|
|
‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen konu yalnızca Türk tarihi açısından
değil, özellikle ‘Doğu Sorunu’ ile yakın ilişkisinden dolayı, Yakın Doğu
tarihi açısından da son derece önemli bir konudur. Bu nedenle günümüzde
yaşanan gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için bu sorunun tarihsel
kökenlerini incelemek zorunludur. Bu makalede başlangıcından –en azından
hukuki olarak sona erdiği– Lozan Antlaşması’na kadar Ermeni sorununun
tarihsel arka planı incelenecektir. Bu yapılırken, önce Ermeni tarihinin ana
hatları değerlendirilecek, daha sonra da Ermenilerin Osmanlı
İmparatorluğundaki durumları gözden geçirilecektir. Bu genel değerlendirmeyi
‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen meselenin ortaya çıkışı ve bu meselenin
bölgesel ve uluslararası boyutlarının incelenmesi takip edecektir. Son
olarak da Ermeni tehciri ve Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na
kadar geçen dönemde Ermeni sorunu analiz edilecektir.
1.Antik Çağlardan Osmanlı İmparatorluğuna: Ermeni halkının İki Bin Yılı
(M.Ö 13. yüzyıl, M.S. 15. yüzyıl):
Anadolu ve Kafkasların eski halklarından biri olan Ermeni halkının tarihi
yaklaşık üç bin yıllık bir zamanı kapsar. Ermenilerin Doğu Anadolu ve
Kafkaslara Trakya bölgesinden yaklaşık M.Ö 1200’lerde geldiği rivayet
edilir. Her ne kadar varlığı Ermeniler tarafından iddia edilse de, M.Ö dokuz
ila altıncı yüzyıllar arasında bu bölgeye hâkim olan Urartu medeniyeti ile
Ermeni toplumu arasında tarihsel bir bağ olduğu kanıtlanamamıştır.
Ermeni efsanelerine göre, Ermeniler kendilerini Nuh Peygamberin soyundan
gelen bir halk olarak nitelendirirler. Tektanrılı dinlerin ortak söylemine
göre Nuh Peygamberin Büyük Tufan’da hayatta kalabilmek için tasarladığı gemi
tufanın ardından Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştur. Bu nedenle Ağrı Dağı ve
civarı Ermeniler tarafından ‘medeniyetin beşiği’ olarak adlandırılır; zira
Ermenilere göre insan nesli dünyaya bu bölgeden yayılmıştır.
Beşinci yüzyıl Ermeni tarihçilerinden Moses Khorenatsi ilk kez Ermenilerin
Nuh peygamberin oğlu Yafes’in neslinden gelen Hayk’ın oğulları olduğunu
iddia etmiştir[2]. Bu efsaneye dayanarak Ermeniler bugün bile kendilerine
‘Hay’, ülkelerine ise ‘Hayastan’ adını verirler. Ancak tüm bu tarihsel
anlatı bilimsel değil efsanelere dayalı mitolojik bir anlatıdır. Batılı
kaynaklara göre ‘Ermeni/Ermenistan’ kelimelerinin kökeni olan ‘Armen’
kelimesi eski Pers dilinde ‘yukarı ülke’ anlamına gelmektedir. Kısacası,
tarihçiler ve antropologlar Ermenilerin yaşadıkları bölgeye atfen
isimlendirildiklerini kabul etmektedirler.
Genel olarak, Ermeniler çeşitli bölgesel krallıklara bölünmüş halde ve
çoğunlukla yabancı hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Bağımsız bir devlet
olarak Ermenistan ilk defa M.Ö yedinci yüzyılda Medlerin Asur
İmparatorluğunu yıkmasının ardından doğan kargaşa ortamında Birinci Tigran
döneminde ortaya çıkmıştır. Ancak barış dönemi zayıf ve silik şahsiyetli
kralların başa geçmesi ile sona ermiş ve krallık bağımsızlığını Pers
hâkimiyetini kabul etmek ve Pers İmparatoruna vergi ödemek suretiyle
yitirmiştir. Hayk sülalesi sona ermiş, Ermeni kralları bizzat Pers
İmparatoru tarafından atanmaya başlamıştır.
Pers hâkimiyeti, Ermeniler tarafından en büyük krallardan biri olarak kabul
edilen Büyük Tigran dönemine kadar sürmüştür. Tigran yaklaşık otuz yıl süren
krallığı boyunca Ermenistan’ın sınırlarını genişletmiştir[3]. Ancak Roma ve
Pers istilası bu ilerlemeyi durdurmuştur. M.Ö 69 yılında Romalı General
Lucullus Ermenistan’a girmiş ve başkent Tigranakert’i kuşatmıştır. Bu iki
saldırgan güç karşısında dayanamayan Ermeni krallığı bağımsızlığını tekrar
kaybetmiş, hatta bununla da kalmayarak Roma ve Pers İmparatorlukları
tarafından paylaşılarak varlığına son verilmiştir.
Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık Ermenilerin
yaşadığı bölgelerde yayılmış ve bölgede ilk gizli Hıristiyan cemaatleri
görülmeye başlanmıştır. Bazı Ermeni tarihçileri M.Ö 301 yılında Ermeni Kralı
Dırtad’ın, Ermenistan’ın ilk patriği Aziz Gregor tarafından vaftiz
edilmesinin ardından Hıristiyanlığı Ermenistan’ın resmi dini olarak ilan
ettiğini belirtmektedirler[4]. Ancak Batılı tarihçiler Ermenistan’ın
Hıristiyan bir devlet olarak ortaya çıkışının daha geç bir tarihte, ancak
Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu dâhilinde serbest bırakıldığı 313
yılından sonra olabileceğini dile getirmektedirler. Yine de, Ermeniler kendi
Hıristiyan mezheplerini Aziz Gregor’a atfen Gregoryen olarak
nitelendirirler. Ermenilerin Hıristiyanlaşmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra
Aziz Mesrob tarafından ilk Ermeni alfabesi tasarlanmıştır. Aziz Mesrob daha
sonra 434 yılında İncil’i ilk kez Ermeniceye çevirecektir[5].
Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Ermenistan bu kez Bizans ve
Sasani İmparatorlukları tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım yedinci
yüzyılda İran’da hüküm süren Sasani İmparatorluğunun Araplar tarafından
yıkılması ile sona ermiştir.
Ermenistan’ın Araplar tarafından ilk kez ele geçirilmesi ise 640
yılındadır[6]. 652 yılında yapılan barış antlaşması ile Ermenilere din
özgürlüğü getirilmiştir. Arap hâkimiyeti 882 yılında Ashot I’in Halife’nin
hâkimiyetini tanıması koşulu ile Ermenistan Kralı olarak ilan edilmesi ile
sona ermiştir[7]. Ancak yine de, Araplar bölgeyi kontrolleri altında tutmaya
devam etmişlerdir. Ermenistan ise bağımsız değil, ancak Halife’ye bağlı bir
devlet olarak varlığını sürdürebilmiştir.
