|
|
Ermeniler, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel yaklaşıma
dönme çabasındadır. Bu amaçla Lozan Barış Antlaşması’nın kendileri açısından
geçersiz olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ancak Lozan Barış
Antlaşması’nın, Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre
değil, kendi içinde yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun
genel esas ve yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün
olabilir.
Ermeni sorunu, Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde genelde sözü edilmeyen
bir konudur. Buna karşılık ,son zamanlarda Ermeniler, soykırımı dünyaya
kabul ettirmek, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel
yaklaşıma dönme imkanlarını araştırmak, bu bağlamda, Lozan Barış
Antlaşması’nın kendileri açısından geçersiz olduğunu kanıtlamak için yoğun
bir çaba içine girmiş görünmektedirler.
Ermenilere göre , ortada bir soykırım vardır. Soykırım suçu zaman aşımına
tabi olmayan bir suçtur. Soykırım gerçeği bir Antlaşmayla ortadan
kaldırılamaz. Bu nedenle Lozan Antlaşması hukuka aykırı bir Antlaşmadır.
Dolayısıyla, “Ermeni soykırımı” açısından hükümsüzdür, uygulanamaz. Bu
durumda, Sevr Antlaşması’nın bu konudaki maddeleri kendiliğinden geçerlilik
kazanır ve uygulama alanı bulur.
Acaba böyle midir? Böyle olabilir mi? Lozan Barış Antlaşması, usulüne göre
onaylanarak yürürlüğe girmiş ve halen de yürürlükte bulunan; Türkiye
Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’ne ardıl olmasına ilişkin tüm siyasî,
askerî, ekonomik, malî, hukukî ve insanî sorunları kapsayan, bu bakımdan
objektif bir statü yaratan ve dolayısıyla üçüncü ülkelere de yönelik
sonuçları söz konusu olabilen önemli bir bağıttır. Bu antlaşmanın gözden
geçirilmesi, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi gibi konuların,
Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre değil, kendi içinde
yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun genel esas ve
yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olabilir.
Esasen Lozan Barış Antlaşması, çok taraflı ilişkileri düzenleyen genel bir
hukukî çerçevedir. Buna nazaran Türkiye ve Ermenistan ilişkileri, ikili ve
özel ilişkilerdir. Nitekim Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkiler, Lozan
Barış Antlaşması’ndan önce, 2 Aralık 1920’de Gümrü’de imzalanan
Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921 ‘de Moskova’da
imzalanan Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921’de Moskova’da
imzalanan Türkiye - Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’na ve son
olarak da 13 Ekim 1921 tarihinde Kars’ta imzalanmış olan Türkiye ile
Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması’na konu
olmuştur. Bunlardan ilki olan Gümrü Antlaşması -Sevr Antlaşması gibi-
imzadan sonra Güney Kafkasya’nın Sovyetler tarafından işgali üzerine
onaylanamamış ve yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık, son iki Antlaşma
halen yürürlüktedir.
Görüldüğü üzere, Türkiye açısından Ermeni sorunu, Lozan Barış
Antlaşması’ndan önceki dönemde çözümlenmiş bir konudur. Lozan sürecindeki
Ermeni çabalarını, yeni bir politik ve diplomatik girişim olarak
değerlendirmek gerekir. Bu da başarılı olamamıştır.
Bu hususlar saklı kalmak kaydıyla, Lozan sürecindeki Ermeni olayları
tartışmalarını da açıklamakta yarar vardır. Bilindiği üzere, 1. Dünya Savaşı
1914’de başlamıştı. 1915 yılında, Osmanlı orduları üç büyük cephede
savaşmaktaydılar. Gelibolu’da İngiliz ve Fransızlarla, Doğu Cephesi’nde
Rusya’yla; nihayet güneyde, -önce Süveyş’te sonra da Irak’ta- yine
İngilizlerle muharebeler devam etmekteydi.
Tehcir, yani Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bölümünden diğer
bölümüne taşınmaları işlemi 1915 yılının Mayıs ayında başlamıştı. İtilâf
Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) hemen bir bildiri yayımlamışlardı.
