|
|
Bu yazımızda Sevr Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a
toprak verilmesi planlarının gerçekleşmediğine, ayrıca Ermenilerin toprak
taleplerinin 1921 Moskova ve Kars ile 1923 Lozan Antlaşmalarıyla hukuken
ortadan kalktığına değinecek, daha sonra sırasıyla, Lozan Antlaşması’ndan 2.
Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde Ermeniler ve Ermenistan’ın
durumu, savaşın bitiminde Sovyetlerin Ermenistan’a toprak vermek amacıyla
Türkiye’den toprak istemesinin Ermeni milliyetçiliğini canlandırması ve
soykırım iddialarıyla beslenerek Türk diplomatlarını hedef alan Ermeni
terörünün ortaya çıkması anlatılacaktır. Ermeni terörünün sona ermesinden
sonra ise Ermeni sorununun siyasi alana kaydığı ve toprak ve tazminat
taleplerine temel teşkil etmek üzere, soykırım iddialarının bazı ülkeler ve
uluslararası kuruluşlarca resmen tanınması girişimlerinin başladığı ve
bunların Türkiye’nin AB üyeliği süreciyle ivme kazandığı ele alınacaktır.
I. Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Ermenistan’ın toprak talepleri
Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, 1915’te, Müttefik Ülkeler olan
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimi için
görüşmeler başlamış, bu konuda taraflar 1916 yılında anlaşmaya varmışlar ve
İtalya’da 1917 yılında onlara katılmıştır (Harita 1). Bu taksimde Ermenilere
toprak verilmesi öngörülmemiştir. Ermenilerin istedikleri Doğu Anadolu
toprakları Rusya’ya ayrılmıştır. Rusya’nın ise bu topraklar üzerinde bir
Ermenistan kurmaya niyeti yoktu ve Ermeniler için en fazla özerklik
öngörülüyordu.
Rusya’nın 1917 yılında savaştan çekilmesinden sonra Doğu Anadolu’nun bir
bölümünün Ermenistan’a verilmesi gündeme gelmiştir. Ancak Ermenistan için
bağımsızlık değil manda idaresi düşünülmüş ve ABD’nin bu mandayı üstleneceği
hesabı yapılmıştı[1].
Savaştan sonra Paris’te Barış Konferansı’nda, 28 Şubat 1919 tarihinde,
Osmanlı Ermenileri adına söz alan Boğos Nubar Paşa Kafkasya’daki Ermenistan
ile Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakların birleştirilmesini
istemiştir. Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakları ise Altı
Vilayet (Osmanlıların Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput ve Sivas
Vilayetleri) Trabzon vilayetinin bir bölümü ve Kilikya ile Maraş sancağı
olarak ifade etmiştir. Nubar Paşa’nın talepleri günümüz Türkiye’sinde, 24
ile tekabül etmektedir. Söz konusu iller şunlardır: Artvin, Kars, Rize,
Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adana, Kahramanmaraş, Adıyaman,
Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van,
Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş). Bu talepler esas alınarak tarafımızdan
çizilmiş bir harita eklidir (Harita 2). Boğos Nubar Paşa’nın istediği
topraklar yaklaşık 390.000 kilometre kare yapmakta olup bu rakam günümüz
Türkiyesi’nin yaklaşık yarısını oluşturmaktadır.
Bu geniş toprakların hiçbir yerinde Ermeniler çoğunlukta olmadığından Nubar
Paşa’nın önerisi kabul edilmemiştir. Bu yerlerde milyonlarca Müslüman
yaşıyordu. O itibarla empoze edilse bile bir Ermeni idaresinin uzun sürmesi
olası değildi. Bu da büyük devletlerin devamlı olarak bu bölgelerde
Ermenilere yardım etmesini gerektirecekti ki, kimse böyle bir yük altına
girmek istemiyordu. Bunun yanında Nubar Paşa’nın unuttuğu veya bilmediği
husus, istediği toprakların büyük bir kısmının yukarıda değindiğimiz 1916
anlaşması gereğince Fransızlara bırakılacağı idi.
İngiltere Başbakanı Lloyd George’un “Boğos’un peri masalları” diye
nitelendirdiği[2] bu öneriler kabul edilmedi ancak hangi toprakların
Ermenistan’a verileceği sorunu da çözülemedi. Müttefikler sonunda 10 Ağustos
1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşmasına bir madde koyarak (madde 89)
Ermenistan sınırlarının çizilmesini ABD Başkanı Wilson’a bıraktılar [3].
Başkan Wilson’un saptadığı sınırları gösteren Harita eklidir ( Harita 3 ) .
Ermenistan’a verilmek istenen Türk toprakları yaklaşık 120.000 km2’dir.
Boğos Nubar Paşa’nın istediği toprakların % 30’u kadardır. Ancak burada da
Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da, azınlıktadır. Bu
topraklarda günümüz Türkiye’sinin Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl,
Muş, Bitlis, Siirt, Erzincan, Sivas’ın bir bölümü, Gümüşhane, Bayburt,
Trabzon ve Rize bulunmaktadır.
Büyük bir kısmı Türk kuvvetlerin elinde bulunan bu topraklar nasıl
Ermenilere verilecekti? Normal koşullarda Osmanlı İmparatorluğu’yla savaşan
ve halen de bölgede bulunan Fransa ve İngiltere’nin bu toprakların Ermeniler
tarafından işgal edilmesine yardım etmeleri beklenirdi. Oysa bu iki ülke de
savaştan hemen sonra askerlerinin büyük bir bölümünü terhis etmiş
olduklarından buraya gönderecek kuvvetleri yoktu. Bu durumda Wilson’un
çizdiği sınırların ele geçirilmesi Ermeni güçlerine kalıyordu. Ne var ki
daha ziyade çete niteliğinde olan bu güçlerin sayısı az da olsa nizami ordu
düzenine sahip Türk kuvvetlerini yenmesi mümkün değildi. 1920 Eylül ayı
sonunda başlayan çarpışmalar iki ay kadar sürdü ve Ermeniler her yerde
yenildiler. 3 Aralık’ta Ermenistan’ın Gümrü şehrinde imzalanan bir antlaşma
ile Ermenistan, Sevr ile verilmek istenen toprakların hepsini kaybetti. İki
ülke arasında bugünkü sınır kabul edildi. Ermenistan ayrıca Sevr’in
geçersizliğini de kabul etti.
Aynı günlerde Ermenistan Sovyetler Birliği’ne katılmak durumunda kaldığından
Gümrü Antlaşması onaylanmadı ve yürürlüğe giremedi. Dört ay sonra artık bu
toprakların sahibi durumuna gelmiş olan Sovyetler Birliği’yle Mart 1921’de
Moskova’da yapılan bir antlaşma ile iki ülke arasında bugünkü sınırlar kabul
edildi; diğer bir deyimle sınırlar bakımından Gümrü Antlaşması hükümleri
teyit edildi. Sovyetlerin federal yapısının bir gün başka yorumlara yol
açabileceği endişesiyle Ankara Hükümeti doğu sınırlarının Gürcistan,
Ermenistan ve Azerbaycan Sovyet idareleri tarafından da kabul edilmesini
istedi; bu da 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması’yla sağlandı [4].
Kars Anlaşması halen yürürlüktedir, o nedenle de Ermenistan’ın hukuken
Türkiye’den toprak talep etme hakkı bulunmamaktadır.
II. Lozan’dan 2. Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönemde Ermeniler
Lozan Antlaşması’nın müzakeresi sırasında İngiltere Ermeni sorununu açmak
istediyse de Türk Heyeti buna izin vermedi. Ermenistan ile olan sınırlar hem
Moskova hem de Kars Antlaşmalarıyla saptanmış olduğundan artık ortada sınır
sorunu yoktu. Türkiye’de kalan Ermeniler ise Lozan’ın azınlıklıklarla ilgili
hükümlerinden yararlanacaklardı. Sonuçta Lozan Antlaşması metninde ne
Ermenistan ne de Ermeni sözcükleri yer aldı ve Ermeni sorunu da böylelikle
hukuken son buldu[5].
