteren yasalar yapmışlardır.
Bu sürecin sonucu olarak Avrupa’da yeni türde bir birey ve grup kimliği
yaratılmıştır. Bu kimlik daha çok tercih ve hareket özgürlüğü ile politik
otoriteye karşı daha iyi korunma imkânına sahip olmuştur. Avrupalı bireyler
ve uluslar tarihin daha güçlü, daha üretken ve daha yaratıcı kişileri halini
almışlardır. Ama bu kimlik pek de güvenli ve istikrarlı değildir. Tam
tersine, Avrupalı bireyin kendini, bütün bu kazandıklarını kaybetmek
endişesi nedeniyle güvensiz hissetmesi muhtemeldir. Tarihsel bellek bu birey
ve grup kimliğinin oluşturulması için girişilen olağanüstü şiddetin ve
çatışmaların acı anılarıyla doludur. Bu kimliğin yaratılışı daha uyumlu,
hatta daha homojen kültürel (buna din de dahil) bir sosyal çevreye ihtiyaç
göstermiştir. (Kilise ve engizisyon özellikle Orta Çağda böyle homojen bir
toplum yaratılması için kanlı çabalar sarf etmiştir.) Demokrasi ve insan
haklarına saygı kanlı devrimlerle gerçekleştirilmiştir. Ekonomik hakların
artması, özellikle toprak mülkiyeti, servet ve gelir dağılımındaki aşırı
eşitsizlikleri kabullenmek için özellikle dini değer yargılarında, acı dolu
ayarlamalar gerektirmiştir. İnsan zekâsının iman aleyhine rolü artmış, bu
gelişmenin sonucunda dinin meşruiyet sağlayan, iyiyi kötüden ayıran ve
günahları affeden gücü azalmıştır.
Avrupa’nın bu kimlik oluşturma (ve kimlik kazanma) sürecinin önemli bir
özelliği, sık geçirilen gerginlik ve kriz dönemlerinde geri çekilme
(recession) nedeniyle, kişilik oluşumunda istenmeyen ve karakterle
bütünleşmeyen benlik ve nesne (self- and object representations)
unsurlarının normalden fazla oranlarda ortaya çıkışı olmuştur. (Yoksa
istenmeyen unsurların ortaya çıkışı her birey ve grubun kimlik oluşturma
sürecinin kaçınılmaz özelliğidir.) Bu nedenle aşırı düzeyde gelişen yansıtma
(projection), yer değiştirme (displacement) ve dışlaştırma (externalization)
mekanizmaları (bu kimliğin istenmeyen yönlerini ‘ötekine’ atarak kurtulmayı
sağlayarak) Avrupalıların ruhsal yapısında ve psikolojik dengeyi yeniden
kurmak ve iç endişeleri azaltmakta yoğun biçimde kullanılmıştır.
Bu kimlik oluşturma sürecine girmiş bireyler herhangi bir nedenle aynı
kimlik yapılarını geliştiremeyen (bireyselleşemeyen) etnik grupları, kendi
kimliklerine karşı adeta potansiyel tehlike olarak algılamıştır. Zira Avrupa
toplumlarının içindeki bu etnik gruplar, Avrupalılara kendi kimliklerini
oluşturmada başarısız olmanın öldürücü tehlikelerini (psychological
annihilation) hatırlatmıştır. Bu, bugünün Avrupa toplumları için de
geçerlidir. Bu toplumlara göç etmiş yabancı işçiler, mülteciler ve
sığınmacılar Avrupalılarla aynı ya da benzer kimliğe sahip değildirler. Bu
farklılık Avrupalı bireylerde psikolojik endişeye yol açmaktadır.
Öte yandan, kimlik yapısı açısından farklı diğer etnik grupların Avrupa’daki
varlığı, Avrupa toplumları için istemedikleri yönlerini yansıtabilecekleri
“uygun dışlaştırma hedef”i (suitable target of externalization) görevini de
görmektedirler. Bu suretle Avrupa kimliğinin iç istikrar ve güvenliği de
artmaktadır.
Avrupa’da veya sömürgecilik döneminde dünyanın diğer bölgelerinde,
Avrupalıların hâkimiyetine giren etnik, dini ve azınlık gruplar,
Avrupalıların uzun süre yoğun yansıtmalarına hedef olmuş ve bu yansıtmaları
içe almayı (introjection) kabullenmişlerdir. Bunların Avrupalıların
istenmeyen yönleri ile aşırı yüklenen kimlik yapıları bozulmuş ve kendi
benliklerine karşı nefret duymaya başlamışlardır (4). Bunlar doğal olarak
Avrupalılar gibi güçlü bir kimlik arzu etmişlerdir. Bu nedenle
Hıristiyanlığı seçmişler, ya da dinlerinden dönmüşlerdir. Kendi kimliklerini
reddetmişlerdir. Güçlü toplumun içine girerek kaynaşmak istemişlerdir.
Avrupalıların bütün değerlerini taklit etmişlerdir.
Hedef grupların kendi kimliklerini inkâr etmeleri ve Avrupalı kimliğini
benimsemeleri aradıkları güçlü kimliği değil, faciayı getirmiştir. Diğer
gruplara yansıtılmış olan istenmeyen yönlerinin (zorla veya gönüllü
asimilasyonla) Avrupalıya geri dönüşü, Avrupalıda kendi kimliğinin
psikolojik yok oluşu (psychological annihilation) olarak hissedilmiştir.
Avrupalının böyle kriz zamanlarında iki seçeneği olmuştur: Hedef grubu ya
ülkeden atacak, ya da yok edecektir.
Bu seçenekleri kullanan Avrupa’daki homojenize güçler yüzyıllar süren bir
süreçte iyi belirlenmiş sınırları olan topraklar (anavatan) üstünde, dini,
kültürel, sosyal ve politik açıdan homojen toplumlar oluşturmuşlardır.
Yahudiler İngiltere’den 1290, Fransa’dan 1394 ve İspanya’dan 1492’de
sürülmüşlerdir. Yahudilerin bir ırk olarak değil de dini bir grup olarak
kabul edildiği doğrudur. Yine de ispanya’da iki yüzyıl süren ve Yahudilerin
sürülmesi ile sonuçlanan süreçte işleyen psikolojik mekanizmaların, daha
sonraki ırkçılık süreciyle birçok benzerliği vardır. Yahudilere savaş,
salgın, kıtlık gibi belirli gerginlik dönemlerinde etkili yansıtmalar
yapılmıştır. (Bu dönemlerde işledikleri günahlardan dolayı tanrının gazabına
uğradıklarını düşünen Hıristiyanlar, bu günahların tüm kötülüklerin kaynağı
saydıkları Yahudiler tarafından işlendiğini; kendilerinin boşuna cezaya
çarptırıldıklarını iddia etmişlerdir.) Yahudiler dövülmüş, öldürülmüş ve
ayrı bölgelerde (ghetto) yaşamaya zorlanmıştır. Zorla din değiştirmeler
olmuş ve bir kere din değiştirince durumları beklenenin aksine daha da
kötüleşmiştir. Zira Hıristiyanların istenmeyen ve Yahudilere yansıtılan
yönleri, Yahudilerin din değiştirmesiyle Hıristiyanlığa geriye dönmüştür
(boomerang etkisi). Sonra, Yahudilerin din değiştirmesinin gerçek olup
olmadığını araştırmak ve (örneğin, Hıristiyanların yansıttıkları istenmeyen
yönlerini taşıdıklarının saptanması halinde işkenceyle bu yönlerinden
kurtulmalarını sağlamak amacıyla) yargılamak üzere Engizisyon Mahkemeleri
kurulmuştur. Sonunda (engizisyon da fayda etmeyince) Hıristiyanların kimliği
üzerinde hayati tehdit oluşturan din değiştirmenin ‘boomerang’ etkisi,
Yahudilerin ülkeden atılmasıyla ortadan kaldırılmıştır.
Yahudilerin din değiştirdikten sonra bile, “limpieza de sangre” (saf kanlı)
olmadıklarından, kamu hizmetlerinde çalışmalarına izin verilmemiştir ki, kan
saflığı sonradan ortaya çıkan ırkçılığın en önemli unsurunu oluşturmuştur.
Müslümanlar 1502’de, Moriscoslar (İslamiyetten Hristiyanlığa dönenler) ise
1609’da İspanya’dan sürülmüşlerdir. Böylece İberya yarımadasının
Müslümanlardan arındırılması da tamamlanmıştır.
Kilise Avrupa’nın asıl homojenize edici gücü olarak dini doktrinlere aykırı
olan mürtedi tarikatlarla etkili bir biçimde mücadele etmiştir. Arianizmi
yok ettikten sonra, Güney Fransa’daki Katarları da yok etmek amacıyla
1208’de Haçlı Seferleri düzenlemiştir. Haçlıların Kudüs’e seferleri 1097’de
başlamış; iki yüzyıl sonra Avrupa’da “biz ve onlar” kavramını yaratarak son
bulmuştur. Osmanlıların Balkanlarda ilerlemesi (nin başlattığı mücadele) ve
Avrupa’nın (bu mücadelede) seçilmiş zafer ve travmaları (chosen glories and
traumas) törenlerle kimliğine nakşetmesi, “Hıristiyan Avrupa” ve “Müslüman
düşman” ayırımını pekiştirmiştir. Haçlı seferleri, Müslümanlar, Araplar ve
Türklere karşı geniş bir stereotip oluşmasına neden olmuştur. Bunların
etkisi hala devam etmektedir. Aynı homojenize edici güçlerin, tek tanrılı
bir dine sahip Müslüman göçmen işçilere karşı, Avrupa’da tekrar ortaya çıkıp
çıkmadığı önemli bir soru olarak önümüzde durmaktadır.
Din ve Irkçılık
Irkçılık Batı Avrupa ve onun koloni uzantıları olan Afrika, Asya, Avustralya
ve Kuzey Amerika’da gelişmiştir. Dünyanın bu bölgelerinde en etkin din
Hıristiyanlık olduğuna göre, bunun ırkçılıkla bir ilgisi olup olmadığının
incelenmesi ilginç olacaktır.
Hıristiyanlığın kutsal kitap, doktrin ve tapınma usullerinde ırkçılıktan
hiçbir iz yoktur. Tam tersine, ırkçılığın tüm insanlara ve Tanrı’ya sevgiyle
yaklaşan bu dinle bağdaşması imkânsızdır. Gerçekten dini açıdan bakıldığında
ırkçılığın Hıristiyan toplumlarında gelişmesi bir muammadır.
Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a göre ırkçılıkta dinin rolünü
anlayabilmek için anahtar, Yahudi sorunudur. Özal “Avrupa’da Türkiye” adlı
kitabında şöyle demektedir: “Hızla batılılaşan dünyanın kurtuluşu için
Yahudi sorununun kökenlerini tarafsız olarak anlamamız son derece önemlidir.
“Hıristiyan kendini Tanrı imajında görür. Tarihsel olarak, İsa’nın
insanoğlunun günahları için çarmıha gerilmesi yoluyla Tanrı ile yapılan bu
özdeşleşme, bireyin Tanrı ile birlikte bazı hayati doğal içgüdüleri
benliğinde bulundurmasını çok zorlaştırmış, bu da fevkalade sert bir ahlak
yapısına neden olmuştur. (İnsanlığın günahları için ölen İsa’yı içine alıp
onunla özdeşleşen Hristiyanın kendi içgüdülerinden aşırı derecede rahatsız
olması doğaldır.). Bu ahlak, “kötü” olarak reddettiği her şeyi ruhundan
atmak amacıyla, diğer gruplarla birlikte Yahudileri de yansıtmalar için
hedef olarak kullanmış ve bu nedenle engizisyona ve soykırıma dahi
başvurmuştur. Şunu ifade etmek gerekir ki, bu konuda İslam, dini açıdan
kurallara bağlamak ve kötüye kullanılmasını yasaklamak kaydıyla, tüm doğal
içgüdüleri kutsal kabul etmiştir. Tarihsel olarak İslam’ın bu yönü mizah
konusu yapılarak eleştirilmiştir. Oysa Müslümanların yansıtma
mekanizmalarına çok az ihtiyaçları olduğu açıkça görülmektedir.
“Aydınlanma Dönemi’nin geniş laikleşme etkileri nedeniyle dinin doğal
içgüdüler üzerindeki baskısının büyük ölçüde azaldığı bir dönemde
Holocaust’un vuku bulmasının bir çelişki olduğu söylenebilir. Bu gerçekten
doğrudur. Ama burada birbirine bağlı iki süreç vardır. İlk olarak,
başlangıçta ahlakı yaratan dinin etkisinin azalmasına ve ahlaki davranış
kurallarının dini özünün boşalmasına rağmen, içgüdülere karşı olan ahlak
geleneği yaşamaya devam etmiştir. Bu sosyal sürece paralel olarak birey,
ahlaki değerlerden uzaklaştıkça daha çok bilinçaltı suçluluk duymaya
başlamıştır. (Dinin etkisinin kaybolması, günah işleyenin tövbe ederek
affolması imkânını da ortadan kaldırmıştır.) Başka bir deyişle, kültürel
devamlılık, ahlak kurallarının bariz Şekilde rasyonalize edilmesine rağmen,
ahlak dışı eylemler karşısında kişinin cezalandırılma ihtiyacının devamını
sağlamıştır. Bu durumda tek çıkış yolu olarak kültüre iyice yerleşmiş olan
yansıtma mekanizmasının kullanılması kalmıştır.
“Batı uygarlığının temeli olarak Hristiyanlık’ın yanında ismi geçen
Aydınlanma Dönemi’nde ortaya patlayarak çıkan ‘akıl’ sadece dinin mantıksız
unsurlarını yok etmekle kalmamış, aynı zamanda dinin kendisini, kısmen de
olsa, yok etmiştir. Aydınlanma’nın deizm ve hatta ateizmi, Hristiyanlık
öncesi Doğa Anaya tapınma dönemine geri dönülmesi anlamına gelmektedir.
Acaba, hedef gruplara dönük zulüm ve soykırım ile birlikte milli devletler
arasındaki savaşların artmasının asıl nedeni, bu aşırı “desakralizasyon”
(kutsal şeylerden aşırı uzaklaşma) sonucu ilkel din dönemlerinde görülen
karşılıklı şiddete dayalı kısır döngünün yeniden canlanmış olması mıdır?
“Ben bir uygarlığın diğerine olan üstünlüğünü savunmuyorum. Bütün anlatmaya
çalıştığım, gelişim denilen süreçte ödenen sosyal bedeldir” (5).
Batı Avrupa’nın, kabaca Latin Akdeniz ve kuzey batıdaki çoğunlukla “Germen”
bölümlerinden oluştuğunu farz edelim. Her iki kesimin de benzer bireysel ve
ulusal kimlik yaratma sürecinden geçmesine rağmen, neden Almanya’nın daha
çok ırkçılık eğilimine sahip olduğunun araştırılması gereklidir.
26 Aralık 1992 tarihli Le Monde’un başmakale köşesinde Almanya’da son
sonbaharda ortaya çıkan ırkçı ve yabancı düşmanlığı dalgasından bahsederken,
bunun geleceği olmayan ani bir yüksek ateş nöbeti olup olmadığı
sorgulanmakta ve şunlar belirtilmektedir: “Her ne kadar çoğunluk tersine
inanmak istese de, gerçek çok daha az masumdur. Gösteriler ne kadar coşkulu
ve etkileyici olursa olsun, ruhlara iyice yerleşmiş “öteki” ile olan
ilişkilerin sorgulaması yapılamamaktadır. Bu gösteriler Lutheranizm'in
iliklere işlediği bu ülkede kendini ulusça günahkâr hisseden toplumun
günahtan kurtulmaya çalışmasının kanıtlarıdır”.
Protestanlık ve günah duygularının artışı arasındaki ilişkiyi yorumlamak bu
monografinin amacının dışındadır. Belki de, “sert ahlak”, “Tanrının
seslenişi” (call) ve “kesin kader” (predestination) kavramlarının bu dinin
temel özellikleri olduğunu söylemek yeterlidir.
Protestanlık, “Tanrı’nın mutlak yüceliğine dayalı sert doktrinler ile
birlikte insanla ilgili kötü olan her şeyin kişinin bedeninde bulunduğunu;
insanın temel yalnızlığını; kültür ve din içindeki bütün haz ve duygu
unsurlarına karşı tümüyle olumsuz bir tavrı içerir” (6). Öte yanda Katolik
ahlaki eylemden ziyade niyetlerle ilgilidir. Oldukça gerçekçi olan Katolik
kilisesi insanın şu veya bu şekilde yargılanacak kadar temiz bir varlık
olmadığını, onun manevi hayatında çatışan motifler olduğunu ve
hareketlerinde çelişkiler bulunduğunu fark etmiştir. Tabii ki, bu din de,
ilke olarak, insanın hayatını (iyi yönde) değiştirmesini istemektedir. Ancak
bu isteğini “günahların affedilmesi” yöntemiyle zayıflatmıştır (7). Katolik
papazı kefaret, merhamet için ümit ve af dağıtmış ve bu suretle insanların,
Kalvinistlerin sebep olduğu büyük gerilimden kurtulmalarını sağlamıştır.
Kalvinizmin Tanrısı inananlardan sadece iyi bir veya birkaç iş değil,
yaşamları boyunca kesintisiz iyi işler istemekteydi. Kalvinizm, Katolik
günah döngüsüne, yani insanın günah işledikten sonra, tövbe, kefaret, azat
ile yeniden günah işlemesine imkân vermemiştir (8).
Protestanlığın, insan olarak yerine getirilmesi mümkün olmayan bu tür aşırı
taleplerinin, günah ve suçluluk duygularında ve bunların hem toplum içinde,
hem de toplum dışındaki uygun hedeflere yöneltilmesinde (suitable target of
externalization) bir artışa neden olup olmadığının araştırılması gerekir.
Araştırılması gereken başka bir konu da, katı Protestan (ve Kalvinist)
ahlaki ile özellikle aşırı temizlik, kasti ve sistematik bedensel veya
psikolojik cezalandırmalar (öfkeyle ve fevri biçimde dövmeden farklı olarak)
ve eğitim amacıyla çocukların iradesini tahrip etme gibi müdahaleci/
zorlayıcı çocuk yetiştirme şekilleri (intrusive mode of childrearing)
arasındaki ilişkilerdir.
Kuzey-batı Avrupa toplulukları genellikle aşırı temiz ve düzenlidirler. Bu
kısmen modern teknolojinin ihtiyaçları, toplumsal veya kişisel hijyen,
mimari estetik gerekleri ve şehir planlaması, ya da trafiğin güvenliği ile
açıklanabilir. ‘Ancak bu tip aşırı düzenliliğin kuralcı/zorlayıcı
(compulsive) özelliği gözden kaçmamaktadır. Almanya’da 13 yıl yaşayan bir
Amerikalı yazar, yazılarının birinde bu durumun yarattığı potansiyel
tehlikeyi göstermek için üç “önemsiz” olayı anlattıktan sonra Şunları
söylemektedir: “Eğer Almanlar bu düzenliliği daha da ileri götürürlerse,
endişe etmek için neden var demektir. Düzenlilikleri arttıkça dikkatli olun,
çünkü ilk olarak düzenli olmayan bütün yabancıları hedef alacaklardır.
Almanlar kendi toplumsal sorunlarının nedenlerini aradıklarında, günahlarını
yükleyecekleri bu yabancılar, abajur veya tıbbi deneyler haline dönüşecek,
talihsiz bir kadere sahip olacaklardır” (9).
Aşırı düzenliliğe ve mükemmelciliğe dayalı zorlayıcı tutumların düzenin
makul gerekleri ile çok az ilgisi vardır. Zorlayıcı insanlar (compulsive)
ilkel süperegonun “kurallarına” itaat etmeye kendilerini mecbur hissederler
ve “dağınık”, “kirli”, “düzensiz” v.b. insanlardan nefret ederler. Dahası
zorlayıcı karakter sahipleri özellikle rahat, ilgisiz, kaygısız ve kuralsız
yabancılara karşı sert, toleranssız ve muhafazakârdırlar (10).
Milliyetçilik, Etnosantizm ve Irkçılığın Almanya’daki gelişimi
Almanya’daki ırkçılığın başka önemli nedenleri var mıdır? Batı Alman
toplumunda kamuoyunu etkileyen odaklar savaştan sonra Alman kimliklerini
geçmişte bırakmaya çalışmışlardır. İnsanlar kendilerini o kadar
Avrupalılaştırmışlardır ki, geleneksel Almanlar olarak tanınmaz hale
gelmişlerdir.
Hitler’in yönetimi altında Almanya adına işlenen faciaların farkına varınca
ortaya çıkan tek şey kendinden nefret olmuştur. Duyguları uyuşmuş (geçmişi
unutmak ve bu nefreti hissetmemek için) bir halk yeni özgürlüğünden
yararlanarak “Almanlık”tan uzaklaşmayı ve “dünya vatandaşlığı” kültürüne
sahipmiş gibi hareket etmeyi, geçmişten kurtulmanın en iyi yolu olarak
görmüştür.