24 Mayıs tarihli bu bildiride, Osmanlı İmparatorluğu’nun insanlığa ve
uygarlığa karşı işlemekte olduğu suçlara atıfta bulunulmakta ve Osmanlı
kabinesinin -yani Bâb-ı Âli’nin- Ermenilere yapılanlardan kişisel olarak
sorumlu olacakları belirtilmekteydi. Bu bildiri, Sevr Antlaşması bakımından
büyük önem taşımıştır.
1916 yılında, bir İngiliz ve bir Fransız (Sykes ve Picot), daha sonra kendi
adlarıyla anılacak olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun -savaş sonunda nasıl
olsa yenileceği varsayımıyla parçalanması konusunda Antlaşmalar hazırlamakla
görevlendirilmişlerdir. Bu antlaşmalar, İtilâf devletleri arasında
(Fransa-İngiltere, İngiltere-Rusya ve Fransa-Rusya) imzalanmıştır. Bu
Antlaşmalar ile, Anadolu’nun doğu bölümünün Rusya’ ya bırakılması ve
Ermenilerin de o bölgede yer alması düşünülmüştür[1].
Bununla beraber, 1917’de Rus ihtilâlinin olması, Rusya’nın savaşı bırakması,
bu defa ABD’nin savaşa girmesi, durumu tamamen değiştirmiştir. Ancak ABD bu
sırada Almanya’ya savaş açarken, Osmanlı Devleti’ne savaş açmamıştır.
Sonuçta, İttifak Devletleri (Almanya-Avusturya-Osmanlı İmparatorluğu)
1918’de savaşı kaybetmişlerdir. Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros
Mütarekesini imzalamıştır.
Bu dönemde, ABD Başkanı Wilson, barışla ilgili olarak 14 maddelik bir
bildiri yayınlamıştır. Başkan Wilson, “kendi kaderini tayin”
(self-determination) ilkesinin uygulanmasını savunmuştur. Wilson
Bildirisi’nin 12. maddesi, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi olarak, Osmanlı
İmparatorluğu’nda kalacak bölgede Türklere kendi kaderini tayin hakkını
tanımıştır. Ancak bildiri bu bölgenin sınırlarından söz etmemiştir. Türklere
bırakılacak yerler, Sevr Antlaşması’nın konusu olmuştur. Wilson, Osmanlı’dan
ayrılacak halkların -Ermeniler dahil- özerk bir siyasî varlık ve yaşam
hakkına sahip olacaklarını ilan etmiştir. Sevr Antlaşması ile sonuçlanacak
barış konferansı, Ocak 1919’da işte bu koşullar altında açılmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu, bu konferansa ve müzakerelerine fiilen katılamamıştır[2].
Buna rağmen konferansın sonuçlanması çok uzun sürmüştür. Ocak 1919’da
başlayan bu konferansın, ciddi müzakerelere sahne olmadığı halde, Ağustos
1920’de bitmesinin nedeni Ermeni sorununa bir türlü çare bulunamamış
olmasıdır. Görüldüğü üzere, Ermeni sorunu Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılışında bizim sandığımızdan çok daha önemli bir etken olmuştur.
Sözü geçen konferansa, Ermeniler iki delegasyonla katılmışlardır. Bunlardan
biri Ermenistan Cumhuriyeti, öteki de onun dışında kalanları temsilen gelen
ve “Millî Ermeni Delegasyonu” olarak adlandırılan heyetler olmuştur. Osmanlı
paşası olduğu iddia edilen ünlü Bogos Nubar Paşa -ki bir Mısır Ermenisi’ydi
bu heyete başkanlık yapmıştır. Bogos Nubar Paşa, daha toplantının başında,
“Biz Osmanlı’yla savaştık. Bu nedenle muhasım tarafız. Bu sıfatla konferansa
katılmak istiyoruz” şeklinde beyanda bulunmuştur. Bu beyan, -uygulama
kabiliyeti olsaydı- 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi kapsamında yapılacak
hukuki bir değerlendirme açısından bile çok ilginç bir durum yaratabilirdi.