Lozan ile başlayan yeni dönemde Ermeni sorununun siyasi yönden de ortadan
kalktığını görüyoruz. Gerçekten de, “tehcir“ olarak adlandırılan Ermeni sevk
ve iskânının, diğer bir deyimle başka bir yere gönderilip orada
yerleştirilmelerinin sonucu olarak Ermeniler bir çok ülkeye dağılmıştı.
Türkiye’den toprak talebinde bulunan Ermenistan da, bağımsız bir ülke
olarak, ortadan kalkmıştı. Son olarak, Ermeni sorununun ortaya çıkmasının
sorumlusu olan başta Rusya ve İngiltere ile Fransa ve Almanya gibi büyük
devletler de, Lozan’da yeni ve güçlü bir Türk devleti kurulmasından sonra
Ermenilerle ilgilenmiyorlardı.
Lozan’dan sonra geçen yaklaşık yirmi yıl içinde Ermenilerden çok az,
Ermenistan’dan ise hemen hiç bahsedilmemiştir. Diaspora Ermenileri
gittikleri ülkelere alışmak ve yerleşmek kaygısı içinde siyasi faaliyetlere
nispeten az yer vermişler, ancak zaman zaman Türkiye aleyhinde
çalışmışlardır. Bunun en iyi örneğini ABD’nin yeni Türk Devleti ile 6
Ağustos 1923 tarihinde Lozan’da imzaladığı Dostluk ve Ticaret
Antlaşması’nın, Ermenilerin etkisi altında Kongre tarafından onaylanmaması
ve bunun sonucu olarak da Amerikan Hükümeti’nin Türkiye ile diplomatik
ilişki kuramamasıdır. Bu sorun Lozan’da beş yıl sonra, 1927’de
çözümlenebilmiştir[6].
Ermenistan ise Sovyet Cumhuriyeti olduktan sonra dünya siyaset sahnesinden
tamamen kaybolmuş, ülke şiddetli bir şekilde kolektifleştirmeye tabi
tutularak Komünistler dışındaki tüm siyasi güçler ve özellikle Taşnaklar
tasfiye edilmiş ve kısa süre içinde, tüm Sovyet toprakları için olduğu gibi,
dünya ile teması kesilmiştir.
III. Sovyetler Birliği’nin Ermenistan Hesabına Türkiye’den Toprak Talebi
(1945-1946)[7]
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasından aldığı güçle
Çarlık Rusyası sınırlarına ulaşmak gayreti içine girmişti. Ayrıca kendi
güvenliği bakımından da Doğu Avrupa’da uydu komünist rejimler kurdurmaya
başlamıştı.
Sovyetler Birliği ayrıca o zamana kadar Türkiye’ye karşı sürdürmüş olduğu
dostluk ve işbirliği politikasına da son vermiş, 1925 tarihli Dostluk ve
Tarafsızlık Antlaşması’nı yenilemeyerek Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmış ve
ardından 1878 Berlin Muahedesi’yle Rusya’ya verilen ve 1918 Brest Litovsk
Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğunca geri alınan toprakları ve ayrıca
Boğazların kontrolünü istemiştir. Sovyet Dışişleri Bakanı toprak talebini,
1921 Moskova Antlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin zayıf olduğu bir zamanda
yapıldığını, şimdi durumun düzeltilmesi gerektiğini ifade ederek açıklamış
ve ayrıca Ermenistan’ın ve Gürcistan’ın toprağa ihtiyacı olduğunu ileri
sürmüştür.
Bu talepler Ermenistan’da yeni seçilen Eçmiyazin Katogikosu tarafından da
desteklenmiş ve ayrıca Ermenistan ve Gürcistan dahil, tüm Sovyetler
Birliği’nde bu taleplerin desteklenmesi için bir basın kampanyası açılmış ve
bu kampanya diaspora aracılığı ile Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde de
yürütülmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Diaspora Ermenileri 1945 yılında
Birleşmiş Milletler’in kurulmasına ilişkin San Fransisco toplantısına bir
muhtıra vererek “işgal edilmiş Ermeni topraklarının” Ermenistan’a geri
verilmesi talebinde bulunmuşlardır[8].
Bu girişimlere paralel olarak çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet
Ermenistan’ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu
kampanyanın amacı, Türkiye’den toprak alındığı taktirde, bu topraklara
yerleştirilecek yeterli sayıda Ermeni Sovyet Ermenistan’ında bulunmadığından
bu kişilerin diğer ülkelerden getirilmesidir.[9]. Bu kampanya sonucunda
Türkiye dahil, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerden Sovyet Rusya’ya göçenler
olmuştur.
Türkiye, Sovyetlerin Doğu Anadolu’dan toprak ve Boğazların kontrolü
taleplerini kabul etmemiştir. Ancak savaş sonrasında çok güçlenmiş bulunan
Sovyetlere karşı ülkenin güvenliğinin sağlanması için, o zamana kadar
izlenen ve bir tür tarafsızlık olarak nitelendirilebilecek olan politika
terk edilerek Batılı ülkelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştır. Truman
Doktrini’nden ve Marshall Planı’ndan yararlanan Türkiye, Kore Savaşı’na
katılmakla Doğu Bloğuna karşı Batılıların yanında yer almış ve 1952 yılı
Şubat ayında NATO üyesi olmuştur.
Böylelikle Türkiye’den toprak alınamadıktan ve Boğazların kontrolü de elde
edilemedikten başka Türkiye’nin Batılı ülkeler saffında yer alması Sovyetler
bakımından büyük bir başarısızlık olmuştur. Nitekim Sovyetler, aleyhlerine
sonuç veren bu politikayı Stalin’in 1953 yılında ölümünden hemen sonra
değiştirmişler ve Türkiye’ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki
iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü toprak
taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişlerdir. Ancak güvenliğini Batılı
ülkelerin yanında yer almış olmakla sağlamış bulunan Türkiye’nin tutumunda
bir değişiklik olmamıştır.
IV. Ermeni Milliyetçiliğinin Tekrar Canlanması (1946-1973)
Sovyetlerin talepleri kabul edilmemiş olsa da bu talepler Ermenistan’da,
Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının güçlenmesine
neden olmuştur. Bazı kaynaklara göre Sovyet Devlet Başkanlığı’na kadar
yükselen Politbüro üyesi Anastas Mikoyan Ermeni milliyetçiliğinin
canlanmasında etkin bir rol oynamıştır[10]. Diğer yandan Sovyetler, ellili
yılların sonunda, muhtemelen Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı kriz ve daha
sonraları da Türkiye’nin U2 Amerikan casus uçaklarının uçuşuna izin
vermesinin etkisiyle, o zamana kadar yasaklanmış olan Taşnakların
faaliyetlerine bir ölçüde müsamaha etmişler [11] bu da milliyetçi akımları
güçlendirmiştir.
Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, diğer Ermeni siyasi partilerine
karşı üstünlüklerini diasporada da korumuşlar ve Ermeni milliyetçiliğinin
başlıca temsilcisi olarak Türkiye aleyhindeki faaliyetlerin odak noktasını
oluşturmuşlardır.
Diğer yandan Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra Sovyet Ermenistan’ındaki
Eçmiyazin’de Katogikos’un[12] Sovyet telkin ve baskılarına açık olacağı
düşüncesiyle diaspora Ermenilerinin başka dini makama bağlanması fikri
gündeme gelmiş, Taşnakların gayretleri ve ABD ve başlıca Avrupa ülkelerinin
teşvikiyle Lübnan’da Beyrut yakınlarındaki Antilyas’da bir “Kilikya
Katogikosluğu” kurulmuş ve diaspora Ermenilerinin bir kısmı bu makama
bağlanmıştır. O zamandan günümüze Kilikya Katogikosluğu Taşnakların dini
alandaki organı gibi çalışmaktadır. 1991 yılında Ermenistan bağımsız
olduktan sonra diaspora Ermenilerinin yeniden Eçmiyazin’e bağlanması
gerekirken Kilikya Katogikosluğu faaliyetine devam etmiş, Eçmiyazin’in
ruhani üstünlüğünü tanımakla beraber aslında ona rakip olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ermeni milliyetçiliğinin süratle
güçlenmesinin başlıca nedeni diasporadaki Ermeni kiliselerinin, siyasi
partilerinin ve derneklerinin münhasıran etnik karakteri ile açıklanabilir.