Bu kadar çok benlikten uzaklaşmanın (self- alienation) faturası ortaya
çıkmaktadır. Almanlar şimdi birden kendilerine bakmaya ve bir kere daha
kendi gerçek kimliklerini araştırmaya başlamaktadırlar (11).
Milli kimliğin reddi ve inkârı hiçbir zaman bedelsiz olamaz. Evrensel bir
kimlik milli kimliğin yerine geçemez. Evrensel kimlik, ancak iyi yapılanmış
bir milli kimlik ile bütünleşebiliyorsa bir şey ifade eder. II. Dünya
Savaşı’ndan sonra Almanya tamamen demokratik bir ülke olmuş ve Nazi
kimliğini tarihe gömmüştür. Ülkedeki güçlü insan hakları akımları dünyadaki
insan haklarına saygıyı savunmak görevini üstlenmişlerdir. Bu akımlar, büyük
olasılıkla, istenmeyen geçmişi kendi kimliklerinden ayırmış ve insan
haklarını ihlal ettiği düşünülen diğer ülkelere yansıtmıştır.
Yeni nesiller ve özellikle yeniden birleşme ile Almanlar Alman kimliğini bu
defa demokratik insan haklarına saygı temelleri üzerinde yeniden
yapılandırmaya ihtiyaç duymuş olabilirler. Yeni Alman kimliği arayışı ise
kültürel olarak nesilden nesile devredilen Alman milliyetçiliğinin tarihsel
tecrübesinden kaynaklanmak zorundadır. Bu nedenle yeni-ırkçılık ile bir
ilişkisi olup olmadığını görmek için Alman milliyetçiliğinin tarihine bakmak
gereklidir.
Milliyetçiliğin İngiliz ve Fransız türleri önceden var olan devlet yapıları
üzerinde doğmuştur. Almanya”nın Fransız İhtilali’nin arifesinde Kutsal Roma
İmparatorluğunu oluşturan 350 önemsiz krallığa bölünmüş olması,
milliyetçilik fikrinin “doğal gelişimine” imkân vermemiştir.
Napolyon savaşlarında Almanlar Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Napolyon
tarafından sona erdirilmesi (1806) ve Prusya’nın çökmesi ile
“aşağılanmıştır” (13). Tarihçiler, Alman entelektüellerinin Avrupa
kozmopolitliğinden veya yerël bağlardan milliyetçiliğe dönüşünün, 1805-7
arasında Almanya’nın Fransız orduları tarafından saldırıya uğradığı yıllarda
vuku bulduğunu belirtmektedirler. Aslında daha önce 30 Yıl Savaşlarında da
benzer durumlar olmuş; ancak savaşlar Kutsal Roma İmparatorluğu’nun
yoklusuyla sonuçlanmamıştı. Her ne kadar Kutsal Roma İmparatorluğu gerçekten
çok bir hayal idiyse de, bilinçaltı düzeyde süreklilik, istikrar ve
ölümsüzlüğü sembolize etmekteydi ve her şeye rağmen bin yıldır yaşamaktaydı.
Alman milliyetçilerinin ona bilinçle sadakat göstermemiş olması, sona
erişini yine de bir ölüm olayı gibi algılamalarını engellememiştir. Alman
milliyetçileri kendilerini Prusya ile özdeşleştirmişler; Jena’da
“aşağılayıcı” yenilgisinden sonra Prusya’nın sınırlarının küçülmesini
vücutlarından bir uzvun kesilmesi gibi hissetmişlerdir. Jahn, “Tilsit Barışı
ile Prusya bazı uzuvlarını kaybetmiştir” diye yazmıştır (14).
Almanya için yapılan milli mücadele ‘ödip’ nitelikte kardeş kavgalarının çok
büyük ölçekli bir örneği olmuştur. ‘Ana’ Almanya’ya Almanların, kısmen
bilinçli kısmen de bilinçaltında, Töton kökenli kardeş olarak algıladıkları
Fransızlar duhul etmiştir. Fichte, Fransızların Alman “ırkının bir başka
kolu” olduğunu belirtmektedir. Fransızlar şiddet ve askeri işgal ile “ana”
Almanya’ya cinsel yönden sahip olmayı başardığından, Almanlarca nefret
edilen rakip kardeşler olarak hissedilmişlerdir.
Bunun gibi ödipal fantaziler ile benlikte anayla ilişkili “iyi” ve “kötü”
unsurların ilkel bölünmesi (primitive splittings) Alman milliyetçilerinin
anlık konusundaki olağanüstü meşguliyetlerini izah etmektedir. Arndt’ın
yazdığına göre: “Almanya yabancılarca piçleştirilmemiş ve
melezleştirilmemiştir. Almanlar diğer halklardan daha fazla kendilerine özgü
saflıklarını korumuşlardır... Tacitus... gelecekte Alman halkının büyüklüğü
ve ihtişamı için saf olmalarının, melez olmamalarının ve kendilerinden başka
kimseye benzememelerinin önemini görmüştür”. Fichte ulusun “hiçbir yabancı
unsurla karışmadan ve yozlaşmadan” var olacağına inanmış ve tekrar tekrar
“özgün Alman kavminden” bahsetmiştir (15).
Alman milletinin suni olarak yapılanmış olduğu gerçeğini, birçok Şeyin
yanında bunun objektif bir gerçek olduğunu ispat için harcanan olağanüstü
enerji de açıkça ortaya koymuştur. Bunun bir başka yolu da, ulusun organik
bir varlık olduğunda ısrar etmek olmuştur. Millet bir tercihin, tarihin,
sosyal mukavelenin veya anayasa yapmanın ürünü olarak değil de, ancak doğal,
doğada başından beri var olan organik bir varlık olarak düşünülmüştür.
Görres’in yazdığına göre, “bütün üyeleri bir bütün olarak birbirine
bağlayan, bütün yapay mukavelelerden evvel ve üstün olan doğa kanunudur”.
Fichte’ye göre ise “halk ve vatan, her zaman devletten çok üstündür”. Kaldı
ki, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun politik-yasal kişiliği de son bulmuştur.
Arndt’ın 1913 tarihli şiirinin başlığı olan “Alman vatanı nerede?”, sadece
şiirsel etkiyi arttırmak için kullanılmamış; aynı zamanda Alman
milliyetçilerinde endişeye yol açan bir belirsizliği de yansıtmıştır. Arndt
hiçbir politik gerçeği olmayan bir “millet” ile özdeşleşmenin yarattığı
güvensizlik duygusunu hissetmiş ve okuyucularına Alman vatanının nerede
olduğunu söylemek için, nerede olmadığına adeta iki kat fazla yer ayırmıştır
(16).
Alman ulusunun belirsiz varlığının Almanlığın ne olmadığını belirterek
tanımlanması, Almanların kendilerinde görmekten nefret ettikleri olumsuz
özelliklerini Fransızlara yansıtmalarıyla aynı anlama gelmektedir. Almanlar
Fransızların olumsuz özelliklerine ait uzun listeler hazırlamışlar; böylece
kendi kişiliklerindeki istenmeyen yönlerine dönük nefreti korktukları ve
nefret ettikleri dış nesneye (Fransızlara) yönlendirmişlerdir. “Ebedi
gerçekler, derin coşku, cezbe ve özlemlere sahip olmayan ve bunları
anlatacak kelimeleri bile bulunmayan Fransızlar, insanların en kutsal ve
yücesiyle (herhalde Almanlarla) sırf espri olsun diye alay etmekteydiler”.
Esasen, çoğu duygu kaynaklı olan Alman halkının erdemleri, bu olumsuz
Fransız özelliklerinin tersiydi.
Milletin politik bir birlik olmaması, yüce ve organik olması ve ancak sahip
olmadığı unsurlarla tanımlanması nedeniyle, yapay oluşturulmuş bu birimin
varlığından emin olmak için Alman milliyetçilerin tek yolu onu hissetmekti
(17).
Alman milliyetçileri tarafından Alman milletinin varlığına dair gösterilen
tek somut örnek Alman kültürünü kanıtlayan Alman dili olmuştur (18).
Alman milliyetçileri dile çocuklukları ile açık bir bağlantısı olduğu için
ilgi duyuyorlardı. Denklem şuydu: Alman milletinin analığa ait grup
fantezisi= Alman anadili= ana. 1807 de Jahn’ın yazdığı şekliyle: “her
insanın bir annesi vardır, anadili de onun için yeterlidir. Anne sevgisi ilk
iletişim yoludur; anadil kalbe, anılara ve mantığa açık olan kapıdır”.
Modern psikoloji dilin 2-4 yaş arası çocuklarda gelişmesi için, çocuk ile
anne arasında yakın ve sevgi dolu bir ilişkinin şart olduğunu ortaya
koymuştur. Alman milliyetçilerinin, Avrupa’daki tek özgün dil olarak
Almancanın kaldığına ilişkin sürekli saplantı içinde olmaları, ilk yıllarda
anneyle yaşanan yakınlığı günün şartlarında yakalamaya çalıştıklarını
göstermektedir. İlk Alman milliyetçileri için (ve belki de tüm milliyetçiler
için) temel sorun her zaman bir tür anne sevgisi olmuştur (19).
İnsanlar, yüksek düzeyde, gerçek ya da hayali gerginlik (stress) içine
girdiklerinde çocukluğun erken ruhsal düzeylerine geri çekilme (regression)
eğilimi hâkim olmaktadır. (Bu çok yaygın bir psikolojik savunma mekanizması
olup bir çeşit geçmişe, ana-baba tarafından korunulan döneme sığınma
niteliğindedir. Öte yandan, birçok durumda aşırı, derin ve uzun süreli geri
çekilmenin ciddi ruhsal sorunlar yarattığı da doğrudur.). Napolyon döneminde
Alman milliyetçileri de geri çekilerek ödip-öncesi- ana (pre-oedipal mother)
ile bütünleşme (maternal fusion) içine girmişlerdir (20) (Bu ruhsal yapının
ilk ve en eski dönemine yapılan bir geri çekilmedir.). Fantezi düzeyinde
(veya bilinçaltında) grupların çoğunlukla ana olarak algılandığı
bilinmektedir. Almanlar kendi grupları (millet) hakkında bir fantezi
yaratmaya çalışırken, gerçekte analığa ait bir fantezi yaratmışlardır. Anayı
temsil eden gruba (millete) mensup olmak, onunla kaynaşmak ve bir bütün
oluşturmanın insanlarda ne denli yoğun endişe yarattığı (çünkü bir bakıma
bunlar ensest korkularını da uyandırmaktadır) Alman milliyetçilerinin “ana”
Almanya’ya “babavatan” diyerek bu endişelerinden kendilerini korumaya
çalışmalarından da anlaşılmaktadır (21).