Zira anılan sözleşmeye göre, belli bir grup silahlı bir çatışmanın taraf
ise, Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde korunacak kişiler kapsamında
değerlendirilmemektedir[3]. Dolayısıyla, Bogos Nubar Paşa, Ermenilerin bir
harpte muhasım taraf olduğunu söylemekle, Ermenilerin Türklerle
savaştıklarını itiraf etmiş, ilerde söz konusu edilebilecek bir soykırım
iddiasını da daha baştan dayanaksız bırakmış olmaktadır.
Bu süreç boyunca Ermeniler, mevcut Ermenistan Cumhuriyeti’ne ek olarak,
Osmanlı Devleti’nin altı vilayeti ve Kilikya’da yani Adana-Maraş arasındaki
bölgede- bir Ermeni devleti kurulmasını istemişlerdir. Sözü geçen altı
vilayet, yaklaşık olarak şu andaki 18 vilayetimize tekabül etmektedir. Bu
topraklar, yaklaşık 250-300 bin km’lik bir alanı kapsamakta, Batılılarca da
sempatiyle karşılanmakta, fakat anılan bölgede, bu büyüklükte bir devleti
oluşturabilecek ve yönetebilecek sayıda Ermeni nüfusu bulunmamaktaydı. Bu
nedenle, Rusya savaşta kalsaydı , Ermenistan’ın mandasının Rusya’ya
verilmesi düşünülmüştü. Rusya savaştan çekildiğinde, bölgenin bu defa ABD’ye
verilmesi söz konusu edilmiştir. ABD Başkanı Wilson, bu fikri sıcak
karşılamış, ancak tasarıyı ABD Kongresi’nden geçirememiştir. ABD Kongresi,
Amerikan mandasında bir Ermenistan istememiş, bağımsız bir Ermenistan
kurulması fikrinin destekçisi olmuştur.
Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Bu Antlaşmanın çok sayıda
maddesi Ermenistan’la ilgilidir. Bunlardan en önemlisi olan 88. maddede,
Türkiye’nin, -daha Ermenistan ortada yokken- kurulacak Ermenistan
Devleti’nin bağımsızlığını ve özgürlüğünü şimdiden kabul edeceği yazılıdır.
89’uncu maddeye göre de, Ermenistan’ın sınırlarını çizme yetkisi ABD Başkanı
Wilson’a bırakılmaktadır. Sınırların nerelerden geçmesi gerektiği de açıkça
belirtilmektedir: Sınırlar, “Erzurum-Trabzon-Van-Bitlis-Van Gölü’nün çok
önemli bir kısmını içine alarak çizilecektir” denmektedir. Ermenistan’ın
ismi geçen vilayetlerin tümünü mü yoksa bir kısmını mı içine alacağı
sorusunun cevabını Wilson’ın vermesi istenmekte, Türkiye, elinden çıkacak
olan bu vilayetlerdeki tüm hak ve sıfatlarından önceden vazgeçmekteydi.
Sevr’de Ermenilere ilişkin ikinci bölüm hükümler, madde 226 - 230 arasındaki
kısımda yer almaktaydı. Bu maddelerde, “Ermeni olaylarından” sorumlu
olanların İtilâf Devletleri tarafından gösterilecek mahkemelerde
yargılanmaları öngörülmekteydi[4].
Bu arada, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Sevr Antlaşması’nı onaylamamış, Türk
Millî Mücadelesi başlamıştır. Doğu Cephesi’ndeki silahlı mücadele
diğerlerinden daha önce ve genç Türk Devleti’nin zaferiyle sona ermiştir.
Doğu Cephesi’ndeki savaşın kazanılmasının ardından, önce Gümrü, arkasından
da Moskova ve Kars Antlaşmaları imzalanmıştır. Ancak, yukarıda da ifade
edildiği üzere, imzadan iki gün sonra Bolşeviklerin Güney Kafkasya’ya hâkim
olmaları sonucunda Gümrü Antlaşması yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık,
önce Moskova Antlaşması, daha sonra da, Moskova Antlaşması’nın 6. ve 15.
maddeleri uyarınca- Kars Antlaşması yapılmıştır.