Yeni bin yılın başlamasının hemen ardından Selçuk orduları Ermenistan
sınırlarında görülmeye başlamışlardır. 1047 yılından itibaren Ermeni
şehirleri birbiri ardına Türk kontrolüne girmiş; ancak Türklerin tüm
Ermenistan’ı hâkimiyetleri altına almaları ancak 1071’de yapılan Malazgirt
Savaşından sonra gerçekleşebilmiştir[8]. İki yüzyıl sonra, Anadolu Selçuklu
Devleti’nin yıkılması ve özellikle Moğol işgali nedeniyle, 1231’den itibaren
Ermenistan Moğol hâkimiyetine girmiştir[9].14. yüzyıldan itibaren bölgedeki
Moğol hâkimiyetinin zayıflamasının ardından çeşitli Türkmen boyları
Ermenistan bölgesini kontrolleri altında tutmuşlardır.
11. yüzyılın başlarındaki Selçuklu akınları bir grup Ermeninin Toros ve
Amanos dağları arasında kalan Kilikya bölgesine doğru göç etmelerine neden
olmuştur. Ancak Ermenilerin çoğunluğu yine Doğu Anadolu ve Kafkasya
bölgesinde kalmışlardır. 1080 yılında Ermeni Prens Ruben bölgedeki Rum ve
Ermeni prensleri sindirerek kendi hâkimiyetini kurmuştur. Ruben’in kurduğu
ve ona atfen Rubenidler olarak adlandırılan bu sülale yaklaşık 300 yıl
boyunca bölgenin hâkimiyetini ellerinde tutmuşlardır. Aslında Kilikya
bölgesinde kurulan bu krallık özünde bir Ermeni krallığı değildir; ancak
yöneticileri Ermeni kökenli olduğu için Kilikya Ermeni Krallığı olarak
adlandırılır. Kilikya Ermeni Krallığı özellikle Haçlı Seferleri sırasında
önemli rol oynamış ve Haçlı orduları için önemli bir üs olmuştur. Bölgede
Memlük İmparatorluğunun yükselmesi ile giderek zayıflayan krallık 1393
yılında Memlüklüler tarafından yıkılmıştır.
2. Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler (15 ve on dokuzuncu yüzyıllar)
Her ne kadar Osmanlı-Ermeni ilişkileri 1453 yılında İstanbul’un fethi ve
hemen sonrasında Ermeni Patrikliği’nin kurulması ile başlatılsa da, iki
toplum arasındaki ilişkiler en az bir yüzyıl öncesine dayanır. Osmanlılar
1326 yılında Bursa’yı fethettiklerinde burada önemli bir Ermeni nüfusu ile
karşılaşmışlardır. Özellikle el sanatlarında uzmanlaşmış olan bu nüfus
Osmanlı Sultanları tarafından el üstünde tutulmuştur. Hatta Edirne
İmparatorluğun yeni başkenti olduğunda Bursa’dan pek çok Ermeni iskân
edilerek şehrin ekonomik hayatı canlandırılmaya çalışılmıştır[10].
1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle
Anadolu’dan pek çok Ermeni aile İstanbul’a getirtilerek iskân edilmiş ve
şehirde güçlü bir ekonomi tesis edilmeye çalışılmıştır. 1461 yılında Trabzon
seferinden dönüşünde Fatih Sultan Mehmet Bursa’ya uğrayarak Bursa
Ermenilerinin dini lideri Hovakim’i İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği
kurması için beraberinde götürmüştür. İlber Ortaylı, Fatih’in bu kararının
son derece stratejik bir karar olduğunu, kendisinin bu kararla İstanbul’da
hâlihazırda var olan Hıristiyan Rum nüfusunu başka bir Hıristiyan nüfus ile,
yani Ermenilerle, dengelemeyi amaçladığını yazmaktadır[11]. Böylelikle
Ermeniler Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındaki İstanbul’da bir
Patriklik açmışlardır.
1473 yılında, Doğu Anadolu’daki Akkoyunlu devletinin Osmanlılara
yenilmesinin ardından eski Ermeni başkenti Ani’nin de aralarında bulunduğu
pek çok Ermeni kenti Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Özellikle İstanbul’un
Ermeniler için bir dini merkez olmasından sonra kendi ülkelerindeki iç
karışıklıklar nedeniyle hayatlarından endişe eden pek çok Ermeni daha
huzurlu bir hayat için İstanbul’a göç etmeye başlamışlardır[12].
1514 yılında Yavuz Sultan Selim Safevi İmparatorluğunu yenmiş ve
Ermenistan’ın batı ve güney kesimlerini hâkimiyeti altına almıştır.
Özellikle Tebriz’de yaşayan Ermeni zanaatkârlar ve aileleri İstanbul’da
iskân edilmeye başlanmıştır. 1516 yılında Kudüs’ün Osmanlı hâkimiyetine
girmesinin ardından Kudüs Ermeni Patrikliğine daha Halife Ömer zamanında
verilmiş olan dini işlerinde özerklik yetkisi yeniden garanti altına
alınmıştır. 1534 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferi ile
önemli ölçüde Ermeni nüfus barındıran Van, Erivan ve Nahçıvan da Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir. Babası gibi Kanuni Sultan Süleyman da bölgedeki en
usta zanaatkârları beraberinde İstanbul’a getirerek iskân etmiştir.
Bu nüfus hareketlerinin sonucunda 1554 yılında İstanbul’daki Ermeni nüfusu
60.000’e ulaşmıştır[13]. 1567’de İtalya’da Ermenilere karşı uygulanan
baskıdan kaçan bir Ermeni, Apkar Tıbir, İstanbul’a gelmiş ve burada ilk
Ermeni matbaasını açmıştır. Bu matbaada basılan ilk kitabın adı
“Keraganutyun Gam Ayppenaran”dır (Küçük Gramer Kitabı). Bu kitabı pek çok
dini eserin baskısı izlemiştir[14].
Bu sıralarda Ermenileri yönetim çevrelerinde de görmeye başlıyoruz. Nitekim
bazı Osmanlı tarihçileri 1581 yılında III. Murat tarafından Sadrazamlığa
getirilen Doğancıbaşı Mehmet Paşa’nın Ermeni kökenli olduğunu
söylemektedir[15].
17. yüzyılın ortalarında Güney Kafkasya bir kez daha Osmanlılar ve Safeviler
tarafından 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin antlaşması ile paylaşılmıştır.
Bu tarihten on dokuzuncu yüzyıla kadar Ermeniler bu iki imparatorluğa bağlı
olarak yaşamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermeniler İmparatorluğun kültürüne büyük
katkılarda bulunmuşlardır. Ermeni zanaatkârları İmparatorluğun belli başlı
şehirlerinin ekonomilerine katkıda bulunmakla kalmamıştır; aynı zamanda
Ermeni ailelerine darphane ve baruthane gibi Osmanlı ekonomisi ve ordusu
için son derece önemli olan iki teşkilatın sorumluluğu verilmiştir[16].
Özellikle İstanbul, Bursa, Tokat, Kayseri, Ankara, Erzurum, Nahçivan ve
Erivan gibi kentlerde Ermeni tüccar ve zanaatkârlar ciddi bir ekonomik gücü
ellerinde bulundurmuşlardır[17].
Dahası, Ermeni sanatkârlar Osmanlı musiki ve mimarisine önemli katkı
sağlamışlardır. Örneğin, Ermeni müzik bilimcisi Hamparsum Limoncuyan’ın icat
ettiği nota sistemi olmadan İsmail Dede Efendi’nin de aralarında bulunduğu
birçok Osmanlı bestekârının eserlerinin günümüze ulaşması imkânsız olurdu.