Yabancı ülkelerde Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat
olmasına, siyasi partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini
sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, her
göç eden halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri
ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliselerin
cemaatinde ve parti ve derneklerin de üye sayısında azalmaya neden olmuş,
söz konusu örgütlerde gelecekleri için endişeler yaratmış ve Ermenileri bir
arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için çare
arayışları başlamıştır. Bulunan çare, Holokost’un Yahudilere sağladığı
prestij ve İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığı önemli rol dikkate
alınarak, 1915 tehcirinin Yahudi soykırımı ile aynı nitelikleri taşıdığını
ileri sürüp bir “Ermeni soykırımı” yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasi
partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları
teması sürekli işlenmeye ve böylelikle Ermeni gençleri bir beyin yıkamaya
tabi tutmaya başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soykırıma
uğradığına inanmaları ise Türklerden intikam almak fikrini doğurmuş ve
ayrıca büyük Ermenistan’ın kurulması hayallerini canlandırmıştır.
Böylece Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı iddiası
diasporada yeniden Ermeni bilincinin oluşmasına yardım etmiş ancak diaspora
Ermenilerini ortak kültürel değerleri temelinde değil yapay olarak yaratılan
bir düşmana, günümüz Türkiyesine karşı birleşmelerini sağlamıştır.
Yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama”nın Türklere karşı beslenen duygular
bakımından Ermeni kuşakları arasında farklar yarattığı görülmektedir.
Tehcire tabi olmuş bulunmasıyla, mantıken, Türklerden en fazla yakınması
gereken birinci kuşak Ermenilerinin, aşırı olanları hariç, Türkleri bir
bütün olarak suçlamadıkları, tehcirden sorumlu tutulan kişilere karşı
olumsuz duygular benimsedikleri, ayrıca genellikle Türklere karşı bir
yakınlık duydukları görülmektedir. Bunun en iyi kanıtı 1954 yılında
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında
Kaliforniya’ya gidince Türkiye’den göç eden Ermenilerin “Cumhurbaşkanımız
geldi” diyerek kendisine çok büyük ilgi göstermeleri ve hatta Bayar’ın
ziyaretinin bu eyaletteki tanıtım faaliyetini üstlenmeleridir.[13]
İkinci kuşak diaspora Ermenilerine gelince onlar göç edilen ülkede doğmuşlar
ve orada eğitim almışlardır. 1915 olayları ile ilgilerinin anne ve
babalarının anlattıklarından ibaret bulunması gerekir ve o itibarla da,
normal olarak, Türklere karşı duygu ve davranışlarında daha ılımlı olmaları
beklenir; oysa, yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama” ikinci kuşağın, anne ve
babalarından daha fazla Türklere karşı olumsuz hisler beslemelerine neden
olmuştur.
Üçüncü kuşak ise bulundukları ülkenin koşullarına tamamen uymuştur. Artık
çoğu Ermenice dahi bilmemektedir. 1915 olayları onlar için çok uzaktadır. O
nedenle de Türklere karşı bir tür tarafsız bir tavır sergilemeleri
normaldir. Oysa, Ermeni kiliseleri siyasi partileri ve derneklerinin artık
etkili olarak uyguladıkları beyin yıkama sayesinde tamamen tersine bir durum
mevcut olup Türklerden en fazla nefret edenler, çoğu yaşamları boyunca bir
Türk bile görmemiş olan üçüncü kuşak Ermenileridir. Nitekim Türk
diplomatlarının katilleri bu kuşak arasından çıkmıştır.
Sonuç olarak diaspora Ermeni kuşaklarının Türkiye’ye karşı duygu ve
tutumlarının tersine orantılı olduğu görülmektedir. 1915’ten uzaklaştıkça
kin ve nefret duyguları azalması gerekirken artmaktadır. Bu psikolojik
yönden doğal olmayan bir durumdur[14] ve ileride Türkler ve Ermeniler
arasında bir uzlaşmaya varılmasının önündeki en büyük engeldir.
Ermenistan’da milliyetçiliğin yeniden belirmesinin ilk meyvesi Erivan’da
sözde soykırımın 50. yıldönümünde Erivan’da yüz binleri bir araya getiren
büyük anma törenleri yapılması olmuştur. Ayrıca 1967 yılında ise Erivan’da
bir Ermeni soykırımı anıtı törenle açılmıştır. Bu olaylar Ermeni
diasporasında o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı
duyguların güçlenmesine, bu da 1915 tehcirini bir soykırım olduğunu kabul
ettirmeyi amaçlayan faaliyetlerin büyük ölçüde artmasına neden olmuştur.
Yeniden güçlenen Ermeni milliyetçiliği 1970 ve 1980’lerde 32’si Türk
diplomatı ve yakınları olmak üzere toplam 70 kişinin canını alan Ermeni
terörünü yaratmıştır.
Soykırım iddialarının diaspora Ermenilerinin milli bilincinin korunması
yanında bazı siyasi amaçlara hizmet etmek için de ortaya atılmış olduğu
görülmektedir. Bu amaç, Türkiye’den tazminat almak ve Doğu Anadolu’dan bazı
toprakların Ermenistan’a verilmesini sağlamak olarak özetlenebilir.
Bu bağlamda diaspora Ermenilerinin ve özellikle Taşnakların Türkiye’ye karşı
dört aşamalı bir strateji izlemeye çalıştıkları gözlemlenmektedir [15].
1. Birinci Aşama 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğunu dünya
kamuoyuna duyurmak ve buradan gelecek baskının etkisiyle çeşitli ülkelerin
ve bazı uluslararası kuruluşların Ermeni soykırımını resmen tanımalarını
sağlamak.
Aralıksız devam eden Ermeni propagandasının ve Ermeni iddialarını duyurmayı
amaçlamış olan Ermeni terörünün etkisiyle, özelikle Batılı ülkeler
kamuoyunda, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı içinde Türkler tarafından
soykırıma uğratıldığına dair bir kanı yerleşmiş bulunmaktadır.
Ermeni soykırım iddialarının bazı ülke ve uluslararası kuruluşlar tarafından
tanınmasına gelince, aşağıda açıklayacağımız gibi, şimdiye kadar 17 ülke
parlamentosu ve bir uluslararası kuruluş bu tanımayı yapmıştır.
Buna göre Ermeniler dört aşamalı stratejinin halen ilk aşamasında olup tüm
gayretlerini “soykırımı” tanıyan ülke ve uluslararası kuruluş sayısını
arttırmak noktasında yoğunlaştırmışlardır.
2. İkinci Aşama 1915 tehcirin bir soykırım olduğunun Türkiye tarafından
kabul edilmesi ve Türkiye’nin bu hususta Ermenilerden özür dilemesidir.
Ermeniler, sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı artarsa ve özellikle bunlar
arasında ABD ve diğer büyük devletler bulunursa Türkiye’nin sözde soykırımı
resmen tanımak mecburiyetinde kalacağı kanaatindedir. Oysa Türkiye’de,
soykırım iddialarını tanıyan ülkelere karşı kamuoyunda gösterilen büyük
tepki, TBMM Ermeni iddialarına karşı kesin tutumu ve birbirini izleyen Türk
Hükümetlerinin de bu iddiaları reddetmesi Türkiye’nin böyle bir tanımayı
yapmasını beklemenin gerçekçi olmadığını göstermektedir.
Halen Türkiye’de 1915 tehcirini bir soykırım olarak gören bir siyaset adamı
yoktur. Buna karşılık son yıllarda bazı yazar ve bilim adamlarının soykırım
hakkındaki Ermeni iddialarını benimsediği ve savunduğu görülmektedir. Ancak
bu kişilerin görüşleri büyük tepki toplamakta olduğundan kamuoyu üzerinde
kayda değer bir etki yaratmamaktadır [16].
3. Üçüncü Aşama “soykırıma” maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına
Türkiye tarafından tazminat ödenmesidir.
Bu konuda göz önünde bulundurulması gerekli olan husus, soykırımı tanımanın
doğrudan sonucunun tazminat ödenmesi olduğudur. Zira, zarar verenlerin (bir
ulusu soykırıma tabi tutanların) o zararı tazmin etmeleri, her ülkenin
kanunları arasında yer alan bir hukuk kuralıdır. Diğer bir deyimle,
soykırımı tanımak ama bunun için tazminat ödememek, ilke olarak, mümkün
olmayıp bu ancak karşı tarafın tazminat hakkından vazgeçmesi ile
gerçekleşebilir.