Bu özel hukukî çerçevede, Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır sorunu
Moskova Antlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri ve Kars Antlaşması’nın 2. ve 4.
maddeleri ile çözümlenmiştir. Keza, Ermeni iddialarının aksine, gerek Sevr
Antlaşması, gerek Gümrü Antlaşması, usulüne uygun olarak onaylanıp yürürlüğe
girmiş olsalardı dahi; Moskova Antlaşması’nın 6. ve Kars Antlaşması’nın 1.
maddeleri gereğince, taraflar arasındaki ilişkiler bakımından geçersiz
sayılacaklardı[5].
Öte yandan, Kars Antlaşması’nın 15. maddesine göre, bağıtlı taraflardan her
biri, bu Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, Kafkas Cephesi’ndeki savaş
nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için öteki taraf uyrukları yararına
tam bir genel af ilan etmeği yükümlenmişlerdir[6].
Türkiye, sonraki aşamalarda Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazanmıştır.
Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi yapılmıştır. Kasım ayında TBMM Hükümeti
Lozan Barış Konferansı’na çağırılmıştır. Türk heyeti Lozan’a giderken TBMM
tarafından heyete verilen müzakere talimatı da bir rastlantı sonucu on dört
maddeden oluşmuştur. Talimat daha ziyade sınırlar, kapitülasyonlar ve
azınlıklarla ilgili olmakla birlikte, İsmet Paşa ve heyetine verilen bu
talimatının iki maddesi, merkeze ayrıca sormaya dahi gerek olmaksızın Türk
heyetine toplantıları terk edebilme yetkisini kapsamıştır. Yani muhatap
devletler bu iki konuda ısrar ederlerse, Türk heyeti “teşekkür ederim”
diyerek ayrılmak yetkisine sahip kılınmıştır. Bu iki önemli noktadan biri
Ermeni yurdu sorunu, diğeri kapitülasyonlardır. Görüldüğü üzere, -üstelik
Misak-ı Millî ölçütüne rağmen- TBMM Hükümeti sınırlarda bile taviz vermeye
hazır iken, baştan itibaren, Ermeni yurdu ya da kapitülasyonlar konularında
herhangi bir tavize yanaşmak eğiliminde olmamıştır.
Ermeniler, Lozan Konferansı’na da katılmak istemişler, ancak bu defa, “hasım
taraf olarak savaşa katılmıştık” gibi beyanlarda bulunmamışlardır. Türk
tarafı bu katılımı kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Sonuçta, Ermeniler ana
komisyonlara değil, ancak özel bir alt komisyona katılmayı başarmışlardır.
Rıza Nur’un Türk heyetinin başkanlığını yaptığı bu alt komisyonda en zorlu
diplomatik çatışmalar cereyan etmiştir. Rıza Nur -meslekten diplomat da
olmadığından- sert bir üslup kullanmıştır[7]. Rıza Nur muhataplarına âdeta
ağzına geleni söyledikten sonra, İsmet Paşa karşı taraftan -yüzeysel bir
şekilde- özür dilemiş, ardından aynı uygulamalar tekrarlanmıştır[8].
Sonunda Lozan Barış Antlaşması imzalanabilmiştir. Metinde, Ermenilerden hiç
söz edilmemiştir. Buna karşılık ırk, dil, din vb. ayırım gözetmeme temeline
dayalı insan hakları hukuku kapsamındaki konular ve hükümler, Ermenileri de
dolaylı olarak ilgilendirmektedir[9].
Lozan Barış Antlaşması’nın eki olan, “Genel Affa İlişkin Bildiri ve
Protokol” -sanılanın aksine- Türk tarafının değil, İtilâf Devletleri’nin
ısrarıyla hazırlanmıştır. Bu suretle, savaş sırasında işlenen suçların tümü
affedilmiştir. Anadolu’da Yunan ordusunun işlediği suçlar da, Ermenilere
karşı işlenen suçlar da af kapsamına sokulmuştur[10].
Anılan Bildiri’nin 6 no’lu paragrafı ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşı
kaybettiği 1918 yılından 1922 yılı sonuna kadar, özellikle İstanbul’un ve
Osmanlı Mebusan Meclisi’nin işgal altında bulunduğu süre zarfında, Türkiye
sınırlarının dışında kalmış (Suriye gibi) yerlerdeki Ermenilerin geriye
dönmeleri, mal ve mülklerinin iade edilmesi konularında İngilizlerin ve
Fransızların aldığı kararların olduğu gibi uygulanması, Türkiye Devleti’nce
kabul edilmiştir. Buna göre, geri gelmek isteyen Ermeniler gelebilecek,
Türkiye sınırları içinde olup da mal ve mülkleri iade edilmiş Ermenilere
ilişkin işlemler de geçerliliğini koruyacaktır[11].