Ayrıca Tatyos Efendi ve Bimençe gibi Ermeni bestekârların Türk musikisine
katkıların da unutulmamalıdır. Mimari alanında, on dokuzuncu yüzyıl genel
olarak Ermeni mimarların eserlerinin doruk noktasına ulaştığı bir yüzyıl
olmuştur. Özellikle Balyan ailesinin çalışmaları dikkat çekicidir.
Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarının yanı sıra Boğaz’ı süsleyen camilerin
bir kısmı da bu aile tarafından tasarlanmıştır.
Osmanlı Ermenileri bürokraside de kilit noktalara gelmeye başlamıştır.
Özellikle on dokuzuncu yüzyılda 29 Ermeni’ye Paşa rütbesi tevcih edilmiş, 22
Ermeni de Bakan olarak atanmıştır. Bakan olarak atananlar arasında
Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta Nazırı olarak atananlar mevcuttur.
Bunların yanı sıra özellikle ziraat ve nüfus işleri ile ilgilenen devlet
dairelerinde de pek çok Ermeni bürokrat görülmektedir. Ayrıca aynı yüzyılda
Ermenilerden 33 Milletvekili, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos, 11
üniversite profesörü ve 41 yüksek rütbeli bürokrat vardır.
Kısacası Osmanlı idaresi Ermenilere huzur ve refah getirmiştir. Ancak bu
ilişkiler on dokuzuncu yüzyılda önce gerilmeye daha sonra da tamamen kopmaya
başlamıştır. Bu kopuşun nedenleri gelecek bölümün konusudur.
3. Osmanlı İmparatorluğuna Karşı Ermeni Direnişinin Başlaması (1800–1878)
Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin neden bozulduğunu anlamak için hem iç hem de
dış faktörleri bir arada analiz etmek gerekir. Öncelikle Osmanlı
İmparatorluğunun zayıflaması ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfusun
durumunu iyileştirecek reformların yapılmaması toplumda genel olarak bir
huzursuzluk yaratmıştı. Özellikle Doğu Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti kâğıt
üzerindeydi, gerçekte otorite boşluğunu bazı yerel yöneticiler ve aşiret
reisleri dolduruyordu. Ermeni ve Kürtler arasındaki çatışmalar da Ermeni
halkının huzursuzluğunu arttırmaktaydı.
İkinci olarak on dokuzuncu yüzyılda Ermeniler arasında mezhep mücadeleleri
doruk noktasına ulaşmıştı. Her ne kadar Gregoryen Ermeniler, Ermeni
nüfusunun büyük bir kısmını kapsıyorlarsa da güçlü bir Katolik Ermeni
cemaati de ortaya çıkamaya başlamıştı. Öyle ki, bu cemaat 1831 yılında
Fransız Büyükelçisinin baskısı ile İkinci Mahmut’un kendilerini ayrı bir
cemaat olarak tanımasını sağlamış ve İstanbul’da ayrı bir kilise
kurmuşlardır[18]. Bundan sonra Avrupalı Katolik misyonerler bu cemaate
destek olmaya başlamışlardır.
Ancak özellikle on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru bu yeni
mezhepten daha güçlü bir mezhep olarak Protestan Ermeni cemaati göze
çarpmaktadır[19]. Özellikle Protestan misyonerlerin faaliyetleri sonucunda
bu mezhebi kabul eden Ermenilerin sayısı hızla artmış ve bir cemaat
oluşturacak raddeye gelmiştir. Bu cemaat İngiliz büyükelçisinin de desteğini
alarak 1846 yılında ‘Protestan Yönetim Kurulu’ adı ile bir örgütlenme içine
girmiştir[20]. Hemen sonrasında da kendi kiliselerini kurmayı
başarmışlardır. Bütün bu bölünmeler sırasında Ermeni halkının halen daha
büyük bir çoğunluğunu oluşturan Gregoryen Ermeniler bu bölünmenin müsebbibi
olarak Osmanlı İmparatorluğunu suçlamışlardır. İlişkilerin bozulmasında bir
diğer etken de budur.
Üçüncü olarak, Osmanlı İmparatorluğunu zayıflaması ve Fransız İhtilalinin
milliyetçilik, eşitlik ve özgürlük gibi fikirlerinin yayılmasının çakışması
İmparatorluğu son derece güç bir duruma düşürmüştür. Aslında 18. yüzyılın
son çeyreğinden, özellikle de 1774’teki Rusya yenilgisinin ardından
imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Osmanlı devleti geri dönülemez
bir sürecin içine girmiştir.
Bu çöküş süreci bütün Büyük Güçlerin gözlerini diktikleri dünyanın en
stratejik noktalarından birinde bir güç boşluğu doğmasına neden olmuştu.
Bunun sonucunda da Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü dönemin Büyük Güçleri
arasında ateşli bir rekabete dönüşmüştü. Böylelikle ‘Doğu Sorunu’ olarak
bilinen sorun gündeme gelmişti.
Özellikle milliyetçi fikirlerin İmparatorlukta yayılmaya başlamasıyla ilk
milliyetçi hareketler Balkanlarda görülmeye başlamıştır. 1804’teki Sırp
isyanı her nasılsa bastırılabildi ancak aynı şeyi Yunan isyanı için söylemek
mümkün değildi. 1828–29 yılları arasında yaşanan Osmanlı Rus Savaşı
sonucunda imzalanan Edirne antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu
Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ruslar o dönemde
yalnızca Osmanlı İmparatorluğunu değil İran’ı da yenmişler ve Ermenistan
topraklarını geçerek Aras vadisine ulaşarak Tebriz’i tehdit etmeye
başlamışlardı. İran Şahı barış istemiş ve Ruslarla Türkmençay antlaşmasını
imzalamıştı. Bu antlaşma ile Doğu Ermenistan Rus kontrolüne girmiş ve Kuzey
İran’dan önemli ölçüde Ermeni nüfus bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bu da
bugünkü Ermenistan topraklarına Ermeni yerleşiminin arttırılması konusunda
atılan ilk adımlardan biridir. Böylelikle Ruslar Ermenilerin içişlerine
karışmaya başlamışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan
Ermenilerin koruyucusu olarak ilan etmişlerdir.
Görüldüğü üzere, bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi Osmanlı
İmparatorluğunun içişlerine yapılan müdahalelerdir. Diğer bir deyişle, Büyük
Güçlerin çıkarları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çatışmaya başlamıştır. Bir
taraftan Rusya, Balkanlar ve Kafkaslar vasıtasıyla ‘Sıcak Denizler’e
ulaşmaya çalışmakta diğer taraftan İngiltere Asya’daki dominyonlarını bu
tehdide karşı korumak istemekteydi. Bu nedenle Rusya Balkanlardaki ayrılıkçı
milliyetçi hareketleri desteklerken, İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun
toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyordu.
İmparatorluğun aniden dağılmasını önlemek için tüm Büyük Güçler Osmanlı
Sultanından İmparatorluğun gayrimüslim halklarına daha fazla hak tanımasını
istediler; böylelikle bu tebaanın sadakati garanti altına alınabilecekti. Bu
hedefe ulaşmak için devamlı surette Osmanlı Hıristiyanları için ayrıcalıklar
ve otonomi taleplerinde bulunmaya başladılar. Tanzimat reformları böyle bir
sürecin sonucudur ve İmparatorlukta yaşayan gayrimüslim nüfusa önemli haklar
ve ayrıcalıklar getirmiştir. Ancak bu reformlar ne Büyük Güçleri ne de
gayrimüslim nüfusu tatmin etmiştir.