Tazminat konusunda bilinmesinde yarar olan bir diğer husus Ermenistan
Devleti’nin, 1915 yılında mevcut olmadığı için, kendi adına tazminat talep
edemeyeceğidir. Bu bizzat başkan Koçaryan tarafından bir Türk gazetecisine
ifade edilmiştir[17]. Lozan Antlaşması’na göre ise kişilere tazminat
ödenmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye “soykırımı” tanırsa kendi rızasıyla
tazminat ödemesi talepleriyle karşılaşacaktır.
4. Dördüncü aşama ve son aşama Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak
verilmesidir.
Bu konuda ilk önce dikkate alınması gereken nokta, yukarıda da izah
ettiğimiz gibi, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak istemek için hukuksal bir
dayanağı olmadığıdır. Başkan Koçaryan da bu hususu teyit etmiştir[18].
Hukuksal dayanaktan yoksun olmanın yanında Ermenistan böyle bir talebi
askeri yönden destekleyecek durumda da değildir ve öngörülebilir bir
gelecekte böyle bir olanağa kavuşması da beklenmemektedir. Son olarak,
Ermenistan’ın nüfusu devamlı azaldığından ve diaspora Ermenileri de
Ermenistan’a gelip yerleşmediğinden Türkiye’den alınması düşlenen topraklara
iskân edecek Ermeni de bulunmamaktadır.
Kanımızca Ermenilerin Türkiye’den olan taleplerinin hiçbiri gerçekçi
değildir. Toprak talebi için ise fantezi demek daha doğrudur. Herhalde bu
husus diaspora Ermenileri tarafından da biliniyor olmalı ki toprak
talebinden gitgide daha az söz edilmektedir.
V. Ermeni terörizmi dönemi (1973-1986)
Ermeni milliyetçiliği 1965 yılından itibaren önemli bir canlanma yaşamışsa
da artık ana amaç olarak benimsenen 1915 tehcirinin aslında bir soykırım
olduğu görüşünün kamuoyuna benimsetilmesinde o yıllarda fazla bir mesafe
alınamamış, elli-altmış yıl önce vuku bulmuş olaylar genelde bir
ilgisizlikle karşılanmıştı. 1973 yılında Los Angeles’te yaşlı ve yarı meczup
bir Ermeni Türk Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Yardımcısı Bahadır Demir’i
katletmiştir. Katilin kurbanlarıyla hiçbir sorunu olmaması ve onları sadece,
sözde Ermeni soykırımından “sorumlu” bir devletin temsilcileri olduğu için
öldürmüş bulunması ilgi uyandırmış ve Amerikan basını, olayın evveliyatını
hakkında bilgi vermek için, soykırımı iddialarından uzun bahsetmiştir. Bu
olay Ermeni militanlarında “davalarını” duyurmak için Türk diplomatlarını
katletmek yolunun denenmesi fikrini doğurmuştur.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı Ermeni militanlarının Türk diplomatlarını
katletmek fikrinin yaşama geçirilmesi için uygun ortamı yaratmıştır.
Kıbrıs Barış Harekatı gerek Yunanistan’da gerek Kıbrıs’ta büyük bir moral
çöküşüne neden olmuştur. Bu harekat Türkiye’nin Yunanistan’a galip gelmesi
gibi algılanmış ve ayrıca Türkiye’nin, gerektiğinde, Güney Kıbrıs ile Ege
Adalarını ve Batı Trakya’yı da ele geçirebileceği endişesini yaratmıştır.
Diğer yandan ne Yunanistan’ın ne de Güney Kıbrıs’ın Türkiye’ye karşı koyacak
güce sahip olmaması bu endişeleri daha da arttırmıştır. Bu psikolojik durum
iki ülkenin de Türkiye’ye karşı, adını söylemeden, bir tür savaş içine
girmelerine neden olmuştur. Ancak bu savaş cephede olmayacak, sıcak çatışma
hariç, her alanda Türkiye’ye zarar verilmeye çalışılacaktır. O dönemde
Türkiye’nin Kıbrıs harekatı nedeniyle çok eleştirilmesi, Türkiye’nin hukuken
bu müdahalede bulunma hakkı olduğu göz ardı edilip bağımsız bir devlete
saldırı yapıldığının esas alınması ve ABD’nin de Kıbrıs harekatı nedeniyle
Türkiye’ye silah ambargosu koymuş olması Yunanistan’ın bu yeni politikayı
uygulamasını kolaylaştırmıştır.
Yunanistan Türkiye’ye karşı yürüttüğü bu mücadelede kendisine üç müttefik
bulmuştur: Suriye, Kürtler ve Ermeniler.
ASALA ve PKK Kıbrıs barış harekatından bir yıl sonra 1975’te kurulmuşlar ve
Yunanistan’ın ve Suriye’nin desteğini sağlamışlardır.
Türkiye’ye karşı savaşmak üzere kurulan ilk Ermeni terör örgütü ASALA’dır
(ASALA: Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia; Ermenistan’ın
Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu) ASALA Lübnan’da George Habbas grubu
tarafından eğitilmiş, Abu Nidal Grubu ve FKÖ tarafından da desteklenmiştir.
Abu Nidal grubu siyasi faaliyetten ziyade terör eylemleri yapmaktadır.
FKÖ’nün ise siyasi yönü güçlüdür. FKÖ 1980’lerin başında tamamen siyasi
alana yönelmiş ve ASALA’ ya verdiği desteği çekmiştir.
Bu konuda 1970’li yıllarda Lübnan’daki durumun terör örgütlerinin buraya
yerleşmesine ve gelişmesine çok uygun olduğunu belirtelim. Filistinliler,
İsrail’in baskısı üzerine, Ürdün’den çıkmak mecburiyetinde kalınca Lübnan’a
yerleşmişlerdi. Lübnan Devleti’nin bir millet değil dini gruplar tarafından
kurulmuş olması, bir yandan İsrail baskısının diğer yandan ülkedeki
Filistinlilerin yarattığı sorunların üstesinden gelinmesini önlemiş kısa
sürede asayiş bozulmuş, ülkede “kurtarılmış bölgeler” kurulmuş ve dini
gruplar arasında çatışmalar başlamıştı.
Lübnan’daki bu otorite boşluğu terör örgütlerinin burada kolayca faaliyette
bulunmalarına imkan sağlamıştır. Lübnan’daki 200.000 kadar Ermeni’nin
varlığı da ASALA ve diğer Ermeni terör örgütlerine lehine olmuştur. ASALA
örgütü aşırı sol eğilimlidir. Bu yapısı itibariyle de geleneksel Ermeni
Partilerinden Hınçaklara yakındır.
İkinci Ermeni Terör örgütü JCAG’dır. (Justice Commandos for Armenian
Genocide; Ermeni Soykırımı için Adalet Komandoları) Bu örgüt 1975 yılında
Beyrut’ta Taşnaklar tarafından kurulmuştur. Ancak Adalet Komandoları, ASALA
gibi Marksist-Leninist olmayıp milliyetçidir. Yabancı devletlerden değil
sadece Ermeni diasporasından destek aldığını iddia eder ve Türkiye ve
Türkler dışındaki hedeflere saldırmamakla övünür.
Bu iki örgütten en fazla bahsedileni ASALA’dır. Ancak Adalet Komandoları en
az ASALA kadar zararlı olmuştur. Nitekim Türk diplomatlarına yapılan
saldırıların %52’si Adalet Komandolarının faaliyetidir. Bombalama
olaylarının %45’i de Adalet Komandoları gerçekleştirmiştir. Adalet
Komandoları 1983’te faaliyetlerine son vermişlerdir. Bunun nedeni Taşnak
Partisinin gerek ABD gerek Avrupa’da gördüğü büyük baskıdır.