Bütünlüğü olan devlet yapısından ve belirgin sınırları olan bir vatandan
yoksun olması nedeniyle Alman milliyetçiliği millet kavramına aşırı ölçüde
ağırlık vermek zorunda kalmış; ancak bunu nesnel ve politik bir gerçek
olarak değil de, “doğal”, “organik”, “önceden doğada var olan” ve “doğanın
kanunu gereği” gibi tanımlamalarla yapmıştır. Milletin temelde biyolojik
unsurlara bağlı bu tanımı ırkçılığa çok yakındır. Böylece ırkın saflığı ve
Alman dilinin özgürlüğü, ya da saflığının bozulmamış olması, milliyetçiliğin
odaklaştığı noktalar olmuştur. Acaba, yabancılar sadece farklı davranış ve
yaşam tarzları ile değil de, bozuk Almancalarıyla da mı, Alman dilinin
sürekli saplantılı ve mükemmelci saflığını rahatsız etmektedirler?
Almanya, Alman milliyetçiliğinin doğuşundan yarım yüzyıl sonra siyasi
birliğini sağlamıştır. Avusturya—Macaristan İmparatorluğu ve Fransa’yı
yenince 1878’de Berlin Konferansı’nda Avrupa’nın hâkim gücü halini almıştır.
Alman milliyetçiliğinin yukarıda belirtilen, özelliklerinin I. Dünya
Savaşı’na neden olup olmadığını tartışmak, bu çalışmanın sınırları
dışındadır. Savaş ve savaş sonrasının olağanüstü zor koşulları Nafi
rejiminin iktidara gelmesine yol açmıştır. Bu rejim Holocaust ile sonuçlanan
ırkçılığın en habis şeklini ortaya koymuştur.
Napolyon Savaşları zamanından farklı olarak I. Dünya Savaşı sonunda Almana
düşmanlarınca istila edilmemişti. Bununla birlikte Versailles Anlaşması’nın
şartları sadece aşağılayıcı değil, aynı zamanda savaş sonu sorunlarından
kurtulmaya yardım edici türden de değildi. Savaş borçları hiper-enflasyona
neden oldu. Büyük depresyon ekonomide etkisini gösterdi. İşsizlik arttı.
İdeolojik kutuplaşma ve politik istikrarsızlık ortaya çıktı.
Yenilgi travmasının yarattığı moral çöküntü Nazizmin yükselişinin temel
nedeni olarak görülmüştür. Napolyon savaşları koşullarından farklı olarak,
yenik de olsa Almanya bu kez birleşik devlet yapısı, büyük “babavatan” ve
belirgin sınırları ile Avrupa’nın en büyük gücü idi. Milliyetçiliğin
başlangıcındaki çelimsiz etnosantrizm duygusu giderek büyümüş ve Bismark
Almanyası’nın temel manevi güç kaynağını oluşturmuştu. Bu nedenle, I. Dünya
Savaşı yenilgisi etnosantrizmin bu zirvesinden adeta tepe taklak düşmesine
sebep olmuştur. Alman toplumunda ruhsal geri çekilme de aynı oranda
derinlemesine vuku bulmuştur.
Irkçı Teorilerin analizi
Aşağıda incelenecek diğer bazı unsurların etkisiyle geri çekilmenin
derinliği daha da artmıştır.
19. yüzyıl ırkçı teorilerin gelişmesine sahne olmuştur. Alman milliyetçiliği
biyolojik niteliğiyle bu teorilerin etkisine son derece açık durumdaydı. Bu
nedenle Almanya’nın I. Dünya Savaşı yenilgisi travmasına karşı geri
çekilmesi, savaş öncesinde aşırı büyümüş etnosantrizmden, büyük ölçüde ırkçı
teorilerle doymuş (ilkel) milliyetçilik düzeyine derinlemesine iniş Şeklinde
olmuştur.
Leon Poliakov “The Aryan Myth” adlı eserinde 17. yüzyıl ve 18. yüzyıl
bilimselciliğinin yarattığı ciddi sorunlara değinmektedir. Bilim adamları ve
düşünürler yeni keşfettikleri deneysel metotları insanın dünyasına
uygulamaya çalışırken, deri rengi, beynin şekli gibi pek belirgin olmayan
morfolojik ve psikolojik olgular üzerinde cüretkar ve tehlikeli
genellemelere gitmişlerdir. Poliakov, bu yaklaşımın Aydınlanmanın temel
başarısı olan bilim devriminin dokusuna ilkel ırkçılığı nakşettiğini
söylemektedir.
O dönemde yapılan bu genellemeler Avrupa insanını insanlığın zirvesine
oturtmaya yaramıştır. “Daha aşağı ırklar” denilen zenciler ve Yahudiler gibi
gruplar giderek Avrupalılardan sadece farklı insanlar olarak değil, daha çok
ayrı canlı türleri olarak algılanmaya başlamıştır... Poliakov’un
belirttiğine göre bu bilimsel yaklaşımın başlıca etkisi insanı
kutsallığından mahrum bırakmak olmuştur. “Akıl Çağı”ndan bu yana insan
doğanın bir parçası, üzerinde çalışılan, sınıflandırılan ve duruma göre
kontrol edilen ve kınanan bir varlık olarak ele alınmıştır. Bu yaklaşım,
adeta, doğanın, yaşamaya gücü yetmeyen veya uygun olmayan türlere dönük (yok
edici) tavrını andırmıştır (22). (natural selection)
Musa’nın dini Tanrı’nın imajında yaratılan insan ile dünyadaki diğer bütün
canlılar arasındaki temel farkı vurgulamaktadır. Oysa Aydınlanma döneminin
oldukça ham “bilmi”, insanın kutsal görülmediği; tersine ağaçta yaşayan
akrabalarından biraz daha fazla beyinli ve biraz daha az tüylü bir maymun
olarak ele alındığı bir süreci başlatmıştır (23).
Irk efsanesinin kendisi, akılcı bilim dünyasının kurutucu etkisine karşı
üretilen ve romantizm olarak adlandırılan tepkiydi. Romantizm dünyası, bir
kısmı kâbusla, ama çoğunluğuyla sezgi, düş ve duygularla bağlantılı bir
görüntüler dünyasıydı. Kendine ait hayalleri kırılan, ya da yok olan insan,
aklın parlak ışığından, hayal gücünün ve duyguların alacakaranlığına
sığınmıştır. Akla isyan etmelerine rağmen, romantikler insanların tümüne
kaybettikleri itibarı yeniden kazandıracak bir arayışa da girmemişlerdir.
Her halkın kendi içinde itibara benzer bir şeyler olduğunu farz etmişlerdir.
Fichte ve Schiegel gibi kendini kaybolan “Ari Hindistan”a adayanlar,
romantik rüyayı insanlığın başlangıcını araştırmaya yöneltmişlerdir.
Poliakov’a göre bu geriye dönüş rüyası, kısmen anaya kavuşmaya dönük bu
tehlikeli istek, giderek ırkların kaynağını araştırma halini almıştır.
Irklarla dil gruplarını karıştıran bu talihsiz eğilim Ari mitinin meydana
gelmesinde başlıca sorumlu olmuştur. (24).
“Bu bilimsel ırkçılık, bir yandan Judeo-Hristiyan geleneğine karşı gelirken,
öte yandan da yeni bin dinin, doğa dininin çıkması için gerekli tüm
unsurları içeriyordu. 1850 ile I. Dünya Savaşı arasında bu olgunun Batı
dünyasında yaygın olduğu doğru olmakla birlikte, en çok Almanya’da görüldüğü
de bir gerçektir. Nasyonel sosyalistler bu mirasın varisleri olmuşlar; doğa
dini Hitler’in ve çevresindekilerin düşünce ve hareketlerini
şekillendirmiştir. Nazi ideologları ısrarla hareketlerinin temelinin sağlık
verici ‘doğal ilkeler” olduğunu, bunlara ve amaçlarına bağlılığın kişiyi
doğa kurallarına uygun hale getireceğini iddia etmişlerdir. Böylece
Judeo-Hristiyan gelenek yeni bir din tarafından ikame edilmiştir. Bu yeni
biyolojik yaklaşım mistisizm ile karışmıştır. “Doğal insanın” “yaşamın
kanunları”na uygun eylemlerinin kendiliğinden doğru olduğu kabul görmüş;
Musa kanunlarına inanan zararlı ve ruhsuzların hiçbir pişmanlık duymadan yok
edilmesine gidilmiştir. Çünkü bu aşağı yaratıkların nasılsa çok alt düzeyde
varlıklarını sürdürmekte oldukları düşünülmüştür. Bu nedenle, Himmler
Yahudilerle “mücadelenin” “doğal” olduğunu ilan etmiştir. Nasyonel sosyalist
hayat tarzı (Weltanschauung) tarafından savunulan yeni “hayat yolu”
(lebensweg), büyü ve gizemle doğal dünyanın birleştiği bozulmaz bir senteze
yol açan organik bir yaklaşım olmuştur (25)
Ari Miti’nde Poliakov insanı doğa ile özdeşleştirme eğilimine bir açıklama
getirmekte ve psikanalizin bu “rüyayı” şöyle açıkladığını söylemektedir.
Psikanaliz bireyselleşmeden (individuation) önceki en eski aşamaya dönüşün
arzusunu ifade eden bu rüyayı açıklamaktadır. Bu aşama “ilkel narsisizm”dir.
Bu karanlık başlangıçta (doğumun hemen öncesi ve sonrası), kişi kendini
etrafını saran evrenin içinde onunla tek parçaymış gibi hissetmektedir. Aynı
zamanda her kişi kendini sanki panteizmin tanrısı gibi organik olarak
bütünün tümüymüş gibi de algılamaktadır. Bu mutlak mutluluk dolu çocukluk
cenneti, dünyaya gelmeden önce rahimdeki bilinç öncesi yaşama tekabül
etmektedir (26).
Eğer bir grup, olağanüstü stresler nedeniyle bu tür ilkel maternal birleşme
düzeyine geri çekilirse günlük yaşamdaki her şey, her yetişkin eylemi,
seksüel olsun ya da olmasın, yaygın suçluluk duygusuna yol açabilmektedir.