1856 yılı Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarih
Osmanlı İmparatorluğunun, İngiltere, Fransa ve yeni kurulan Sardunya
(Piedmont) devletlerinin de desteğini alarak Rusya’yı yenilgiye uğrattığı
Kırım Savaşı’nın bittiği yıldır. Bu savaş yalnızca Rusya’nın yayılmacı
emellerine geçici bir süre için set çekildiği için değil, savaşın sonunda
savaşa katılan Büyük Devletler arasında imzalanan Paris Antlaşması için de
önemlidir.
Bu Antlaşmanın yedinci maddesine göre taraflar Osmanlı İmparatorluğunun
toprak bütünlüğünü garanti altına aldıklarını bildirmiş ve Osmanlı
İmparatorluğunu Avrupa Uyumu adı verilen denge sistemininin bir parçası
olarak gördüklerini dile getirmişlerdir[21]. Bu madde bazı yazarlara göre
İmparatorluğun (ve daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin) bir Avrupa
Devleti olarak kabul edildiğini göstermektedir. Yine de bu antlaşmanın ömrü
çok kısa sürmüş ve barış dönemi 1877–78 savaşları ile son bulmuştur.
1856 yılı yalnızca Kırım Savaşının sonu ve Paris antlaşmasının imzalanma
tarihi olduğu için önemli değildir. 18 Şubat 1856 tarihinde, yani Kırım
Savaşı sonrası durumun tartışılacağı Paris Kongresinin başlamasından bir
hafta önce, Sultan Abdülmecid bir Hatt-ı Hümayun yayınlayarak İmparatorluk
sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlere son derece önemli haklar
tanımıştır. Islahat Fermanı olarak anılacak bu ferman uyarınca Müslüman ve
gayrimüslim nüfus kanun önünde eşit olarak kabul edilecekler, kimse kimseyi
dinini değiştirmek için zorlamayacak, İmparatorluk tebaası arasında ırk, din
ve mezhep yönünden herhangi bir ayrım yapılmayacak ve hem Müslüman hem de
gayrimüslim nüfus kamu ve askerlik hizmetlerinde görev alabilecekti[22].
Detaylı incelendiğinde ve İngiltere’nin Hindistan’daki, Fransa’nın
Cezayir’deki idareleri göz önüne alındığında bu düzenlemelerin zamanının bir
hayli ötesinde olduğu açıktır. Zira hiçbiri kendi yönetimleri altında
bulunan halklara bu denli geniş haklar tanımamıştır.
İronik olarak, bu ferman esasen bir Avrupa projesiydi. 1855 yılında
Viyana’da, daha Kırım savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Avusturya
bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan gayrimüslimlere daha
fazla hak tanınması için İmparatorluğa baskı yapmaya karar verdiler. Bunun
sonucunda Paris antlaşmasının 9. maddesi gayrimüslimler için yapılacak
ıslahata ayrıldı. Bu maddede amaçlanan Müslümanlar ve gayrimüslim nüfus
arasında tam bir eşitlik sağlamaktı. Ancak bunun tam aksi gerçekleşti.
Gayrimüslim topluluklar bu hakları genellikle kötüye kullandılar ve Büyük
Güçlerin koruması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu bu kötüye kullanımı
engelleyecek önlemler alamadı. Bunun sonucu olarak 1856’dan itibaren
gayrimüslim topluluklar Müslümanlarla kıyaslandığında durumlarını bir hayli
iyileştirdiler; hatta bu iyileştirme zaman zaman Müslümanların aleyhine
oldu. Ekonomik olarak Müslüman nüfusa oranlandığında daha az sayıda nüfusa
sahip olmalarına rağmen servet birikimi konusunda baskın sosyal gruplara
dönüştüler. Siyasi olarak da çok sayıda bürokrat, diplomat hatta bakan
çıkardılar. Kısacası, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiler artık
değişmeye başlamıştı.
Her ne kadar diğer gayrimüslim topluluklarla beraber Ermenilere de Islahat
Fermanı ile pek çok hak tanınsa da, bu haklar Ermeniler için tatmin edici
değildi. Bu nedenle 1862 yılında Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla hak
talep ettiler ve bu taleplerini bir nizamname taslağı şekline sokarak
hükümete gönderdiler. Bu taslak değerlendirildi ve daha sonra “Ermeni
Milleti Nizamnamesi” adıyla kabul edildi. Buna göre Ermeni topluluğunun
içişlerinin idaresi Ermeniler tarafından teşkil edilecek 140 kişilik bir
Meclise veriliyordu. Bu meclisin ancak 20 üyesi Patrik tarafından
atanabilecekti. Diğerleri ise İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli
bölgelerinde yaşayan Ermeniler tarafından seçilecekti. Görüldüğü üzere, bu
kanun Ermeni toplumu içindeki çatışmaları yansıtması açısından son derece
önemlidir. Zira kanunname Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Patrikliğin
baskısına karşı harekete geçtiğini ve bu konuda ciddi önlemler alınması
yolunda çaba gösterdiğini kanıtlamaktadır[23].
Bu dönemde Osmanlı-Ermeni ilişkileri her ne kadar gerginleşse de henüz tam
bir Müslüman-Ermeni çatışmasından bahsetmek zordur. Milliyetçilik
akımlarının Ermeni nüfusu içerisinde yayılması üzerine Ermeniler
Osmanlılardan bir takım hak taleplerinde bulunmuşlar, Osmanlılar da
ellerinden geldiğince bu talepleri yerinme getirmeye çalışmışlardır. Ancak
yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ilişkiler daha da bozulacak, hatta kopma
noktasına gelecektir.
4. Devrimci Ermeni Hareketleri ve İsyanlar (1878–1915)[24]
Ermenilerin Rusya’nın yardımı ve rehberliği altında bağımsızlıklarını
kazanma rüyasının ortaya çıkması 1877–78 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan büyük
Osmanlı yenilgisi sonucundadır. Savaşın sonlarına doğru, Osmanlı yenilgisi
kesinleştiğinde İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedian, Rus Çarı
ile iletişime geçerek Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği toprakları
Osmanlılara geri vermemesini istedi. Savaşın hemen ardından ise Patrik
İstanbul yakınlarındaki Yeşilköy’de bulunan Rus karargâhını ziyaret ederek
Rus Başkomutanı Grandük Nikola ile görüştü. Orada da, Ermeniler işgal edilen
Doğu Anadolu bölgesindeki topraklarda yönetici zümre olarak kabul edilmediği
sürece Rus işgalinin sona erdirilmemesini talep etti. Ruslar bu teklifi
kabul ettiler ve Osmanlılar ile Ruslar arasında imzalanacak olan Ayestefanos
Antlaşmasına 16. madde olarak yerleştirdiler.
Ancak bu antlaşma savaşın sonunu belirleyen antlaşma olamadı. İngiltere bu
antlaşmanın hükümleri uygulandığı takdirde Doğu Anadolu’nun Rus hâkimiyetine
gireceğini, hatta kurulacak bir Büyük Ermenistan ile Rusların İran Körfezine
kadar ulaşıp, Hint Okyanusuna açılarak İngiltere’nin Hindistan’daki
varlığını tehlikeye atacağını fark etmiş ve antlaşmanın derhal yenilenmesi
için Berlin’de bir kongre toplanmasını sağlayabilmişti. Osmanlılar Kıbrıs’ı
İngiltere’ye kiralamak karşılığında, bu kongrede daha kabul edilebilir bir
antlaşmaya varılması yolunda İngiliz desteği elde edebilmişti. Kongre
sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Rusya Doğu Anadolu’da işgal ettiği
bütün bölgelerden çekilecek ancak Kars, Ardahan ve Batum Ruslara
verilecekti. Osmanlı İmparatorluğu ayrıca Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelerde reform yapacak ve bu reformlar Büyük Güçler tarafından
denetlenecekti.