Ermeni Terör örgütleri bunlardan ibaret değildir. Adalet Komandoları
faaliyetlerini tatil etmiş olsa da o tarihlerde kurulan ARA (Armenian
Revolutionary Army; Ermeni İhtilalci Ordusu’nun ) aslında Adalet
Komandolarının devamı olduğu düşünülmüştür. Ayrıca 3 Ekim örgütü, 9 haziran
Örgütü, Orly Grubu ,Fransız Eylül Örgütü, Yeni Ermeni Direniş Örgütü gibi
bazı diğer terör kuruluşları varsa da bunların etkisi sınırlı kalmıştır.
Bunlardan bazılarının ASALA veya Adalet Komandoları tarafından, güvenlik
makamlarını şaşırtmak üzere kurulmuş olması muhtemeldir. Bunlardan ASALA-RM
ASALA’nın parçalanmasından sonra kurulmuş olduğu için önemlidir.
Ermeni terör örgütleri 1975’te başlayan ve 1986’da sona eren eylemleri
sırasında, 32’si Türk diplomatı, görevlisi ve aile ferdi olmak üzere toplam
70 kişinin ölümüne, 524 kişinin yaralanmasına neden olmuşlar, 105 kişiyi
rehin almışlar ve 208 bombalama eylemi gerçekleştirmişlerdir [19].
Ermeni terörüne destek vermemekle beraber bu hareketlere bir tür sempatiyle
bakan ülkeler de olmuştur.
1981 yılında Sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra Fransa’nın Ermeni
talep ve girişimlerine karşı daha anlayışlı bir tutum içine girdiği
görülmüştür. Ancak Fransa, Ermeni terörü kendi topraklarına yayılmaya
başlayınca buna karşı durmuş ancak terörü teşvik eden Ermeni siyasi
faaliyetine engel olmamıştır. Aksine Fransız medyası o yıllarda soykırım
iddialarını ön plana çıkaran yayınlar yapmıştır.
Sovyetler Birliği NATO’nun güney kanadını zayıflatacağı düşüncesiyle Ermeni
terörüne sempati ile bakmış, Türkiye’ye uygulanan Amerikan silah
ambargosunun sona ermesiyle beraber Türkiye’nin Orta Avrupa’ya kısa menzilli
nükleer silahlar konuşlandırmasında Amerikan tezlerini desteklemesi de bu
sempatiyi daha da arttırmıştır.
İran, Ermenilerin talep ve eylemlerini açıkça desteklememekle beraber,
ülkesindeki Ermenilerin Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliğine saldırmaların
önlemekte isteksiz davranmakla Humeyni rejiminin laik Türkiye’yi zora sokmak
için hiçbir fırsatı kaçırmadığını göstermiştir.
Ermeni terörü döneminde ilginç olan nokta, Batı dünyasında herkes, ilke
olarak teröre karşı iken, Ermeni terörünün, tasvip edilmemekle beraber,
kınanmamasıdır. Bu, Osmanlılar zamanında ABD, Fransa, İngiltere gibi büyük
devletlerin Ermenilerin hamisi durumunda olmalarından ve bu nedenle de bu
ülkeler kamu oylarında Ermenilere karşı bir sempati bulunmasından, bu
sempatinin Ermenilerin Hıristiyan olmasıyla daha güçlenmesinden ve son
olarak da Ermeni propagandası sayesinde Ermenilerin soykırıma uğramış
olduğuna dair bir kanıya sahip olunmasından ileri gelmektedir. Bu nedenlerle
Ermenilere bir tür hoşgörü ile bakılırken masum insanların katline, sırf
Türk oldukları için, kayıtsız kalınmıştır. Bu çelişkili tutum Batı
dünyasında ciddi bir etik değerlendirme sorunu mevcut olduğunu
göstermektedir.
Ermeni terörü 1986 yılı sonunda durmuştur. Bunu başlıca nedeni teröristlerin
Türk olmayanlara da zarar veren eylemlere girişmeleridir. Bu eylemlerin en
büyüğü Paris’te Orly Hava Meydanında 15 Temmuz 1983 tarihinde
gerçekleştirmiştir. Hava Meydanında Türk hava Yolları gişesinin önüne
bırakılan bir bavulun infilak etmesi sonucunda 8 kişi ölmüş 60 çıvarında da
yaralanan olmuştur. Ölenlerden sadece ikisi Türk’tür. Bu olay Ermeniler
lehine olan havayı değiştirmiş, Ermeni çevrelerinde ciddi tartışmalara ve
özellikle ASALA’da bölünmelere neden olmuş ve Ermeni terörizminin sona eriş
sürecini başlatmıştır. Diğer yandan bu olaydan sonra başta Fransa olmak
üzere çeşitli ülkelerde güvenlik makamlarının Ermeni militanları daha yakın
takibe aldığı ve Ermeni teröristlerin mahkemelerinde de salt adalete daha
fazla dikkat edildiği görülmüştür[20].
Ermeni terörizminin sona ermesinin ikinci nedeni Fransa dahil bazı ülkelerde
resmi makamların terörist metotları kabul etmeyeceklerini açıkça ifade
etmeleridir[21]. Bu özellikle terörizmi finanse edenler için caydırıcı
olmuştur.
Üçüncü neden Türk devletinin yurt dışında görev yapan memurlarını daha iyi
korumaya başlamasıdır.
Dördüncü ve son neden Ermeni terörizmin, Ermenilerin 1915 yılında Türkler
tarafından soykırıma uğratıldığının dünya kamuoyuna duyurulması şeklinde
özetlenebilecek olan amacına ulaşmış bulunmasıdır.
VI.Ermeni Sorunun Siyasallaşması (1987... )
Terör eylemleri durduktan sonra diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlere
yöneldikleri görülmektedir. Bu faaliyetlerin amacı Ermenilerin soykırıma
uğramış oldukları iddiasını dünya çapında mümkün olduğu kadar fazla duyurmak
ve bazı ülke parlamentolarının “soykırımı” tanıyan kararlar almasını
sağlamaya çalışmak olarak özetlenebilir.
Diğer yandan Ermeni diasporası 1991 yılında Ermenistan’ın kurulmasından
sonra bu devletin çıkarlarını korumak için ve mali yardım sağlamak için
seferber olmuştur.
Diaspora Ermenilerinin 1915 tehcirini bir soykırım olarak kabul ettirme
gayretleri ikiye ayrılmaktadır: Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ve
siyasal faaliyetler.
A. Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler
Ermeni terörü sayesinde Batılı ülkelerin kamuoyunda Ermenilerin Türkler
tarafından bir soykırıma uğratıldıkları hakkında bir kanı yerleşmiş olmakla
beraber, kamuoyu belliğinin zayıf olması Ermenileri soykırım iddialarını
devamlı olarak tekrarlamaya götürmüştür.
Ermenilerin soykırıma uğramış olduğunu kanıtlamak için, özellikle son 25
yılda, bir çok kitap yazılmış bulunmaktadır. Bunlar genelde bilimsel
görünüştedir. Vaktiyle bu konuda, bir iki istisna dışında, Ermeniler eser
verirken son yıllarda Ermeni kökenli olmayanların da yazmaya başladıkları
gözlemlenmektedir. Ayrıca bazı Türk yazarlar da Ermeni görüşlerini
benimseyen kitaplar yayınlamışlardır. Bazı Türk bilim adamları Ermeni sorunu
konusunda hiç kitap veya uzun makale yazmadan da Ermeni görüşlerini
desteklemişlerdir.
Kitaplara paralel olarak bilimsel dergilerde çok sayıda makale yayınlanmış
ve yayınlamaya devam etmektedir. Ayrıca “soykırım” hakkında gazete ve günlük
dergilerde yazılar yayınlanmasına özellikle önem verilmektedir
Diğer yandan, hedef olarak seçilen bazı ülkelerde ”soykırım” konusunda bir
çok konferans, panel vb toplantılar düzenlenmektedir.
Soykırım konusu edebiyat alınanda da, romanlarda, şiir kitaplarında ve
piyeslerde işlenmektedir. Bu konuda yazanların hemen hepsi Ermeni
kökenlidir.
Filmlere gelince çok sayıda “belgesel” film mevcut olup bunlar, genellikle
Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere bir çok ülke
televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az
olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmının uydurma, bir kısmı ise
gerçekliği tartışmalıdır. Görsel malzeme hakkındaki bu hususlar yine her yıl
Nisan ayında açılan “soykırım” sergileri için de geçerlidir.
Konulu filmlerden büyük bütçeli olan ikisi özellikle dikkat çekmektedir.