Bu durumda söz konusu grubun suçluluk ve cezalandırılma duygusuyla ilişkili
bütün benlik parçalarını kişilikten ayırıp, bir dış gruba yansıtması
zorunluluk olmaktadır. Bu yansıtmanın amacı, grubun iç dayanışmasını,
maternel birleşmenin gerektirdiği yoğun düzeye ulaştırmaktır. Tüm istenmeyen
elemanlarından temizlenmediği zaman bu maternel birleşme ve kaynaşma ruhsal
açıdan çok tehlikeli olabilmektedir. Öte yandan iç grup bu ilkel gerileme
düzeyinde kaldığı surece de, yansıtma mekanizmasının aktif olması
gerekmektedir. İç grubun istenmeyen kişilik parçaları diş gruba tümüyle
yüklendiğinde ise, iki grup arasındaki ortak yönler tehlikeli bir Şekilde
tamamlanmakta; psikolojik açıdan dış grup iç grubun adeta aynısı olmaktadır.
0 zaman iç grubun kendini (dış gruba attığı ancak benzeşme dolayısıyla
geriye gelmiş gibi hissettiği) suç ve günah duygularından kurtarmak için iki
seçeneği kalmaktadır: ya dış grubu koyacak, ya da yok edecektir (Böylece dış
grupla birlikte kendi günah ve suçları da gidecek veya yok olacaktır.)
Hedef grubun benlik reddi ve Irkçılık
Sorunun başka bir boyutu da iç grubun yansıtmalarına karşı dış grubun
tavrıdır.
Avrupa’da ırkçılığın doğuşu ile Fransız ihtilalinin sonucunda Yahudilerin
özgürlüğüne kavuşmasının aynı anda vuku bulmuş olması ilginçtir. Uzun yıllar
süren ayrımcılık ve zulüm yüzünden tamamen yılmış olan bu özgür Yahudiler
Aydınlanma döneminin yarattığı ortamda Judaizmi fiilen bırakarak Avrupa
toplumlarının içinde asimile olmaya başlamışlardı.
Orta sınıf Yahudileri, vasat, dar kafalı, incelmemiş, kültürsüz, yabancı,
kendini büyük sanan büyülü bir dinden oluşan küçük”, “ghetto” Doğu Avrupa
Yahudileri olmadıklarını kanıtlamaya çalışmaktaydılar... Asimile olmak
isteyen laik Yahudiler, Yahudi kimlik ve miraslarının hatırı sayılır bir
kısmını reddetme eğilimindeydiler. Ev sahibi toplumun içinden gelen
tehditkâr veya alay dolu Yahudi tanımlamalarını içine zararlı ruhsal
maddeler gibi akıtan Yahudinin, kimliği de esasen sakatlanmış olduğundan,
çok az iç koruması kalmıştı (27).
Batı ve Orta Avrupa’da 18. yüzyılda özgürlüklerini kazanana kadar Yahudiler,
ev sahibi toplum tarafından, hakları, yükümlülükleri, ekonomik işlevleri ve
birçok sınırlamaları olan “corporate” gruplar olarak belirlenmişlerdi.
Özgürlük ile birlikte birey olmaları ve kişiliklerini gerçekleştirmeleri baş
döndürücü imkânlar olarak belirdi. “Yeninin akıl almaz bolluğunun”
heyecanıyla (Kafka, 1920), hırsla yöneltilen benlik doyumuyla ve yeni ortaya
çıkan amaçlara ulaşmak için gösterdiği kararlılıkla; eşsiz zekâlarının
tarihin nadir kültürel olaylarına renk vermesinin övüncüyle; Kafka’nın
belirttiği gibi, ‘Yiddish’ kültüründen ayrılmaya çalışmak... ”nesillerin
zincirini kırmak”, kendi dil ve kültürünü ve geçmişe ilişkin bilgisini
bırakmak ve böylece benliğinin sınırlarını çizecek güçten de mahrum olmak;
eski kurumları ve gelenekleri tarafından desteklenememek ve bunun sonucunda
krizlere karşı çırılçıplak savunmasız kalmak; genellikle teröre konu olan,
teröristlerle özdeşleşen benlik nefreti ile, dinden dönmeye duydukları
sürekli özlemin utanç duygusu yaratan psikolojik sürecinde yaşamak; ev
sahibi toplum içinde statü ve kimlik arama arzuları ve sonunda başarıları ne
olursa olsun ya istikrarsız saygı görmek ya da hiç saygı görmemek; ve
sürekli sığınacak bir yeri olmamasının derin endişesini taşımak söz
konusuydu. Havada sanki kendilerinin ve torunlarının avlanacağı,
yaralanacağı ve öldürüleceğine dair bir sezgi vardı (cf. Appelfeld, 1980).
Geçmişlerini teslim etmişlerdi ve gelecekleri yoktu... Kafka Yahudi
yaratıcılığının sadece Yahudilerin ızdırabından esinlendiğini; sorun Alman
sorunu olmadığından bu yaratıcılığın da Alman kültürünün bir ürünü
olmadığını yazmaktadır. Kafka’nın metamorfozu Yahudilerin kendileri hakkında
yaptıkları tanımlamaların dahi ev sahibi toplumun değer yargılarını
yansıttığını anlatmaktadır: Bu çerçevede Yahudiler, hamam böceği, solucan,
pislik aşağılık insan ve ev sahibinin evinde bir utanç kaynağıdırlar (28).
Yahudilerin İspanya’dan sürülmesi ile Holocaust arasındaki bazı benzerlikler
dışında önemli nicelik ve nitelik farklılıkları vardır. 14- 15. yüzyıllarda
İspanya’da zorla din değiştirilmelerinden farklı olarak, 19. ve 20. yüzyılın
başlarının Yahudileri Hıristiyanlarla kaynaşmayı kendileri istemişlerdir. Bu
şekilde kimliklerinin en son ve önemli dayanağı olan dini bırakmışlardır.
Yahudi ve Hıristiyan kimlikleri arasındaki sınırın yok olması Hıristiyan
ruhuna yüzyılların istenmeyen ve Yahudilere yansıtılmış parçalarını geri
getirmiştir. Hıristiyanlığa dönen bu parçaların Yahudilere daha şiddetli ve
yoğun şekilde yeniden yansıtılması gerekmiştir Bu suretle, tehlikeli biçimde
istikrarsızlaşan gruplar arası ilişkiler I. Dünya Savaşı sonrası şartlarında
daha da şiddetlenmiş ve Holocaust ile sonuçlanmıştır. İki yüzyıl süresince
İspanya’da olanlar Almanya’da 20 yıl içinde toplanınca şiddetin yoğunluğu
olağanüstü artmıştır.
Holocaust’ta vahşetin kıyas kabul etmez şekilde fazla olmasının bir başka,
belki de daha önemli nedeni ise, iç grubun (Almanların) geri çekilme
düzeyinin (savaş sonu streslerden dolayı çok) daha derin olmasıdır.
Soykırımın söylemi artık dini değil de, biyolojik, yani kanla ve doğa
diniyle ilgili olmuştur. Bu geri çekilme düzeyi insan gelişimindeki en
ilkel, kültür öncesi ve tek tanrılı dinlerden çok evvelki ilksel dönemlere
tekabül etmiştir. Oysa Yahudilerin İspanya’dan sürülmesi bazı ırkçı
özellikleri olan temelde dini bir çatışmanın sonucu idi. (Dinin
biyolojik-hayvani döneme nazaran çok daha ileri bir kültür düzeyini temsil
etmesi şiddeti sınırlayan bir unsur olmuştu.)
II. Dünya Savaşı’nın üstünden yarım yüzyıl geçti. Güçlü kimlik oluşturan
diğer gruplar gibi, Almanlar da, başlangıçta, içte bölünmüş, narsistik
(kendini beğenen), başkasını hor gören, rekabetçi, diğer gruplara endişe ve
sıkıntılarını atıcı bir biçimde aşırı yansıtmalar ve içe almalarla dolu, bir
süreç yaşamışlardır. (cf. Klein, 1932, 1948; Jacobson, 1964; Friedlander,
1978; Stein, 1980). Olgunlaşan bir grubun yapması gereken şey bu erken
gelişim aşamasını geride bırakmak; olumsuz algılanan dış grubun da bazı
meziyetleri bulunduğunu ve başkalarına yüklenen olumsuzlukların asıl
kaynağının iç grup olduğunu fark etmek; kısacası iki grubun aynı insanlığı
paylaştıklarını anlamaktır.
Ancak, Almanların I. Dünya Savaşı’ndan sonra II. Dünya Savaşı’nın tahripkâr
travmasını da yaşamış olmaları bu olgunlaşma sürecinin tamamlanmasını
engellemiştir. Son savaşın sonucunda neredeyse millet dönemi öncesine, yani
19. yüzyıl Avrupa kozmopolit milliyetçiliğe geri çekilmek zorunda
kalmışlardır. Alman kimliklerini, Avrupalı veya evrensel kimlik sahibi olmak
uğruna reddetmişlerdir. Bu olay gerekirse milli kimlikleri kısmen terk
ederek oluşturulacak yeni Avrupa kimliği arayışlarını harekete geçiren
Avrupa bütünleşmesi ile aynı zamana tesadüf etmiştir. Bu noktada diğer bazı
AT ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da aşırı sağ merkezcil güçler ortaya
çıkmıştır. Bunlar Şimdi Alman kimliğini takviye etmeye çalışmaktadırlar.
Şurası açıktır ki, milli kimliğe dönüş, ırkçılık ile karışmış olan tarihsel
milliyetçilik tecrübesinden ayrılamaz. Başka bir deyişle, Alman
milliyetçiliği bir kez daha ırkçılık unsurları ve belirtileri ile geri
dönmektedir. Aşağılayıcı olaylarla (savaş suçları ve Holocaust) ilgisi
yüzünden reddedilen milli kimliğin yeniden oluşturulmasındaki başarı, bu
olayların sebep olduğu narsistik yaraların acısının (bir tür toplumsal
psikanaliz çerçevesinde) yeniden hissedilmesine bağlıdır. Narsistik
yaraların hatırlanması savunma mekanizmalarını ve özellikle etnosantrizmi
yeniden harekete geçirme eğilimindedir. Ancak entosantrizm veya
etnosantrizmin geri çekilmiş şekli olan ırkçılığın başlangıçta bu faciaların
ortaya çıkmasına sebep olduğu hatırlanırsa, bütün Avrupalıların yeniden
dirilen ırkçılıktan neden bu kadar korkuya kapıldıklarını anlamak mümkündür.