Berlin Kongresinde Osmanlı İmparatorluğunu Rus tehdidine karşı toprak
bütünlüğünün korunması hususunda destekleyenler İngiliz Muhafazakâr Partisi
ve Başbakan Benjamin Disraeli olmuştu. Ancak savaşın hemen ardından
gerçekleşen bir kabine değişikliği ile iktidara 1880 yılında Liberaller ve
William Gladstone gelmişti. Gladstone’un temel stratejisi ise Disraeli ile
taban tabana zıttı. Gladstone Osmanlı İmparatorluğunun geri dönülemez bir
çöküş sürecine girdiğini, bu süreçte İngiltere’nin izlemesi gereken
politikanın Osmanlı topraklarında İngiltere’nin himayesini kabul eden küçük
devletçikler kurulması olduğunu söylüyordu. Bu devletlerden biri de
Ermenistan olacaktı. Bu politikanın bir gereği olarak 1880’lerde İngiliz
basını Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak adlandırmaya başladı; bu bölgeye
gönderilen Protestan misyonerlerin sayısı arttırıldı ve İngiliz kamuoyunu
etkilemek amacıyla bir İngiliz-Ermeni Dostluk Komitesi kuruldu.
Kısacası 1877–78 Savaşı Osmanlı-Ermeni ilişkileri açısından bir dönüm
noktasını teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni isyanları
bu döneme başlamıştır. 1879’dan itibaren İngiltere ve Rusya Osmanlı
İmparatorluğuna Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ıslahat yapması
konusunda notalar yollamaya başlamışlardır. Ancak Osmanlı devleti reformları
ancak sınırlı bir şekilde uygulayabilmekteydi, zira daha fazla reform
bölgenin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmasına yol açmaktan başka bir sonuç
doğurmayacaktı. Dahası, özellikle bu savaştan sonra Büyük Güçler Anadolu’nun
pek çok kentinde temsilcilikler açarak olayı daha da karmaşık bir hale
getirdiler. Bu temsilcilikler Müslüman ve gayrimüslim nüfus arasında yaşanan
çatışmalarda arabulucu rolü üstleniyorlardı. Ancak neredeyse her zaman
gayrimüslimler lehine karar verdikleri için Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin
bozulmasına daha fazla katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlardı.
Bu dönemde görülen bir diğer gelişme de Ermeni siyasi ve sosyal
örgütlenmelerinin hızla artmasıdır. Aslında 1860’lardan beri özellikle
Adana, Van ve Muş gibi bölgelerde bir takım örgütlenmeler görülmekteydi ve
bu örgütler 1880 yılında “Birleşik Ermeni Örgütleri” adı altında
birleşmişlerdi. Dahası aynı on yılda, Van’da kurulan Kara Haç ve Erzurum’da
kurulan Ulusal Muhafızlar gibi bazı devrimci örgütlenmelerde oluşmaya
başlamıştı.
Yurt dışında, özellikle Büyük Güçlerin aktif ve doğrudan desteğinin
sağlanmasıyla daha etkin çalışabileceklerini düşünen Ermeni milliyetçileri
örgütlenmelerini Osmanlı sınırları dışına taşımaya karar verdiler.
Böylelikle 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da da Tiflis’te Taşnak cemiyeti
kuruldu. Her ikisinin de amacı Doğu Anadolu ve Osmanlı Ermenilerini Osmanlı
hâkimiyetinden ‘kurtarmak’ ve bağımsız bir Ermenistan kurmaktı.
Ermeni propagandası konusunda derin araştırmalar yapmış olan Louis
Nalbadyan'a göre Hınçak Partisinin programı son derece radikal bir
programdır[25]:
“(Ermeni) Halkın(ın) duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre
ihtiyaç vardır. Halk, düşmanlarına karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın
misilleme faaliyetinden yararlanılacaktı. Terör, halkı korumak ve Hınçak
programına güven duymasını sağlamak için bir yöntem olarak kullanılacaktı.
Parti (komite), Osmanlı Hükümetini terörize etmeyi amaçlamıştı. Bu suretle
rejimin prestiji azaltılacak ve tam anlamıyla dağılması için çaba
harcanacaktı. Terörist taktiklerin tek odak noktası hükümet olmayacaktı.
Hınçaklar, o sırada hükümet hesabına çalışan en tehlikeli Ermeni ve Türkleri
öldürmek istiyor ve bütün casus ve muhbirleri yok etmeye çalışıyorlardı.
Parti (komite), bütün bu terörist faaliyetlerde bulunabilmek üzere kendisine
özgü bir kuruluş mey dana getirecekti.”
Taşnak Partisi Hınçak Partisinde pek de farklı sayılmazdı. Nitekim K. S.
Papazyan Taşnak Partisi ile ilgili şunları yazmaktadır[26]:
“Komitenin programı isyan yoluyla Türkiye Ermenistan’ına siyasi ve ekonomik
özgürlük sağlamaktı... Komitenin 1892 yılında yapılan Genel Kurulunda
kararlaştırılan programın 8. metodu Hükümet yöneticilerini ve hainleri
terörize etmek, 11. metodu ise Hükümet kuruluşlarını tahrip etmek ve
yağmalamaktı.”
Bu iki etkili siyasi örgütün kurulmasının ardından Ermeni ayaklanmaları
başlamaktadır. 1889 ile 1909 yılları arasındaki yirmi yılda yaklaşık kırk
adet Ermeni isyanı ve terörist faaliyeti ortaya çıkmıştır. Aşağıda bu
isyanlar tarih sırasına göre listelenmektedir:
· Musa Bey Vakası (Ağustos 1889),
· Erzurum Ayaklanması (20 Haziran 1890),
· Kumkapı Gösterileri (15 Temmuz 1890),
· Merzifon, Kayseri, Yozgat Gösterileri (1892- 1893),
· First Sasun Ayaklanması (Ağustos 1894),
· Zeytun (Süleymanlı) Ayaklanması (1–6 Eylül 1895),
· Divriği (Sivas) Ayaklanması (29 Eylül 1895),
· Babıâli Baskını (30 Eylül 1895),
· Trabzon Ayaklanması (2 Ekim 1895),
· Eğin (Mamuratü’l Aziz) Ayaklanması (6 Ekim 1895),
· Develi (Kayseri) Ayaklanması (9 Ekim 1895)
· Akhisar (İzmit) Ayaklanması (9 Ekim 1895),
· Erzincan (Erzurum) Ayaklanması (21 Ekim 1895),
· Gümüşhane (Trabzon) Ayaklanması (25 Ekim 1895),
· Bitlis Ayaklanması (25 Ekim 1895),
· Bayburt (Erzurum) Ayaklanması (26 Ekim 1895),
· Maraş (Halep) Ayaklanması (27 Ekim 1895),
· Urfa (Halep) Ayaklanması (29 Ekim 1895),
· Erzurum Ayaklanması (30 Ekim 1895),
· Diyarbakır Ayaklanması (2 Kasım 1895),
· Siverek (Diyarbakır) Ayaklanması (2 Kasım 1895),
· Malatya (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (4 Kasım 1895),
· Harput (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (7 Kasım 1895),
· Arapkir (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (9 Kasım 1895),
· Sivas İsyanı (15 Kasım 1895),
· Merzifon (Sivas) Ayaklanması (15 Kasım 1895)
· Ayintab (Halep) Ayaklanması (16 Kasım 1895),
· Maraş (Halep) Ayaklanması (18 Kasım 1895),
· Muş (Bitlis) Ayaklanması (22 Kasım 1895),
· Kayseri (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),
· Yozgat (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),
· Zeytun Ayaklanması (1895–1896),
· Birinci Van Ayaklanması (2 Haziran 1896),
· Osmanlı Bankası Baskını (14 Haziran 1896),
· İkinci Sasun Ayaklanması (July 1897),
· II. Abdülhamid’e Suikast Girişimi (21 Temmuz 1905),
· Adana Ayaklanması (14 Nisan 1909)
Sonuç olarak, tüm bu isyanlar ve ayaklanmalar, Ermeni Devrimci örgütleri
tarafından Avrupa ve Amerika’da Ermenilerin Türkler tarafından öldürülmesi
olarak yansıtılmış ve bu propaganda Avrupa kamuoyunda ciddi tepkilere yol
açmıştır.