Bunlar Ermeni asıllı Fransız Yönetmen Henri Verneuil (Aşot Malakyan)
tarafından 1991 yılında çevrilen Mayrig (Anne) filmi ile Ermeni asıllı
Kanadalı Yönetmen Atom Egoyan’ın 2002‘de gösterime giren Ararat (Ağrı Dağı)
filmidir. Mayrig, sözde soykırıma temas etmekle birlikte, esas konusu tehcir
sonrasında Fransa’ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Ararat ise,
karma karışık bir senaryo içinde, bir takım vahşet sahneleriyle, sadece
sözde soykırımı ele almaktadır. Mayrig’ın göreceli başarısına karşın
Ararat’ın Ermeniler dışında ilgi gördüğünü söylemek mümkün değildir[22].
Ermenilerin bu faaliyetler için yaptıkları harcamaların kaynağı bağışlardır.
Soykırım iddialarının tetiklediği milliyetçilik Ermeniler arasında esasen
yaygın olan bağış geleneğini daha da güçlendirmiştir. Günümüzde varlıklı
Ermeniler için bağışta bulunmak bir milli görev addedilmektedir.
Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ile aşağıda açıklayacağımız siyasi
faaliyetler için ne kadar harcama yapılmaktadır? Ermeni kaynakları bu konuda
bilgi vermemektedir. Ancak, kesin sonuçlara varılamasa da, bir tahmin yapmak
mümkündür. Bir yazar[23] Ermenilerin ABD Kongre üyelerini etkileyebilmek
için yılda 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmıştır. Bir diğer kaynak
Ararat filminin maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu
belirtmiştir[24]. Bunlara yukarıda değindiğimiz bilimsel kitaplar,
makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli
toplantılar da eklenirse ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD’de değil Fransa,
Kanada, Avustralya ve Lübnan başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de
yapıldığı düşünülürse, bulunabilecek rakamın yılda herhalde yüz milyon
dolardan daha az olamayacağı sonucuna varılmaktadır.
Söz konusu faaliyetlerin yapılması için Ermeni çevrelerinden büyük talep
vardır. Bu faaliyetlerin üretilmesinin gerekmesi, bu üretimin yukarıda
değindiğimiz büyük mali boyutları olması ve bu üretimden gelir sağlayan çok
denebilecek sayıda kişi bulunması beraberce ele alındığında ortada bir
“Ermeni Soykırım Endüstrisi” bulunduğunu ifade etmek abartma olmayacaktır.
Diğer yandan bu endüstrinin bir çok kişiye gelir sağlaması soykırım
iddialarının ısrarla ileri sürülmesinin, ikincil de olsa, sebeplerinden
birini oluşturmaktadır.
B. Siyasal Faaliyetler
Diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlerinin büyük bir kısmını, bazı ülke
parlamentolarının ve uluslararası kuruluşların soykırım iddialarını
destekleyecek kararlar almasına çalışmak oluşturmaktadır.
a. Bazı Ülke Parlamentoları Kararları
Bu konuda dikkati ilk çeken husus Ermeni “soykırımı”nı kabul eden kararlar
alınması talebinin hükümetlere değil parlamentolara yöneltilmiş
bulunmasıdır. Bu hükümetlerin ülkenin dış ilişkilerini yürütmek görev ve
sorumluluğuna sahip olmalarından ileri gelmektedir. Herhangi bir hükümetin
sözde soykırım hususunda alacağı bir kararın o ülke ile Türkiye arasında bir
soruna dönüşmesi muhakkak gibidir. Hükümetler böyle bir durumu arzu
edilmediklerinden kendilerini, olanakları ölçüsünde, Ermeni soykırım
iddialarının dışında tutmaya çalışmaktadır. Buna mukabil parlamentolar
yabancı ülkelerin doğrudan muhatabı olmadıklarından herhangi bir ülke veya
bir uluslararası bir sorun hakkında fikir beyan etmekte veya tavsiye
niteliğinde olan bazı kararlar almakta bir sakınca görmemektedir. Karar
alınmasını talep edenlerin oy potansiyeli de varsa Parlamentoların bu tür
kararları almaları kolaylaşmaktadır.
Parlamentolarının aldığı kararlarla sözde Ermeni soykırımını tanıyan on yedi
ülke şunlardır [25]:
1. Uruguay – 1965, 2004, 2005
2. Kıbrıs Rum Yönetimi - 1982
3. Arjantin – 1993, 2003, 2004, 2005
4. Rusya – 1995, 2005
5. Kanada – 1996, 2000, 2004
6. Yunanistan – 1996
7. Lübnan 1997 ve 2000
8. Belçika – 1998
9. İtalya – 2000
10.Vatikan 2000
11.Fransa 2001
12.İsviçre 2003
13.Slovakya 2004
14.Hollanda 2004
15.Polonya 2005
16.Almanya, 2005
17.Venezuela 2005
18.Litvanya 2005
Görüldüğü üzere bu kararların çoğu 1990’larda alınmıştır. Bu, Ermeni
terörizminden sonra diaspora faaliyetlerinin soykırımı resmen tanıtmak
noktasında toplanmasından ve aynı yıllarda Ermenistan’ın bağımsızlığını
kazanmasından sonra diasporanın bu çabalarına destek olmasından ileri
gelmektedir.
Kararların 2000 yılından sonra yoğunluk kazanması da, esas itibariyle
Türkiye’nin AB adaylığıyla ilgilidir. Ermeni “soykırımı” hakkında o zamana
kadar bir karar kabul etmekten çekinen AB üyesi ülkeler Türkiye artık aday
ülke olduğu için fazla bir itirazı olamayacağı düşüncesiyle hareket
etmişlerdir.
Ülke parlamentolarının aldığı kararların önemli noktaları şu şekilde
özetlenebilir[26].
Uruguay (1965, 2004, 2005)
Ermenilerin soykırım iddialarını kabul eden ilk ülkedir. Uruguay
Parlamentosu’nun (Senato ve Temsilciler Meclisinin) böyle bir kararı kabul
etmesinin nedeni ülkede küçük ve fakat zenginliği nedeniyle etkili bir
Ermeni topluluğu olmasına karşın hiç Türk varlığı bulunmamasıdır. Uruguay
Parlamentosu söz konusu kararında 1915’te öldürülenlerin onuruna 24 Nisan’ı
Ermeni Şehitlerini Anma günü olarak ilan etmiştir.
Uruguay Parlamentosu bu ararı 2004 yılında teyit etmiş, 2005 yılında alınan
bir diğer kararda ise 24 Nisan’ın Birleşmiş Milletler tarafından “Her Türlü
Soykırımın Kınanması ve Reddedilmesi “ günü ilan edilmesi için Uruguay
Dışişleri Bakanlığının girişimde bulunması istenmiştir.
Güney Kıbrıs (1982)
Güney Kıbrıs Temsilciler Meclisi kararında “Ermeni halkına karşı işlenmiş
olup Ermenileri ata topraklarından söküp çıkaran ve soykırım boyutlarına
ulaşmış olan suçun çekincesiz kınandığı” belirtilmektedir. Aynı kararda,
neler olduğu belirtilmeden, “Ermeni halkının vazgeçilemez haklarının tam
olarak geri verilmesinden” de bahsedilmektedir. Bu kararın önemli yönü
Ermeni terörizminin en yoğun olduğu bir dönemde alınmış olması ve bu nedenle
de teröristler için bir tür cesaretlendirme teşkil etmiş olmasıdır.
Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005)
Bu ülke Senatosu “1915- 1917 yıllarında Türk Hükümeti eliyle öldürülen
1.500.000 milyon Ermeninin” anılması ve “20. asrın ilk soykırımının
kurbanları olan Ermeni Cemaati ile tam bir dayanışma içinde olunduğunun”
beyan edilmesi ile ilgili bir karar almıştır. Senato bu kararını 2003, 2004
ve 2005 yıllarında teyit etmiştir. Arjantin Senatoyu bu kararı almaya
götüren nedenler, Uruguay gibi, ülkedeki etkin Ermeni azınlığına karşın
Türkiye’nin bir ağırlığı olmamasıdır. Uruguay’dan farklı olan husus ise
Türkiye’nin Arjantin ile öneli sayılabilecek ticaret ilişkileri
bulunmasıdır.