Avrupa’da yeni-Irkçılık ve Avrupa kimliği
Irkçı olaylar sadece Almanya’da değil, daha küçük boyutlarda da olsa diğer
Batı Avrupa ülkelerinde de görüldüğü için, milliyetçilik ve kimlik
yapılanmasında Almanya ile aynı tarihsel deneyimleri tümüyle paylaşmayan
diğer Avrupa ülkelerindeki ırkçılık nedenlerine de ayrıca bakmak doğru
olacaktır.
Sadece geçmişteki ırkçılığa atıfla yeni ırkçılığın nedenlerini ve yapılarını
açıklamak mümkün değildir. Önceden belirttiğimiz gibi bugün stres
sayılabilecek önemde görünür bir neden yoktur. Tam tersine AT Avrupası en
refah ve barış dolu dönemini yaşamaktadır. Bu Avrupa şimdiden dünyadaki en
büyük ekonomik ve ticari birlik halini almıştır ve başarıyla politik birliğe
doğru gitmektedir. Bu şartlarda Avrupalılarda geri çekilme ve yansıtmaya
neyin neden olduğunu anlamak hiç de kolay değildir.
Avrupa’da istihdam yapısıyla ilişkili kurumsallaşmış bir ayırımcılık vardır.
Avrupa’daki özel sektörler Avrupalıların hemen hemen bir yüzyıldır
yararlandıkları sendikal haklara sahip olmayan çevre ülkelerden insan gücü
getirerek işçi ücretlerini düşük tutabilmektedirler. Açıkçası, AT, işgücünün
etnik hiyerarşisi ve eşitsizliği üzerinde kurulmuş bir sistemi resmen idame
ettirmektedir. Bu objektif gerçeğin yanında olayın “subjektif” tarafı ise
ırkçı ve kültürel önyargıların hâkim grup ile hâkimiyet altındaki grup
arasındaki kurumsallaştırılmış olmasıdır (29).
Göçmen işçiler kitleler halinde gelip belli işlere girmişlerdir. Şimdi
sonsuza dek Avrupa’ya yerleşmiş gibi görünmekteler. Aile birleşmeleri
gerçekleşmiştir. İkinci, bazı durumlarda üçüncü nesil iŞ piyasasına girmeye
başlamıştır. Bu noktada teknolojinin ilerlemesi ile vasıfsız işçiye duyulan
ihtiyacın azalmasına bağlı işsizlikle karşılaşılmaktadır. Bu işsizlik sadece
yabancı işçileri etkilememektedir. Hızlı teknolojik gelişim bütün işçilerin
iş güvenliğini sarsmakta ve bütün güçlükleriyle birlikte sık iş değiştirme
için sürekli eğitim gerekliliği doğurmaktadır. İşgücü piyasasındaki “milli”
ve “yabancı” işçiler arası rekabet de ırkçılığa katkıda bulunmaktadır.
Kendi devletlerinin koruyucu şemsiyesinden mahrum kalan ve sınırlı haklara
sahip olan yabancı işçiler, aynı zamanda ırkçılar tarafından aşağılanmakta
ve insanlık dışı davranışlarla karşılaşmaktadırlar. Hissettikleri öfke ve
tepki onların geleneklerine ve dinlerine bir tür savunma duygusu ile daha
fazla bağlanmalarına neden olmaktadır. Ev sahibi insanlar göçmen işçilerin
bu savunma tepkisine artan ırkçılıkla tepki göstermektedirler. Sonuç olarak
her iki taraf ta kendi tutumlarını tırmandırarak sürdürmektedirler.
Bu bağlamda Avrupa’da devlet kavramının geçirmekte olduğu krizin ev sahibi
halk üzerindeki etkileri gündeme gelmektedir. Çağdaş ırkçılık “öteki”ni
hastalıklı biçimde algılamaya elverişli kültürel ve sosyal farklara dayanan
basit bir ilişki değildir. Devletin aracılığı ile “öteki”ne uzanan bir
ilişkidir. Veya daha açıkçası, ırkçılık, Avrupa halklarının temelde
devletleriyle içinde bulundukları ihtilaflı ilişkiyi ötekine (yabancı
işçilere), bir çeşit çarpıtmayla, yansıtmaları sonucu ortaya çıkmaktadır.
Fransız aşırı sağının çıkardığı (yabancıya karşı) “ulusal tercih” sloganı
bunun ışığında açıklanabilir. Bu tercih vatandaşların devletlerine olan özel
bağımlılık ilişkilerini yorumladıkları hem kurumsal hem de hayati bir
tercihtir. Özellikle ayrıcalıklı değilsek, ayırımcılığa uğramışsak, yönetim,
okul ve politik mekanizmalarca bir edilgen gibi muamele görmüşsek,
hiçbirimiz böyle bir bağımlılık duygusundan tamamen kurtulamayız.
Batı Avrupa’da devlet bir yanda vatandaş hakları ve milliyet, öte yanda
bireysel ve kolektif sosyal haklar arasında bir bağlantı kurmuştur. Sonuç
olarak, sadece devletin ulusal yurttaşları tüm sosyal haklardan
yararlanabilmektedirler.
Avrupa’da halen devlet nedir sorusu ırkçılığı anlamak için gereklidir.
Avrupa’da devlet ne milli ne de supranasyoneldir ve bu belirsizlik
azalacağına artmaktadır. Milli devletler ve AT kurumları arasındaki yetki
dağılımında, öyle görünüyor ki bir çekişme vardır. Gerçekte bu milli
devletin dağılma sürecidir. Milli devletin yetki ve sorumlulukları
daralmaktadır. Avrupa’nın yapılanmasında güzel lafların dışında gerçek bir
sosyal boyut ta yoktur. Avrupa devletinin sosyal devlet olmasını ne piyasa
güçleri, ne de milli hükümetler istemektedirler.
Sonuç olarak, gerçek anlamda, yani ‘état—providence’ olarak ortada bir
devlet yokken, uygulamaları, baskı gücü, çıkarlar arası (sınıflar ve
uluslararası çıkarlar dâhil) hakemlik rolü devam eden bir devlet mevcuttur.
Birçok bakımdan durum 3. dünyada görmeye alıştığımız türden bir duruma
benzemektedir. Böylece kolektif kimlik krizi oluşturucu tüm ortak duygular
bir araya gelmiş durumdadır. Her ne kadar bireyler, özellikle politik güçten
uzaklaştırılmış veya bundan mahrum edilmiş olanlar devletten korkmaktadırlar
denebilirse de, aynı kişilerin devletin çözülmesinden ve yok olmasından daha
da çok korktukları anlaşılmaktadır.
Bugünün Avrupa’sında, vatandaş olanlar (yani vatandaşlık hakları olanlar) ve
ötekiler (politik hakları olmayanlar) vardır. Ancak ilk grup olmayan (ya da
yok olan) devletin vatandaşları iken, ikincilerin “hakları olmayan” bir
durumda tutulmasını düşünmek imkânsızdır. Bu ırkçılığa neden olan
savunulamaz durum, Avrupa’da halkın ne olduğu sorusu cevaplanamadığı sürece
devam edecektir.
Devlet kavramı, birey ve grup ruhunda hem paternel hem maternel özellikler
taşır. Genel olarak, devlet yabancı düşmanlara karşı halkı koruyan, kanun ve
düzen koyan özellikleriyle paterneldir. İş, eğitim, sağlık hizmetleri veren
ve sosyal güvenlik ile sosyal adaleti sağlayan yönü ile materneldir. Diğer
yandan, birey ve grup benlikleri ulus ve ülkeyi temsil eden devletle
özdeşleşmiştir. Volkan, devletin kendisinin uzun vadede idealize edilmiş
bireyin benliği olduğu görüşünü modern psikanalize daha yakın bulmuştur
(30). 0 zaman devletin çözülmesi, gerçek ya da hayali olsun, birey ve grup
kimliğinin çözülmesi gibi algılanmaktadır.
Ancak devlet kimliğinin aşınması uzun vadeli bir süreçtir. Dünya
ekonomisindeki globalleşme süreci, ulusal devletin ekonomik politika
araçlarının etkisini zaten kademeli olarak azaltmaktadır. Ulusal paraların
değerleri dalgalanmaktadır. Faiz hadleri ulusal düzeyde belirlenmemektedir.
Dünya üretiminin yarısı hükümetler yerine yatırım kararları veren çok uluslu
şirketler tarafından yapılmaktadır. Bir ülkede istihdam büyük ölçüde yüksek
düzeyde üretken, disiplinli ve az ücrete razı olan bir işgücünün varlığına
dayanmaktadır. Çünkü uluslararası yatırımlar bu tür ülkeleri tercih
etmektedir. Tam istihdam modası geçmiş bir hedef halini almıştır.
Korumacı baskılar veya önlemlere karşı protesto sesleri yükselmesine rağmen,
sanayi mallarının gümrük tarifeleri l950’de yüzde 40 ortalamadan bugün yüzde
6’lara düşmüştür. Ticaret hacmi her sene üretimin iki katı artmakta, böylece
ekonomik büyümenin motoru halini almaktadır. Ekonomilerini ticari
liberalleşme ve rekabete uyarlayabilmiş ülkeler başarılı olmaktadırlar.
Uluslararası rekabetin gerektirdiği yapısal uyum eski ve verimsiz sanayi
veya üretimin tasfiyesine ve kitlesel işten çıkarmalara yol açmaktadır.
İşsizlikten ve güvensizlikten etkilenenler başta halk olmak üzere, “küçük
devlet” ve “müdahale etmeme” esaslarına dayalı neo-klasik ekonomik
politikalar nedeniyle hükümetlerin ekonomik faaliyet alanlarının daralmasını
ve etkinliğinin azalmasını, devletin maternel ve koruyucu niteliklerinin
giderek yok oluşu şeklinde algılamaktadır.
AT ülkelerinin modern dünyada diğer ülkeler gibi gelişmeleri göğüslemesi
gerekmektedir. Bu konuda Avrupalı işçilerin yabancı işçilerle kendi
ülkelerinde rekabet etmeleri dışında, Avrupa’ya özgü bir durum yoktur. Ama
bu tartışmanın şu gerçeğin ışığında değerlendirilmesi gerekir: Avrupa işgücü
piyasasında iş bölümü etnik çizgiden etkilenmekte, örneğin, vasıfsız işler
yabancı işçilere bırakılmaktadır. (teknolojinin daha çok vasıfsız işçileri
işsiz bıraktığı düşünüldüğünde, yabancı işçiler arasında işsizliğin neden
daha yüksek olduğu anlaşılır.)