Ermenileri dolaylı olarak ilgilendiren diğer bir hüküm de vatandaşlığa
ilişkin 31. maddedir. Vatandaşlığını kaybetmemiş bütün Ermeniler zaten geri
gelebileceklerdir. Vatandaşlığını kaybetmiş olanların da çocukları, 18
yaşına geldikleri zaman, belli bir süre içinde Türk vatandaşlığını tercih
ederlerse, aynı şekilde geri gelebileceklerdir.
Ermenilerle dolaylı olarak ilgili olan en ilginç hükümler, iktisadî bölümde
yer alan 65-72. maddelerin hükümleridir. İktisadî hükümlerin Ermenilerle
ilişkisi hemen kavranamayabilir. İnsan hakları hukukunun genel anlamı ye
işlevinin doğal sonucu olarak bu şekilde atıfta bulunulması esasen
gerekmemekle birlikte, Türk heyetinin Lozan Barış Antlaşması’nın içinde
Ermenilere ayrıca ve açıkça atıfta bulunulmasından kaçınmış olduğu da
söylenebilir. İktisadî hükümler içinde, “mallar, haklar, menfaatler” olarak
isimlendirilen bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde, tehcire tabi tutulmuş
olanların tüm hukuku ve tüm çıkarları korunmaktadır[12].
Burada ilginç olan nokta, 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin başına
gelenlerle Balkan savaşlarında Türklerin başına gelenler aynı hukuki esas ve
usullere tabi kılınmıştır. Yani bu halklardan birinin maruz kaldığı
uygulamaya soykırım denecekse, diğerinin maruz kaldığı uygulamanın da
soykırım olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle,
Ermenilere ve Türklere, maruz kaldıkları olaylar dolayısıyla aynı hukuk
kurallarının uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle, söz konusu olabilecek
eylemlerin de aynı ölçülere göre nitelendirilmesi gerekmektedir.
Lozan Barış Antlaşması’nda, genel olarak sigorta sözleşmeleri, özel olarak
da hayat sigortası sözleşmeleri konusunda, Ermenilerin yararlanabilecekleri
bazı hükümler vardır[13]. Ancak sonuç olarak bu, özel hukuk çerçevesinde
kişiler arası özel hukuk ilişkilerinin hukukî çerçevesini oluşturmaktadır.
Burada bu teknik konunun ayrıntısına girmek hem gereksizdir, hem bu
makalenin amacını aşmaktadır.
Hatırlanmalıdır ki, yeni bir devlet kurulmaktadır. Geçmişe dönük sorunların,
hesapların, alacakların, borçların ve sorumlulukların bu süreçte tasfiye
edilmesi gereklidir. Ancak bu şekilde -güncel deyimle “beyaz bir sayfa”
açılabilir. Yeni bir dönem başlatılabilir. Hukuk düzeninde, bu gibi
konulardaki hakların kullanımı belli sürelerle sınırlandırılır. Kullanımın
sonsuza kadar açık tutulması, hukuk ilişkilerini ve geleceğe yönelik
planlamaları belirsiz bırakır. Bu nedenle, “zaman aşımı” kavramı
çerçevesinde, eylemlere ve işlemlere süreklilik kazandırılabilir. İşte bu
çerçevede, örneğin bir Ermeni tarafından Türk kamu yönetimine
başvurulduğunda, altı ay içinde olumlu bir cevap alınması gerektiği, aksi
halde, bundan sonraki bir yıl içinde muhtelit hukuk mahkemesine
başvurulabileceği kabul edilmiştir. Şu halde, Lozan Barış Antlaşması’nın
imzalandığı tarihten itibaren toplam on sekiz ay içinde, mülkiyet
sorunlarının çözümlenmesi sürecinin sonuçlandırılmış, gerekli idiyse konunun
mahkeme önüne götürülmüş olması gerekmektedir. Uyuşmazlık, bu melez (hybrid)
mahkemelerin kararı ile kesin olarak çözümlenecektir. Şu halde, zaman aşımı
süreleri nedeniyle, günümüzde artık bu hükümlerin uygulama alanı
kalmamıştır.