Rusya (1995, 2005)
Rus Duma’sı 1995 yılında, 1915 ila 1922 yılları arasında Ermeni halkının
imha edenleri kınayan ve 24 Nisan’ı soykırım kurbanlarını anma günü olarak
tanıyan bir karar kabul etmiştir. Kararda ‘Türk İmparatorluğu’ sözcükleri
vardır. Bu kararının temelinde biri Rusya’da 1 milyondan fazla olduğu
söylenen Ermeni azınlığının etkisi; diğeri de, özellikle o yıllarda,
Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği yolundaki iddialar olmak üzere iki
neden bulunduğu düşünülmüştür.
Ancak Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği iddialarının ortadan kalktığı
2005 yılında Rusya Duma’sı aldığı bir diğer kararla “soykırımın” 90.
yıldönümümde kardeş Ermeni halkına üzüntülerini ifade etmiş, bu
“soykırımını” şiddetle kınamış ve bütün dünyada da anılmasını istemiştir.
Kanada (1996, 2000, 2004)
Kanada Avam Kamarası bu konudaki 1996 yılı kararında, 1,5 milyon kişinin
canını alan Ermeni “trajedisi”ve insanlığa karşı diğer suçlara atıfla her
yıl 20-27 Nisan haftasını halkların diğer halklara karşı insanlık dışı
davranışını anma haftası olarak kabul etmiştir. Türkiye ve Türklerden hiç
bahsedilmemesi ve diğer olaylarla birleştirilmesi nedenleriyle bu karar
Ermeni militanları tarafından yetersiz bulunmuş ve sadece Ermenileri ele
alan yeni bir karar kabul edilmesi için aralıksız süren çabalar sonuç
vererek Kanada Senatosu 2002 yılında Ermeni soykırımının tanınmasını, her
türlü inkar girişimlerinin kınanmasını ve 24 Nisan’ın “soykırıma kurban
giden 1,5 milyon Ermeniyi” anma günü olarak kabul edilmesini öngören bir
diğer karar kabul etmiştir[27]. Avam kamarası da 2004 yılında “Bu Meclis,
1915 Ermeni soykırımını resmen tanır ve insanlığa karşı suç olan bu hareketi
kınar” ifadesini içeren bir başka karar almıştır.
Kanada Dışişleri Bakanı Bill Graham kararın kabulünden sonra yaptığı
açıklamada “Kanada Hükümetinin 10 Haziran 1999 tarihinde konuya ilişkin
tutumunun değişmediği ve kabul edilen önergenin hükümeti bağlamadığını”
bildirmiştir[28]. Kanada Hükümetinin sözü edilen 1999 tarihli tutumu ise
1915 yılı olaylarının bir trajedi olmakla beraber bir soykırım teşkil
etmediği şeklindedir[29].
Türkiye Dışişleri Bakanlığı 22 Nisan 2004 tarihinde yaptığı bir açıklamada
Kanada Federal Parlamentosu’nun, marjinal görüşlerin peşine takılarak bu
kararı kabul etmesinin kınandığını, Parlamentoların tarihin tartışmalı
dönemlerine ilişkin bir yargıya varma görevleri bulunmadığını, bu tür
kararların değişik kökenli insanlar arasında nefret duyguları uyandırarak
toplumsal ahengi bozabileceği, bu kararın ne Kanada’daki Ermenilere ne de
Ermenistan’a bir yarar sağlayacağı, kararın getireceği tüm olumsuzlukların
sorumluluğunun Kanadalı siyasetçilere ait olduğu bildirilmiştir.
Kanada Meclislerinin Ermeni görüşlerini yansıtan kararlar almasının başlıca
nedeni bu ülkedeki Ermeni azınlığıdır. Kanada’daki Türklerin sayısı da
küçümsenmeyecek boyutta olmakla beraber etkili bir örgütlenme içinde
değildirler.
Yunanistan (1996)
Yunan Parlamentosu 25 Nisan 1996 tarihinde kabul ettiği bir kanunla 24
Nisan’ı “Türkiye’nin Ermenilere uyguladığı soykırımı anma günü” olarak
belirlemiştir. 1973 Kıbrıs barış harekatından sonra Ermenilere her türlü
yardımı yapan Yunanistan’ın “soykırımı” tanımak için acele etmemiş olduğu
görülmektedir. Bunun başlıca nedeni Yunanistan’ın el altından Ermenilere her
türlü yardımı yapmakla beraber, bu tutumunu açıkça ortaya koymak
istememesidir. 1996 Ocak ayında çıkan ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren
Kardak krizinin bu ihtiyatlı davranışı değiştirerek Ermeni “soykırımı”
hakkındaki kararın alınmasında başlıca amil olduğu anlaşılmaktadır.
Lübnan (1997, 2000)
Lübnan Parlamentosu 1997 yılında aldığı bir kararla Lübnan halkını 24 Nisan
münasebetiyle Ermeni halkı ile dayanışma içinde olduğunu beyan etmeye
çağırmıştır. Kararda, asrın başında sömürgeci (Osmanlı İmparatorluğu)
tarafından Lübnan-Ermeni halklarına ve bölgenin diğer halklarına karşı
girişilen örgütlü yok etme hareketlerinden bahsedilmektedir. Lübnan
parlamentosu 2000 yılında bu konuda aldığı diğer bir kararda, Osmanlılar
tarafından yapılan ve 1.500.000 Ermeni’nin öldüğü katliamlara değinerek
Ermeni halkına karşı girişilen soykırımın tanınmakta ve kınanmakta, ayrıca
bu soykırımın uluslararası alanda tanınmasının benzer suçların önlenmesi
için gerekli olduğu ifade edilmektedir.
Böylece Lübnan Parlamentosu, söz konusu iki kararıyla Ermenilerin tüm
görüşlerini benimsemiş bulunmaktadır. Bunda, Lübnan’ın dini cemaatler
üzerine kurulmuş bulunmasının ve sayıları 200.000 kadar olan Ermenilerin de
bu çerçevede, meclis ve hükümette, belirli mevki ve makamlara sahip
olmasından ileri gelmektedir. Ermenilerin ülkedeki bu durumu Lübnan’ın
Ermeni terörizminin merkezi haline getirmiş olduğu hatırlanacaktır.
Belçika (1998)
Belçika Senatosu, sözde Ermeni soykırımını, Avrupa Parlamentosu’nun bu
konudaki kararına atfen tanımış, soykırımın tarihsel kanıtları hakkında
şüphe olmadığı ve halklar arasında barışma olması için geçmiş suçların
tanınması gerektiği gibi bilinen Ermeni tezlerini tekrarladıktan sonra,
“Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümeti tarafından 1915’te yapılmış
soykırımının tarihi gerçekliğini” kabul etmesini Türk Hükümetinden
istenmiştir.
Belçika’daki Ermeniler ve Ermeni yanlıları o tarihten sonra Belçika Millet
Meclisinin de benzer bir karar almasına çalışmışlar, daha sonra soykırımı
inkar edenlerin cezalandırılmasını ön gören kanuna Ermeni “soykırımını”
dahil etmek için uğraşmışlar[30] ancak şu ana kadar başarı
sağlayamamışlardır. Bunda Belçika’daki Türklerin bilinçli bir şekilde
çalışmalarının rol oynadığı anlaşılmaktadır.
İtalya (2000)
İtalyan Parlamentosu, Ermeni taraftarı bazı milletvekillerinin ısrarlı
girişimleri sonucunda ancak İtalya’nın Türkiye ile yakın ilişkileri
nedeniyle bir çok erteleme ve duraksamadan sonra, Avrupa Parlamentosu’nun
1999 yılı Türkiye İlerleme Raporunun sözde Ermeni soykırımı ve
Türkiye-Ermenistan ilişkileri hakkındaki paragraflarına gönderme yaparak,
İtalyan Hükümetinden Kafkas bölgesinde halklar ve azınlıklar arasında
gerginliğin azaltılmasını ve iki devlet (Ermenistan ve Türkiye) arasında
toprak bütünlüğüne riayetle, barış içinde bir arada yaşama ve insan
haklarına saygı konularını güçlü bir şekilde takip etmesini istemiştir.