Bu yanıltma haberler sonucunda Büyük Güçler hâlihazırda kabul edilen
reformların uygulanması ve yeni reformların tasarlanması için Osmanlı
İmparatorluğu üzerindeki baskılarını arttırmaya karar verdiler. İngiltere
Ermenilerin durumu ile ilgili olarak 11 Mayıs 1895 tarihinde bir memorandum
göndererek hükümetten bütün Ermeni isyancıların salıverilmesi; reformların
uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilmesi için bir Yüksek Komiser
atanması; Sasun, Zeytun ve diğer bölgelerde zarara uğrayan Ermenilere
tazminat ödenmesi gibi kabul edildiği takdirde Doğu Anadolu’yu fiilen otonom
yapacak düzenlemeler talep etti. Osmanlı İmparatorluğu bu talepleri kabul
ettiyse de, gerek Doğu Anadolu’nun elden çıkmasını önlemek, gerekse de
Ermeni isyanlarının bu reformların uygulanmasını imkânsız hale getirmesi
nedeniyle uygulayamadılar[27]. Bununla ilgili olarak, Bitlis’te görev yapan
Rus konsolosu General Mayewski 1912 yılında şunları kaydediyordu[28]:
“1895 ve 1896 yıllarında Ermeni komiteleri Ermenilerle yerel halk arasında
öyle bir kuşku yaydılar ki, bu bölgelerde herhangi bir reformun yürütülmesi
imkânsız hale gelmişti. Ermeni din adamları hemen hemen hiçbir dini eğitim
gayreti içinde değillerdi. Buna karşılık, milliyetçilik fikirlerini yaymak
için çok çalıştılar. Bu tür düşünceler esrarengiz manastırların duvarları
içinde gelişti ve dini görevlerin yerini Hıristiyanların Müslümanlara olan
düşmanlığı aldı. 1895 ve 1896 yıllarında Asya Türkiyesi’nin pek çok
vilayetinde çıkan ayaklanmaların sebebi ne Ermeni köylülerin büyük sefaleti,
ne de maruz bulundukları baskı idi. Zira bu köylüler komşularından çok daha
zengin ve müreffehtiler. Ermenilerin ayaklanması şu üç sebepten ileri
geliyordu: 1. Bunların siyasi konularda bilinen tekâmülleri, 2. Ermeni
kamuoyunda milliyetçilik, kurtuluş ve bağımsızlık fikirlerinin gelişmesi, 3.
Bu fikirlerin Batı hükümetlerince desteklenmesi ve Ermeni din adamlarının
telkin ve çabalarıyla yayılması.”
1908 yılında, hemen hemen kansız bir darbe ile İttihat ve Terakki Partisi
iktidarı ele geçirdi. Bir yıl sonra da Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek
yerine Mehmed Reşad geçirildi. İttihat ve Terakki bu değişikliğin ardından
Alman yanlısı bir politika izlemeye başladı. Bunun sonucunda Osmanlı
İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katıldı. Böylelikle
Osmanlı- Ermeni ilişkilerinde yeni bir safha başlıyordu.
5. Birinci Dünya Savaşı (1914–1918) ve Ermeni Tehciri (1915–1916)
Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşına Almanya ve
Avusturya-Macaristan’ın yanında katılması Ermeni milliyetçileri tarafından
büyük bir fırsat olarak kabul edildi. Aslında savaşa katılmadan önce Ağustos
1914’te, İttihat ve Terakki yetkilileri Erzurum’da Ermenilerle bir araya
gelerek onların desteğini almaya çalıştı. Taşnaklar da Osmanlı İmparatorluğu
savaşa girdiği takdirde sadık vatandaşlar olarak devletlerini
destekleyeceklerini bildirdiler. Ancak bu sözlerini tutmayacaklardı, zira bu
toplantıdan iki ay önce, Haziran 1914’te gizlice düzenlenen Taşnak
Kongresi’nde yaklaşan savaşı Osmanlı Devletinden bağımsızlık kazanabilmek
için kullanma kararı alınmıştı.
Rusya Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaş ilan eder etmez Rus Ermenileri
Rusya ordusuna katılarak Osmanlılara saldırı hazırlıklarına girişmeye
başladılar. Eçmiyadzin Katogikosu Rusya’nın Kafkasya genel valisi
Vranzof-Dashkof’a Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna Ermeniler konusunda
reform yapmak üzere bakıda bulunması halinde bütün Rus Ermenilerinin
Rusya’yı koşulsuz olarak destekleyeceğini bildirdi[29]. Savaş başlar
başlamaz da Taşnak Cemiyeti hücre örgütlerine bir talimatname yollayarak
Osmanlı İmparatorluğu içerisinde isyanlar çıkarmalarını emretti[30]: “Ruslar
sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her
yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına
alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler
silahlarıyla birlikte kıtalarını terk edecek ve çeteler teşkil edip Ruslarla
birleşeceklerdir.”
Hınçak Komitesi de örgütüne gönderdiği talimatta, “komitenin bütün gücüyle
mücadeleye katılarak itilaf Devletlerinin ve özellikle Rusya'nın müttefiki
sıfatıyla Ermenistan, Kilikya, Kafkasya ve Azerbaycan'da zaferi temin için
her türlü vasıta ile İtilaf Devletlerine yardım edeceğini” bildirmiştir[31].
Bu saldırgan açıklamalar yalnızca Ermeni siyasi organizasyonlarına has
değildi. Meclis-i Mebusan’da görev yapan Papazyan, Pastırmacıyan ve
Boyacıyan gibi Ermeni milletvekilleri de kısa süre içerisinde gerilla
liderlerine dönüştüler. Ermeni toplumuna hitaben yazdığı bir bildiride
Papazyan şunları söylüyordu[32]: “Kafkasya'da gönüllü Ermeni alaylarının
hazır bulundurulmalı, bunlar Rus ordularının öncüleri olarak Ermenilerin
yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmeli ve Anadolu
topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşmelidirler”
Rus orduları Doğu Anadolu içlerine doğru ilerledikçe gönüllü Osmanlı ve Rus
Ermenileri tarafından oluşturulmuş birlikler tarafından karşılanıyor ve
yönlendiriliyordu. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermenilerin büyük bir kısmı
da orduyu terk ederek silah ve cephaneleri ile Rus ordusuna katılıyorlardı.