Burada bir benzer durum hatıra gelebilir: Birkaç yıl önce, ABD ile İsviçre
arasında, Yahudilere ilişkin olarak bir sorun kamuoyunun gündemine girmişti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelenlerden dolayı Yahudiler,
İsviçre Federal Bankası, İsviçre bankaları ve İsviçre hükümetinden tazminat
almışlardı.
Tazminat miktarları da sembolik değil, ciddi rakamlardı. Bunu örnek alan
Ermenilerin, aynı yöntemi uygulamak istemeleri mümkündür. Yukarıda açıklanan
nedenlerle, buna hukukî açıdan imkan olmadığını söyleyebiliriz. Zira Lozan
Barış Antlaşması, bu gibi konulara ilişkin olarak kişilerin özel hukuka
ilişkin hak ve çıkarlarını yeterli kapsamda düzenlemiştir.
Bu gibi özel hukuk konularında, ancak hakları zarar gören gerçek veya tüzel
kişiler taraf olabilirler. Bir devlet olarak ABD’nin Lozan Barış
Antlaşması’na taraf olup olmaması, onun bu konularda davaya taraf olma
ehliyetinin mevcut olup olmaması açısından belirleyici değildir.
Atatürk, “Büyük Nutuk”ta Lozan Antlaşması’nın sağladığı başarıları sayarken,
Ermeniler konusunda iki şey söylüyor: Sevr’de savaş hukukunu çiğneyerek
suçlar işlendiği söylenmiş ve Osmanlı’ya ceza verilmesi öngörülmüştü.
Lozan’da bu tümüyle kalkmıştır. Sevr’de, Doğu Anadolu’da Rus ordularının
ulaştığı en ileri noktalardan geçirilen sınırla bir Ermenistan yaratılmak
istenmişti. Bu da tümüyle ortadan kalkmıştır. Yani Ermeni yurduna ilişkin
olarak Türk heyeti, TBMM’nin talimatını harfiyen uygulamıştır. Burada hiçbir
taviz verilmemiştir. Ama Ermeniler, Antlaşmada tanınan azınlık hakları
çerçevesinde, Türk vatandaşları olarak Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yerlerini
almışlardır.
Lozan Barış Antlaşması’na ilişkin müzakere sürecinde, gerçekçiliğin bir
gereği olarak, pek çok önemli konuda tavizler verilmiş olabilir. Ancak bu
tavizlerin hiçbiri, meşrû haklarımızın geleceğini olumsuz etkilememiştir.
Tersine, şartlar elverişli olduğunda, haklarımızı ve menfaatlerimizi daha da
ileriye götürmek mümkün olabilmiştir: boğazların statüsü gibi. Kesinlikle
taviz verilmemiş olan belki de tek konu, Ermeni yurduna ilişkin niyet ve
talepler olmuştur. Bu bağlamda, İsmet Paşa ve Türk heyetinin, diplomatik
kariyerlerinin zirvesine çıkmış oldukları söylenebilir.
--------------------------------------------------------------------------------
* Emekli Büyükelçi.
[1] Bu durumda, Ermeni varlığı Rusya’nın sınırları içinde, Rusya’nın mandası
ya da himayesi altında olacaktı.
[2] Ermeni yaklaşımına göre, bir Antlaşmanın bu koşullar altında yapılmış
olması, hukukî geçerliliğini etkilememektedir!
[3] Kuşkusuz,o tarihlerde Soykırım Sözleşmesi olmadığı gibi, teknik bir
terim olarak “soykırım” diye bir kavram da henüz bilinmemekteydi.