Irkçılık, ekonomik durgunluk ve işsizlik dönemlerinde milli ve yabancı
işçiler arasında artan rekabet ile izah edilemez. Zira benzer, hatta daha
kötü durumdaki diğer ülkelerde neden ırkçılık olmadığını açıklamak zordur.
Dahası, milli işçiler yabancılara karşı rahatsızlıklarını, dövmekten,
öldürmekten ve yakmaktan daha barışçı yollarla da ortaya koyabilirler. Kaldı
ki, ırkçı olayları yabancılarla rekabetten zarar gören işçiler
çıkarmamaktadırlar.
AT’da tüm bu olgular ve ilave bazı şeyler daha görülmektedir. Yukarıda
belirtildiği gibi, Avrupa ekonomik bütünleşme yoluyla politik birliğe doğru
gitmektedir. Bütünleşme devlet güç ve yetkililerinin Brüksel’e transfer
edilmesi süreci ile gerçekleştirilmektedir. Sonuç olarak Topluluk kurumları
devletin birçok niteliğini kazanarak devlet-üstü otorite olmaktadır. Bununla
birlikte Brüksel milli devlet kimliklerinin yerine geçecek yeni bir Avrupa
kimliğinin kaynağı haline henüz gelememiştir. İnsanların sadakati hâlâ
devletlerine dönüktür. Böylece devlet gücünü iktisap eden merkezin
insanların sadakatine sahip olamaması ile güç ve yetkilerini kaybeden ancak
ulusal kimliğin kaynağı olmaya devam eden milli devlet arasında gerilim
belirmiştir. (Bu durum, Avrupa milletlerinin devlete ilişkin kimlik krizinin
önemli bir veçhesidir.)
Daha geniş bir bütünleşmeye doğru atılacak her adım buna paralel olarak
bütünleşen birimlerin kendi içlerinde çözülmesini getirmektedir. Son 35 yıl
içinde Avrupa’da, gerçek veya düş düzeyinde, olan da budur. Tarihsel
bölgeler ve uzun süredir unutulmuş, etnik grupların kimliklerinin önemi
sürekli olarak artmaktadır. Bunlar, yeni Avrupa mimarisinin yapıları
olacaklarını iddia etmektedirler. Bir başka ifadeyle, Avrupa’da sadece
devlet ortadan kalkmamaktadır, milli birlikte, bilinçüstü ve altı düzeyde,
bölgelere ve etnik azınlıklara bölünüyor şeklinde algılanmaktadır.(Bu da
devletin paternel niteliğinin aşınmasına örnektir.)
Yukarıda belirtildiği üzere, ulusal devletin çözülmesi, bireyin kimliğinin
çözülmesi ile özdeşleşmekte ve bu çok acı verici bir (psikolojik) süreç
olarak hissedilmektedir. ilk bakışta, Avrupa insanlarında geri çekilmeye
neden olacak ve dış gruplara karşı yansıtma mekanizmalarını başlatacak
hiçbir travma yokmuş gibi görünmektedir. Ne I. Dünya Savaşı gibi intihar
tipi bir savaş, ne de devletin Kutsal Roma imparatorluğu’nun çöküşü gibi
parçalanması söz konusudur. Tam tersine, Avrupa, zafer dolu bir şekilde,
eski bir düş olan politik-ekonomik birliğe ve dünyanın en güçlü
birimlerinden biri olmaya doğru ilerlemektedir. Ancak süreç çözülerek
birleşme süreci olduğu için felaket dolu bir travmanın getirebileceği bir
geri çekilmeye yol açmaktadır.
Aşırı sağ partiler veya hareketler bu sürece tepki olarak ortaya çıkmışlar
ve ülkenin birlik ve beraberliğini savunmaya başlamışlardır. Bu güçler
ayrılıkçı eğilimli etnik gruplardan çok yabancılara karşı gibi
görünmektedirler. İlk bakışta bu tuhaf gelebilir. Ama demokrasi, insan
hakları ve özgürlüklerine saygı, etnik gruplara karşı tavır almayı
engelliyor olabilir. Merkezkaç güçlere karşı duyulan nefret yabancılara
yöneltilebilir Onların kovulmasını istemekle, bu sağ güçler kendi
ülkelerindeki etnik grupları ayrılıkçı eğilimlerinden arındırmayı ve böylece
ülkelerin kaybettiği iç bütünlüğü bilinçaltında yeniden sağlamayı
amaçlayabilirler. Bu durumda, aşırı sağın ve aynı zamanda AT ülkelerindeki
halkların ırkçılığı, yabancıların ülke bütünlüğünü değilse bile saflığını
bozduğu ithamıyla, milli devletin çözülmesine karşı gösterdikleri bir
tepkidir.
Toplumun alt sınıflarının ırkçı şiddeti
Birleşmiş Milletler raporunun belirttiği gibi yabancı korkusu, yabancının
reddi veya yabancıya karşı görünmeyen (latent) husumet, varoluşçu bir
hoşnutsuzluğun belirtileri olup
ülkedeki bütün toplumsal sınıflara ayılmıştır ve her an saldırgan ırkçılık
haline dönüşmek üzere yatağından taşma potansiyeli taşımaktadır.
Her ne kadar üst sınıf insanların birçoğu yabancılara karşı ırkçı
duygularını ifadede “böcekler kadar iğrenç”, “her yeri çöplüğe çeviren”,
“ülkemizi kirleten” gibi sözler sarf etmekteyseler de, birçok Avrupa
ülkesinde özellikle Almanya’da ırkçılık toplumun alt kesimlerinden
çıkmaktadır. Bu kesim yüksek düzeyde rekabetçi ve kuralcı/zorlayıcı bir
toplumda işsiz, okuldan atılmış, harcanmış ve toplumun kıyısına itilmiş genç
insanlardan oluşmaktadır. Görünüşe göre, Yahudiler gibi yansıtmalara hedef
olan bir etnik grubun artık mevcut olmaması karşısında Avrupalılar,
özellikle Almanlar yansıtmalarının bir kısmını kendi toplumlarının alt
sınıflarına yöneltmektedirler.
Tarihsel olarak tahribata uğramış ulusal kimliğinin yerine evrensel veya
Avrupalı kimliği ikame eden ve devletini kaybetme tehlikesi yaşayan bir
ülkede, alt sınıfın aşırı ve saldırgan bir milliyetçilikle topluma
sadakatini ve mensubiyetini göstermeye çalışması, kabul edilmese bile,
anlaşılabilir bir durumdur. Grass şöyle demektedir; “Doğu ve Batı
Almanya’nın aşağıya itilmiş en zayıf insanları birilerinin üstünde olmak
veya biri olmak için mücadele etmektedirler. Almanlar arası nefret bu
toplumsal Şiddetin asıl nedenidir. Bunlar (aşağıdaki Almanlar) diğer
Almanlara üstün gelemeyeceklerini bilmekte ve dolayısıyla en zayıf olanın
üstüne gitmektedirler. Onların altında kim vardır? Yabancılar” (32).
Almanya’nın yeniden birleşmesi ırkçılığın ortaya çıkmasına hız kazandırmış
görünmektedir. Ayrı ayrı devletler iken Batı Almanya’dakiler Doğu Almanları
istenmeyen yönlerini atmak için adeta depo gibi kullanıyorlardı. Doğu ve
Batı Berlin’i ayıran duvar, bilinçle bilinçaltı, ya da ego ve id arasında
istenmeyen Şeylerin geri dönüşünü engelleyen sembolik bir “engel” görevini
görüyordu. Duvarların yıkılması ve yansıtılmış kişilik kesimlerinin sel
baskını gibi geriye gelişi, kendini Nazi geçmişinden arındırmış, demokratik
ve uygar olmuş Batı Almanya kimliğine, bilinçaltı düzeyde, ölümcül tehdit
gibi hissedilmiştir. Bu nedenle Batı’daki Almanlar aniden geri dönen
istenmeyen materyeli yabancılara, sığınmacılara ve mültecilere yönelterek
yansıtmak için çırpınmaktadırlar. Bu istenmeyen materyelin bir kısmı, uzun
süre özgürlük ve demokrasiden mahrum kaldıkları gerekçesiyle, diğer bütün
kusurları meyanında ırkçı olmakla da suçlanan Doğu Alman kardeşlerine
yeniden yansıtılmaktadır. Batılıların Doğuluları sert şekilde eleştirmesi
şeklinde vuku bulan bu yeniden yansıtmanın da Doğu’da yabancılara karşı
ırkçılığı şiddetlendirmiş olması muhtemeldir. Kaldı ki kendini toplumca
reddedilmiş hisseden marjinal kesimler de kin ve nefretlerini yabancılara
yönlendirerek içlerini boşaltmaktaydılar.
Şiddet hareketleri ile ırkçılar ülkelerinde iyi durumda olan toplum
kesimlerine şu mesajı vermek istemektedirler: “Bakın bizler aynı ulus ve
ırkın insanlarıyız. Bu yabancılar bizden değil. Bizim yerimize onlar işsiz
kalmalı, kenara atılmalı ve reddedilmelidir.” Genellikle çalışkan,
tasarrufçu ve disiplinli göçmen işçilerin bulundukları ülkedeki alt toplum
kesimlerinde yarattıkları kıskançlık ve nefret de ırkçılığa katkıda
bulunmuştur. Aslında Alman “devleti”nin kendisi bu yabancıları ülkeye
getirmiştir. Aile ilişkilerini örnek alırsak, yabancılar ne akraba, ne üvey
kardeş, ne de evlatlıktırlar. İç grup onları hizmetkar olarak algılıyor
olabilir. “Hizmetkârların” aile bireyleri ile eşit haklara sahip olma
isteği, ırkçı duyguların artışında rol oynamış olabilir. Grup içi bazı
üyelerin, bu duruma sebep olduğu için devlete (ebeveynlerine) olan
kızgınlığını da dış gruba ırkçı tarzda yöneltmiş (displaced) olması
muhtemeldir. Zira bireyin ailesine kızgınlığını dış grubun üyelerine
(örneğin göçmen işçilere) yöneltmesi her zaman çok daha kolaydır.
Bu süreçte, ırkçılar kuralcı/zorlayıcı toplumlarının kendilerine yönelttiği
bütün suçlamaları yansıtma ile yabancılara atmaktadırlar. Biz değil;
yabancılar kirli, düzensiz, tembel, çirkin, şehvet düşkünü v.b. der
gibidirler. Ancak, bu özellikleri yabancılara yansıtmakla daha temiz,
düzenli, çalışkan olmaya da çalışmamaktadırlar. Toplumlarının kendilerine
yansıttığı ve kendilerinin de içe alıp (introjection)kabul ettikleri bu
olumsuz yönler artık ırkçıların kimlik yapılarını oluşturduğundan bu
yönlerini muhafaza etmektedirler. Bir başka ifadeyle, olumsuz kimliklerini
korurken, toplumlarına bağlılıklarını aşırı milliyetçi ve ırkçı
niteliklerini vurgulayarak sağlamaktadırlar.