Ayrıca yıllardır Amerikan misyoner okullarında depolanan silah ve mühimmat
bu gönüllü ordusunu silahlandırmak için kullanılıyordu. Savaş başladıktan
bir kaç ay sonra, Rus ordusu tarafından desteklenen Ermeni gerilla
birlikleri Doğu Anadolu’daki şehir ve kasabalara saldırmaya başladılar.
İşgal ettikleri kentlerdeki Müslüman halka büyük zulümlerde bulundular, pek
çoklarını vahşice öldürdüler. Aynı zamanda yolları ve köprüleri tahrip
ederek Osmanlı ordularının ilerlemesini engellemeye başladılar. Ermenilerin
gerçekleştirdikleri zulümler o derece ileri boyutlardaydı ki, bölgede görev
yapan Rus komutanların raporları bile bu vahşeti anlatmakta yetersiz
kalıyordu.
1915 Martında Rus orduları Van’a doğru ilerlemeye başladılar. Bunu fırsat
bilen Ermeniler 11 Nisan 1915’te Van’da büyük bir ayaklanma başlattılar,
Türk mahallelerine girerek büyük katliamlara giriştiler ve şehrin kolayca
teslim olmasını sağlamaya çalıştılar. O dönemde Amerika’da yayınlanmakta
olan Ermeni gazetesi Goçnak 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında “Van'da yalnızca
1.500 Türk'ün kaldığını"” iftiharla bildirmekteydi[33].
Van’daki bu ayaklanma ve katliamdan sonra bile Osmanlı Hükümeti Ermenilerin
ayaklanmalarına ve Rus ordularına verdikleri desteğe son vermek amacıyla son
bir şans vermeye karar verdi. Patrik ve Ermeni kökenli milletvekillerinin de
aralarında bulunduğu Ermeni kanaat önderleri ile bir toplantı düzenledi ve
bu saldırılar önlenemezse ciddi önlemler alınacağını bildirdi. Toplantıdan
sonra da saldırıların azalma yerine artma eğiliminde olması üzerine hükümet
sonunda harekete geçti. 24 Nisan 1915’te Ermeni devrimci komiteleri
kapatıldı ve bu komitelerin ileri gelen 235 üyesi devlete karşı suç
işlemekten tutuklandı. İşte her yıl Ermenilerin soykırım günü olarak
andıkları bu tarihte değil bir soykırım, bir idam dahi yaşanmamış olup,
tutuklamaların tehcir ile bir bağlantısı da yoktur.
Bu tutuklamaların ardından 27 Mayıs 1915 tarihinde hükümet savaş
bölgelerinde yaşayan Ermeni nüfusun tehcirine ilişkin bir kanun kabul etti.
Ermeniler bu kanunu soykırım kanunu olarak algılamaktadırlar. Oysa kanun
maddeleri incelendiğinde tehcirin İmparatorluğun devamının sağlanması için
geçici bir önlem olduğu ve Ermenilere zarar verilmeden uygulanması konusunda
düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Kanunun bazı maddeleri aşağıda
gösterilmektedir[34]:
Bahsi geçen kasaba ve köylerde yerleşik ve nakli gereken Ermenilerin yeni
yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında
rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır.
Varışlarından yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar iaşeleri
mülteci tahsisatlardan karşılanmalıdır; bunlara daha önceki mali durumları
ve hali hazır ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmalıdır; ihtiyaç
sahipleri için Hükümet evler yapmalı, çiftçi sahibi zanaatkârlara tohum,
alet, teçhizat temin etmelidir.
Bu emrin tamamıyla Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir
önlem olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama
girişimlerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır.
Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarına refakat etmek üzere özel görevliler
temini için düzenlemeler yapılacak, bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları
sağlanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar göçmenlere ayrılan hükümet
tahsisatından karşılanacaktır.
Göçmenlerin yolculukları sırasında varış yerlerine kadar gerekli iaşeleri
sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yerleşebilmeleri için kredi verilmelidir.
Yolculuk halindeki kişiler için kurulan kamplar muntazaman denetlenmelidir;
bu kişilerin refahı için gerekli önlemler alınmalı, ayrıca asayiş ve
güvenlikleri sağlanmalıdır.
Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları her gün
doktor tarafından denetlenmesidir... Hasta, kadın ve çocuklar trenle,
diğerleri ise dayanıklılıklarına göre katırla, araba içinde veya yaya olarak
gönderilmelidir.
Her konvoya bir müfreze muhafız refakat etmeli, her konvoyun yiyecek
malzemeleri varış yerine kadar korunmalıdır... Kamplarda veya yolculuk
sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal
püskürtülmelidir.
Sonuç itibariyle tehcir edilen Ermenilerin güvenliği ve rahatı için devlet
elinden geldiği kadar tedbir almaya çalışmıştır. Ancak savaş koşulları
altında yeterli yiyecek, temiz su, ulaşım araçları ve hijyen koşulları
olmadığı için büyük sorunlar yaşanmıştır. Bunun yanı sıra ordu savaşta
olduğundan iç güvenlik yeterince sağlanamamış ve çeteler tehcir konvoylarına
saldırılarda bulunmuşlardır. Açlık ve salgın hastalıklar gibi Müslüman
nüfusun da muzdarip olduğu felaketler Ermenileri de vurmuş ve tehcir
sırasında binlerce Ermeni ölmüş veya öldürülmüştür.
Ermeni ölümlerinin sayısı günümüzde bile ciddi bir tartışma konusudur. Bu
sayı 250.000 ila 3.000.000 arasında değişmektedir. Özellikle Ermeni
propagandacılar devletin organize olarak düzenlediği katliamlar sonucunda
yaklaşık 1,5 milyon Ermeninin öldüğünü dile getirmektedir. Ancak bu rakamlar
başında Ermeni veya diğer gayrimüslim tebaadan yetkililerin bulunduğu
Osmanlı nüfus idaresinin istatistikleriyle çelişmektedir. Fransız din adamı
Monseigneur Touchet 1916 Şubatında Oeuvre d'Orient kurumunda verdiği bir
konferansta 500 bin Ermeninin öldüğünün sanıldığını, ancak bunun abartılmış
olabileceğini ifade etmiştir. Toynbee Ermeni kaybını 600 bin olarak
göstermektedir. Encyciopedia Britanica'nın 1918 baskısında da aynı rakam
vardır. Ermeniler de önce bu rakamı ileri sürmüşlerdir. Paris Barış
Konferansına katılan Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar o sırada Türkiye'de
hala 280 bin Ermeni bulunduğunu, 700 bin Ermeninin ise başka ülkelere göç
ettiğini söylemiştir. Bogos Nubar'ın bu hesabı doğru ise, toplam Ermeni
nüfusu 1.300.000 olduğuna göre, Ermeni kaybı yine 300 bin
dolaylarındadır[35].
Rusya’daki 1917 Ekim Devriminin ardından Rusya Brest-Litowsk antlaşmasını
imzalayarak savaştan çekilmiş ve Doğu Anadolu’yu boşaltmaya başlamıştır.