[4] Yani Osmanlı İmparatorluğu, sorumluları tutacak ve gösterilen
mahkemelerde yargılanmalarını sağlayacaktı. “Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi”
bu mahkemelerden biriydi. Bu mahkeme, İttihat ve Terakki’nin savaşı
kaybetmesinden sonra, yani 1918 ‘de iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf
hükümeti tarafından kurulmuştu. Mahkeme, 1914-18 arasında ülkeyi yöneten
İttihatçılardan intikam alırcasına, “Ermeni olaylarından dolayı suçludur”
gerekçesiyle, hemen hemen yargıladığı herkes hakkında mahkumiyet hükmü
vermiştir
[5] Sevr Antlaşması’nın tekrar yürürlüğe gireceği yolundaki Ermeni tezinin
hukukî dayanağının olmaması bir yana, bu hükümlerden de açıkça anlaşılacağı
üzere, böyle bir olasılık sonradan yürürlüğe konulan Antlaşma hükümleriyle
de kesin olarak engellenmiştir.
[6] Dolayısıyla, -deyim yerindeyse- bir ceza hukuku fantezisi olarak, 1948
tarihli BM Soykırım Sözleşmesi, 1915 olaylarına da uygulanabilseydi ve
suçlar sâbit olsaydı bile, bu hüküm nedeniyle suçlulara yine ceza
verilemeyecekti.
[7] Kuşkusuz, böyle hareket edeceklerine dair İsmet Paşa ile Rıza Nur
arasında bir anlaşma da yapılmış olabilir.
[8] Toplantılarda bu ve benzeri çok sayıda “atışmalar” olduğu, İsmet
Paşa’nın merkeze yazdığı raporlardan anlaşılmaktadır: “Rıza Nur gene çok
sinirlendi, ağır laflar etti” diye yazmıştır İsmet Paşa. Bu arada Rıza Nur,
İngiltere’ye de saldırmıştır. ABD bugün ne kadar güçlüyse, o tarihte
İngiltere de o kadar güçlü bir devlettir oysa. Rıza Nur, İngiliz muhatabına,
“Sen bizi bırak da İrlanda’da yaptıklarına bak” diyebilmiştir. İki defa da
toplantıyı terk etmiştir. Toplantı terki dış politikada çok ağır bir
davranıştır.
[9] Örneğin, azınlıkların korunması ile ilgili madde 37-44 hükümleri.
[10] Türkiye-Ermeni ikili ilişkileri bağlamında bu konunun daha önceden
çözümlendiğine yukarda değinmiştik. Bu hükümlerde esas olarak Türk-Yunan
ilişkileri düzenlenmekte ise de, sistematik ve Antlaşmanın başlangıç
bölümünde belirtilen stratejik amaçlar dikkate alındığında, belirttiğimiz
şekilde bir ek yorumun da yapılabileceğini düşünmekteyiz
[11] Yukarda belirttiğimiz gibi, bu hükümler doğrudan değil, genel kapsamı
içinde Ermenileri de kapsamaktadır.
[12] Yani bir Ermeni gelip, “Ben şu evimi kaybettim, bana bunu tazmin et,
tazmin etmek zorundasın” demek hakkına sahiptir. Tehcir sonrasında Suriye’de
bulunan Ermeniler, tazmin taleplerini Suriye mandasını deruhte eden
Fransa’ya yöneltebilmişlerdir. Bu gibi meşrû hak ve menfaatleri Ermenilere
tanımak karşılığında çok önemli bir şey de alınmıştır: Balkan savaşları
sırasında Balkanlardan aynı şekilde Türkiye’ye gelmek zorunda bırakılmış
olanların “malları, hakları ve menfaatleri” da aynı hükümler çerçevesinde
korunmuştur. Yunanistan, Bulgaristan ve o tarihlerde Yugoslavya yerine
“Hırvatistan, Slovenya ve Sırbistan” diye tanınan ülkedeki Türk ve
Müslümanlara, bizim Ermenilere verdiğimiz hakların aynını tanımak
zorunluluğu getirilmiştir. Bu hakları talep için belli bir süre belirlenmiş,
çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümü için bir de mahkeme kurulmuştur.
“Muhtelit Hukuk Mahkemesi” olarak adlandırılan bu mahkemeler ceza
mahkemeleri değil, hukuk mahkemeleridir ve Türkler yanında diğer çeşitli
ülke yargıçlarından oluşturulmuşlardır.
[13] Bkz. Lozan Barış Antlaşması, madde 74 ve bu maddeye ekli 1 inci Bölüm:
Hayat Sigortası
|