Avrupalılararası düşmanlığın azalması ve Irkçılık
Avrupa bütünleşmesinin asıl hedefi Avrupa milli devletleri arası intihar
türü savaşlara neden olan düşmanlığın yok edilmesidir. Alman
milliyetçiliğinde ve sonraki savaşlarda önemli rol oynayan Fransız-Alman
düşmanlığı ortadan kalkmış ve yerini AT içinde yoğun bir işbirliğine
bırakmıştır. Aynı gelişme Almanya ile diğer ülkelerin ilişkilerinde de
görülmektedir. Avrupa milletleri arasındaki tarihsel düşmanlık duygularının,
Avrupa birleşmesi ile hedeflerinden yoksun kalmaları sonucu, soğuk savaş
sırasındaki Sovyetler Birliği’ne kaydırılmış olması (displaced) çok
muhtemeldir. Özellikle komünizmin çöküşünden sonra, bu yeniden hedefsiz
kalan nefret duygularının insan haklarını ihlal eden ülkelere dışlaştırılmış
(externalized) olması da aynı şekilde mümkündür. Belki de ırkçılığa uğrayan
Çoğu göçmenin bu ikinci grup ülkelerden gelmiş olması bir rastlantı
değildir. Avrupa’daki yabancıların karşılaştığı ırkçılık, kısmen de olsa, bu
yabancıların ülkelerine, daha önce kaydırılmış olan nefretten
kaynaklanmaktadır.
Özellikle Avrupa kimliğinden gelen yansıtmaların hedefi olmak suretiyle bu
kimliğin istikrarına hizmet eden Sovyet düşmanın çöküşünden sonra, yeni
düşmana duyulan bilinçaltı ihtiyaç derinden hissedilmiş olmãlıdır.
Komünizmin çöküşünün dünyadaki değişik bölgelerde değişik etkileri vardır.
Örneğin; Türkiye’deki ideolojik terörizm Sovyetler Birliği’nin komünizm
ideolojisi yıkılınca etnik terörizm halini almıştır. Benzer şekilde, Avrupa
ulusları içinde bulundukları bütünleşme sürecinde milliyetçilik karşıtı
komünist ideolojinin temsilcisi olan Sovyetler Birliği’ne yönelttikleri
düşmanlık yansıtmalarını geri alırken, içinde Müslümanların da olduğu aşırı
milliyetçi ve köktendinci gruplara yeniden yansıtmaktadırlar (33).
Orta Doğu çatışmaları, yarım yüzyıldır, sadece Müslüman ve Yahudiler
arasında değil, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında da derin düşmanlık
duygularını tahrik etmektedir. Zayıf topluluk tarafından başvurulan terörizm
Batı’da Arapların kınanmasına ve Arap imajının tahribata uğramasına yol
açmıştır. Köktendincilik kısmen Batı’ya tepki olarak, kısmen Batı’ya
alternatif olan (komünist) ideolojinin yok olmasına tepki olarak ortaya
çıkmış ve karşılıklı anlayışsızlığı daha da arttırmıştır.
Yahudilerin yok edilmesinin üzerinden 50 yıl geçmişken, yine tek tanrılı bir
dine mensup, olan Müslümanların tam şu sırada Avrupa’daki yabancıların
çoğunluğunu oluşturması, tarihin kötü bir cilvesidir. Fazladan, bu
yabancılar geleneksel ırkçılığın değişik derecelerde her zaman var olduğu
Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa ve İngiltere’de yoğunlaşmaktadır. Şimdi
köktendinci Müslüman düşman imajı atfedilen ülkelerle Avrupa’daki Müslüman
gruplara yapılan yansıtmalar arasında yoğun bir etkileşim süreci
başlamıştır.
Bu gelişmeler nedeniyle Avrupa’daki göçmen işçiler milliyetçiliklerine,
kültürel geleneklerine ve dinlerine artan bir Şekilde bağlanmaktadırlar.
Genelde Avrupalılar ve özelde Almanların, yabancıların bu temelde geri
çekilme biçimindeki savunularına günden güne azalan bir empati (anlayış) ile
karşılık verdiklerini görülmektedir. Gerçekte Avrupalıların da bu duruma
tepkisi eşit şekilde geri çekilmiş bir savunma, yani ırkçılık olmaktadır.
Hepimiz etnik grupların asimilasyonunun Avrupa’nın geçmişte birçok kere
içine düştüğü karanlık bir girdap olduğunu aklımızda tutmalıyız. Çağdaş
dünyada sürgün ve yok etme artık söz konusu olamayacağına göre, tek çıkış
yolu yabancılara karşı empati geliştirmektir. Empati ise bireyin yaptığı
yansıtmaları geriye çekmesini ve “öteki"lerle aynı insanlığı paylaşmasını
gerektirmektedir.
Notlar
(1) cf. Les frontières de la démocratie (chapter 19), Etienne
Balibar, La Découverte, 1992 Paris p. 170.
(2) Ibid, p.177.
(3) Enemies and Allies, Vamık Volkan, Jason Aronson Inc., 1988 Northvale,
New Jersey, London, p.128.
(4) La Haine de Soi, Theodor Lessing, berg international, Paris 1990.
(5) Turkey in Europe and Europe in Turkey, Turgut Özal, K. Rüstem & Brother,
London, 1991, pp.106- l08.
(6) The Protestant Ethnic and The Spirit of Capitalism, Max Weber, Charles
Scribner’s Sons, New York 1958, p.105.
(7) Ibid, p.116.
(8) Ibid, p.117.
(9) Germany: The Descendants are Plain Dangerous, Michael Peterson,
International Herald Tribune, 8 January 1993.
(10) Zorlayıcı kişilikler (compulsive) kuvvetle baskı altında tuttukları kir
veya reddedilen analite ve anal saldırganlığa dönük arzularını zorlayıcı
endişesi olmayanlara yansıtırlar.
(11)A Storm over Asylum, Thomas Kielinger, The European, 11 October 1991.
(12)German Nationalism, David R. Beisel, the Journal of Psychohistory,
Summer, 1980, vol.8, No. 1, p. 3.
(13) Ibid, p.5.
(14) Ibıd, p 13
(15) Ibıd, p 14
(16) Ibid, p.7.
(17) Ibid, p.6.
(18) Ibid, p.7.
(19) Ibid, p. 9.
(20) Ibid, p.11.
(21) Ibid, p.9.
(22)Psychohistory and the National Socialist Revolution in Symbolism, Robert
A. Pois, the Journal of Psychohistory, Winter 1979/80, Vol. 7, p. 309.
(23) Ibid, p.310
(24) Ibid, p.312.
(25) Ibid, p.314.
(26) Ibid, p.315.
(27)The Late Conceptualization of the Self in Psychoanalysis:
The German Language and Jewish Identity, Stanley Rosenman, The Journal ot
Psychohistory, Summer 1983, Vol.11, No.1, pp. 13—14.
(28) Ibid, pp. 16-17.
(29) Balibar, p.183.
(30) Op. cit.Volkan, p.131.
(31) Irkçılığı diğer çatışmalardan ayırmak önemlidir. Alt Komisyonun
kararlarında ırkçılığın “yerliler, göçmen işçiler, diğer azınlıklar ve
hassas gruplara” yöneltilebileceği belirtilmektedir. Eğer sözü geçen bu
gruplar ülkelerindeki çoğunlukla politik iktidar, ekonomik kaynaklar veya
toprak için çatışmaya girerse, çoğunluğun hedef gruba yaptığı muameleye her
zaman ırkçılık denemez. Örneğin, iki etnik grup bir toprak parçası için bir
savaş verebilirler ve etnik-temizleme dâhil her türlü suçu işleyebilirler.
Bu şekilde oluşan nefret ırkçı nefrete çok benzeyebilir. Bununla birlikte,
bu durumda nefret için gerçek bir neden vardır ve karşılıklı şiddet mutlaka
karşılıklı nefrete yol açmaktadır. Irkçılığın ideal biçiminde hedef grup
“masum”dur. Zira toplumun geri kalan kısmı ile somut bir çıkara ilişkin
çatışmaya girmiş değildir. Irkçılığın en saf şeklinde kurbanlar ırkçı
saldırılara karşılık bile vermezler. Onların (hedef grubun) oradaki
rnevcudiyeti ve varlığı ırkçı saldırıların tek nedenidir.
Hedef gruplar toplum için “gerçek” bir tehdit teşkil etmeseler de, ırkçılar
onları gerçekten tehdit olarak algılarlar ve bunlara karşı duydukları ırkçı
nefretleri ile buna bağlı şiddetlerini rasyonalize etmeye çalışırlar.
Tarihsel olarak Yahudiler Tanrıyı (İsa’yı) öldürmek, dini törenlerle
Hristiyan çocukları kurban etmek, kuyuları zehirlemek v.b. şeylerle
suçlanmışlar ve ırkçı saldırılar bu suçlamaları izlemiştir. Şimdi de,
geçmişte olduğu gibi hedef gruplar çirkin, kokuşmuş, Şehvet düşkünü, pis,
düzensiz, gürültücü, tembel, uğursuz, cani, terörist ithamlarıyla
aşağılanmaktadırlar. Irkçılığın yeni türlerinde yabancıların “istilası” ve
bunun ev sahibi ülke insanları için doğurduğu ekonomik maliyet ve iŞ kaybı,
ırkçı olayların sebeplerini açıklayan listeye eklenmiştir.. Irkçılığa kaynak
gösterilen nedenler çok fazla inandırıcı görünmemekte ve böylesi aşırı ırkçı
Şiddeti haklı da çıkarmamaktadır. Irkçı argümanlarda neden-sonuç ilişkisi
olmadığı göz önüne alındığında, ırkçı nefret ve şiddeti, sahte neden-sonuçla
açıklamanın ırkçılığın temel özelliğini oluşturduğu anlaşılır.
(32) Günter Grass: New Germany’s Mr. Gloom, Iınternational Herald Tribune,
31 December 1992- 1 January 1993.
(33) Turkey after the Collapse of Soviet Empire-Psychopolitical
Observations, Abdülkadir Çevik, Professor of Psychiatry
University of Ankara Medical School, Conference paper in
Charlottesville-USA on 6 August 1992
----------------------------------------------------------------------------------------------------
* Emekli Büyükelçi.
|