Çekilirken bölgeyi Ermeni gerilla liderlerinin insafına terk etmiş, onlara
silah ve mühimmat da sağlamıştır. Ermeni çeteleri bu güç boşluğundan
yararlanarak pek çok şehir ve kasabayı işgal ederek büyük zulümlerde
bulunmuşlardır. Arşiv belgelerine göre 1914 ila 1921 arasında Ermeniler
tarafından katledilen Müslüman nüfusun sayısı 518.000’i bulmuştur.
Savaşın sonlarına doğru toparlanan Osmanlı ordusu Ermenileri geri
püskürtmeyi başarmış ve Erivan ve Eçmiyadzin dışında kalan topraklarda
ilerleyerek Bakû’ye kadar olan bölgeyi kontrollerine almışlardır. Ancak
Mondros mütarekesinden sonra bir kez daha geri çekilmek zorunda
kalmışlardır. Artık Ermeni meselesi savaş alanında değil diplomatik
konferanslarda, masada çözümlenecektir.
6. Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ Hayali (1918–1922)
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde savaşın tüm tarafları Paris’te
Avrupa’nın ve Osmanlı Devletinin savaş sonrası durumunu tartışmak üzere bir
araya geldiler. 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Konferansına Ermeniler
de Bogos Nubar Paşa’nın başkanlık ettiği bir heyetle katıldılar. Konferansta
Bogos Nubar Paşa neredeyse Doğu Anadolu’nun tümünü talep etti. Talep ettiği
bölge Artvin, Kars, Rize, Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adan,
Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan,
Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş’tan müteşekkil
bir bölgeydi. Bu illerin kapladığı alan da yaklaşık 390.000 km2’ye
ulaşmaktaydı ki bu neredeyse Anadolu’nun yarısı demekti. Osmanlı
İmparatorluğunun azılı düşmanlarından İngiliz Başbakanı Lloyd George bile
Bogos Nubar’ın bu taleplerine Bogos’un peri masalları diyerek dalga
geçecekti.
1920 yılında Osmanlı İmparatorluğu Sevr antlaşmasını kabul etmek zorunda
kaldı; ancak bu anlaşma asla uygulanamadı. Antlaşmanın altıncı bölümü
Ermenistan’la ilgili düzenlemelere ayrılmıştı. Antlaşmanın 89. maddesinde
şunlar yazmaktadır: “Öteki Bağıtlı Yüksek Taraflar gibi, Türkiye ile
Ermenistan da, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis İllerinde, Türkiye ile
Ermenistan arasındaki sınırın saptanması işini Amerika Birleşik Devletleri
Başkanın hakemliğine sunmayı ve bu konudaki kararını olduğu kadar,
Ermenistan’ın denize çıkışı ile sözü geçen sınıra bitişik bütün Osmanlı
topraklarının askersizleştirilmesine ilişkin ileri sürebileceği bütün
hükümleri kabul etmeyi kararlaştırmışlardır. ABD Başkanı Woodrow Wilson
kendisine verilen hakemlik görev sırasında hazırladığı raporda Ermenilere
Doğu Anadolu’dan yaklaşık 120.000 km2’lik alan verilemesini istedi. Bu da şu
illeri kapsıyordu: Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis,
Siirt, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize ve Sivas’ın bir bölümü.
Sevr antlaşmasının ardından Ermeniler bir kez daha kendilerine vaat edilen
toprakları işgal etmek üzere Doğu Anadolu’ya girdiler. Ancak Aralık 1920’de
Türk orduları Ermenileri geri püskürttü ve Gümrü Antlaşması imzalanarak
bugünkü Türk-Ermeni sınırı çizildi. Ermenistan o günlerde Sovyetler
Birliği’ne katıldığı için bu antlaşma uygulanamadı. Ancak daha sonra 1921
yılında Rusya ile yapılan Moskova ve Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile
yapılan Kars antlaşmalarıyla Gümrü Antlaşmasındaki hususlar kabul edildi.
Kurtuluş Savaşındaki Türk zaferinin ardından Ermeni meselesi ile ilgili yeni
bir sayfa açılıyordu. Bu sorun Lozan Antlaşması ile hukuken çözülecekti.
Lozan Konferansı sırasında Ermeni meselesinin nasıl ele alındığı ise E.
Büyükelçi Gündüz Aktan tarafında yazılan ve bu CD’de de mevcut olan bir
diğer makalenin konusu olacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Uzman, ASAM, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü,
mspalabiyik@eraren.org
[2] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Belgelerle Ermeni
Sorunu, (Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1992), s. 3
[3] Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca Batı Ermenileri: Cilt I (287-1851),
(İstanbul: Pars Yayın, 2004), s. 1
[4] A.y.
[5] A.y., s. 9
[6] A.y., s. 17
[7] A.y., s. 24
[8] Selçuklu-Ermeni ilişkileri ile ilgili detaylı bilgi için bkz., Ali
Sevim, ‘Selçuklu ve Ermeni İlişkileri’, (Yeni Türkiye, Cilt 7, No. 38,
Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 595-601)
[9] Moğol-Ermeni ilişkileri ile ilgili detaylı bilgi için bkz., Mehmet
Ersan, ‘Selçuklular Döneminde Türk Ermeni İlişkileri’, (Yeni Türkiye, Cilt
7, No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 603-615), özellikle 611 ve devamı.
[10] Tuğlacı, a.g.e, s. 143
[11] İlber Ortaylı, ‘Osmanlı Ermenileri’, (Yeni Türkiye, Cilt 7, No. 38,
Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 630-632), s. 631
[12] Bu göçlerden en önemli ikisi 1486 ve 1487 yıllarında gerçekleşmiştir.
Tuğlacı, a.g.e, s. 164
[13] A.y., s. 178
[14] A.y. s. 187
[15] Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da
Hayat (1582-1599), (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983),
aktaran, Tuğlacı, s. 191
[16] Ercüment Kuran, ‘Tarihte Türkler ve Ermeniler’, (Yeni Türkiye, Cilt 7,
No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 616-620), s. 617
[17] Enver Konukçu, ‘Osmanlılar ve Millet-i Sadıkadan Ermeniler’, (Yeni
Türkiye, Cilt 7, No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 621-629), s. 623
[18] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, a.g.e, s. 26
[19] Justin McCarthy ve Caroline McCarthy, Turks and Armenians: A Manual on
the Armenian Question, (Washington D.C.: Committee on Education, Assembly of
Turkish American Associations, 1989), s. 31
[20] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, a.g.e, s. 26
[21] Antlaşmanın tam metni için bkz.
www.polisci.ucla.edu/faculty/wilkinson/ps123/treaty_paris_1856.htm
[22] Islahat Fermanının tam metni için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı
Tarihi, (Ankara
[23] Turgay Uzun, ‘Osmanlı Devlet’inde Milliyetçilik Hareketleri İçinde
Ermeniler’ in Hasan Celal Güzel (ed.), Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu,
(Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2001), s. 167
[24] Bu bölümdeki bilgiler derlenirken Dış İşleri Bakanlığının web sitesinin
ilgili bölümleri kullanılmıştır.
[25]
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
[26]
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
[27] Musa Şaşmaz, ‘Ermeniler Hakkındaki Reformların Uygulanması’, in Hasan
Celal Güzel (ed.), Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları, 2001), s. 173
[28]
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
[29]
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
[30] Ay. y.
[31] Ay. y.
[32] Ay. y.
[33] Ay. y.
[34] Ay. y.
[35] Ay. y.
|