Görüleceği üzere İtalyan Millet Meclisinin sözde Ermeni soykırımını, Avrupa
Parlamentosu kararına atfen dolaylı bir şekilde tanımakla bu konun iki ülke
ilişkileri üzerinde olumsuz bir etki yapmasını önlemiştir.
Vatikan (2000)
Eçmiyazin Katogikos’u Karekin II’nin 2000 yılı Kasım ayında Vatikan’da Papa
Jean-Paul II’ye yaptığı ziyaret sonunda yayınlanan ortak bildiri de yer alan
“ Asrı başlatan Ermeni soykırımı onu takip edecek olan dehşetlerin
öncüsüydü” sözleriyle Ermenilerin soykırım iddiaları Vatikan tarafından
tanınmıştır. Papa’nın 2001 yılı Ekim ayında Ermenistan’ı ziyaretinde
soykırım anıtında yaptığı duada ve Karekin II ile olan görüşmesinden sonra
yayınlanan bildiride de bu Ermeni “soykırımıyla” ilgili ifadeler
kullanmıştır. Vatikan tüm Hıristiyanların Papa’nın dini önceliğini (primacy)
tanıması için çaba sarf etmektedir. Büyük kiliseleri buna ikna etmenin
imkansızlığı karşısında Ermeni, Süryani, Keldani, Maruni ve diğer küçük Doğu
kiliselerine yakınlaşma politikası izlenmektedir. Bu itibarla sözde
soykırımın tanınmasını Ermeni kilisesini memnun etmek için yapılan bir jest
olarak kabul etmek doğru olur. Bu jestin 2000 yılında yapılmasının nedeni de
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye İlerleme Raporunda sözde soykırımı tanıyan
ifadelerdir; diğer bir deyimle Vatikan bu konuda, İtalya gibi, Avrupa
Parlamentosu’nun arkasına sığınmak yolunu seçmiştir.
Fransa (2001)
Fransa’daki sayılarıyla (350–400 bin) orantılı olmayan derecede siyasi nüfuz
sahibi olan Ermeniler öteden beri malarıdır Ermeni “soykırımının” bu ülkede
tanınması için faaliyet göstermişlerdir. Bu konu 1998 yılında Fransız
Meclisi’nin gündemine girmiş ancak Türkiye’nin AB adaylığının kabulünden
sonra ve 2001 Mart’ında yapılacak olan mahalli ve belediye seçimlerinde
Fransa’da iktidar ve muhalefet partilerinin başa baş durumu Ermenilere bu
tavizin verilmesine gerektirmesiyle sonuçlanabilmiştir. Fransız Parlamentosu
29 Ocak 2001 tarihinde bir cümleden oluşan şu kanunu kabul etmiştir: “
Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır”[31] .
Türkiye’de tepkiler daha kanunun kabulünden önce başlamıştır. TBMM 9 Ocak
2001 tarihinde kabul ettiği bir önergede yasa tasarısının oy kaygısıyla
gündeme geldiğini, tarihin tahrif edilmesine ve önyargılara dayandığını,
tasarı kabul edildiği taktirde Fransa’da bu konuda düşünce ve ifade
özgürlüğüyle bilimsel araştırma ve bulguları yayınlama özgürlüğünün ortadan
kalkacağını, Türkiye’nin Fransa ile olan ilişkilerini geliştirmeyi
arzuladığını ancak bu alanda olumlu sonuçlar alınmasının iyi niyetin
karşılıklı olmasına bağlı olduğunu, bu yasanın kabulü halinde Fransa’nın
tarafsızlık ilkesine bağlı kalamayacağını, bu nedenle Fransa’nın atacağı her
adımın Türkiye tarafından kuşkuyla karşılanacağını, Fransız Parlamentosu’nun
vaktiyle Cezayir’de vuku bulan acı olayları değerlendirmeyi reddederek
bunların incelenmesini tarihe bırakmış olduğunu, şimdi Fransa’dan aynı
davranışın beklendiğini, tarihin uluslar arasında nefret yaratmak için
kullanılmaması gerektiğini ve bu bağlamda Türk diplomatlarına ve bazı
Fransız vatandaşlarına karşı girişilen cinayet kampanyasının bir kez daha
hatırlandığını bildirmiştir.
Tasarının kanunlaşmasından sonra yayımlanan bir hükümet açıklamasında ise
kabul edilen kanun kınanmış, bütün sonuçlarıyla reddedilmiş ve kanunun
Fransa ile olan ilişkilerde ciddi bir krize yol açacağı belirtilmiştir.
Dışişleri Bakanlığı ise aynı gün yayınladığı bir basın açıklamasında bu
kanunu Ermeni terörizmini yeniden harekete geçirecek sorumsuz bir davranış
olduğunu bildirmiş ve bu ortamda Türk diplomatlarının ve Fransa’daki Türk
vatandaşlarının güvenliği için önlem alınmasını Fransız Hükümetinden talep
etmiştir.
Bu kanunun kabulünden sonra Türkiye ve Türk-Fransız ilişkilerinde ciddi bir
gerileme yaşanmıştır. Dışişleri Bakanı İsmail Cem Fransız Büyükelçisine bu
yasanın Fransa’da yabancı düşmanlığını ve Ermeni terörünü yeniden harekete
geçirebileceğini söylerken Başbakan Ecevit sayasının Türk-Fransız
ilişkilerine zarar vereceğini belirtmiş, Cumhurbaşkanı Sezer Fransız
Meclisinin kararını sağduyudan yoksun olarak tanımlamış, hükümet Fransa’ya
karşı ne gibi yaptırımlar uygulanabileceğini görüşmüş ve Fransa’dan askeri
alımlarda bir kısıntıya gidilmiştir. Diğer yandan medyanın da etkisiyle Türk
kamuoyunda Fransa’ya karşı olumsuz görüşler yerleşmiştir. Bu durum Fransa’da
şaşkınlık yaratmış, ancak kanundan geri dönülemediği için de iki ülke
ilişkilerindeki gerginlik devam etmiştir. Fransız hükümetinin Türkiye’nin
Avrupa Birliği adaylığı konusunda olumlu tutum ve faaliyeti iki ülke
ilişkilerinin ağır bir şekilde normale döndürmüştür.
Bu arada söz konusu kanunun Fransız Ermenilerini tam olarak memnun
etmediğini de belirtelim. Kanunun Ermenilerin soykırıma uğramadıklarını
savunan kişilere karşı bir yaptırım öngörmemesi Ermenilerce eleştirilmiş ve
Yahudi Holokostunu inkar edenleri cezalandıran”Gayssot kanunu”na benzer bir
kanunun Ermeni “soykırımı” için de çıkarılması talep edilmiştir.
Yaklaşık üç yıl sonra, 2004’te Avrupa Anayasası’nın kabulü etrafında
Fransa’da başlayan tartışmalarda Fransızların büyük çoğunluğunun Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğu görülmüştür. Fransız siyasi partileri
de bu durumdan etkilenmişlerdir. Sağ ve merkez partileri Türkiye’nin AB
üyeliğine karşı çıkarken Sosyalist Parti, ilke olarak, bu üyeliğe taraftar
olmayı sürdürmüş, ancak bu üyeliğin gerçekleşmesini insan haklarında,
demokrasi uygulamalarında ve Ermeni “soykırımı” konusunda ilerlemelere
bağlamıştır[32]. Türkiye “soykırım” iddialarını kabul etmediğine göre,
aslında Sosyalistler de aslında Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı olmuşlardır.
Bu olgu Fransız Hükümeti’nin tutumunu da etkileyerek Fransa 17 Aralık 2004
tarihli AB zirve toplantısında Türkiye’ye tam üyelik değil, özel bir statü
verilmesi için uğraşmış, bu sağlanamayınca, müzakerelerin ucunun açık
olması, diğer bir deyimle, müzakerelerin mutlaka tam üyelikle bitmemesi ve
mesela Türkiye’ye özel statü de tanınması olanağının mevcut olması
koşuluyla, Türkiye ile müzakerelere başlanmasını isteksiz bir şekilde
onaylamıştır.
Bu tarihten sonra Fransız hükümetinin Ermeni sorunundaki tutumunda da
değişiklik olmuştur. O zamana kadar Türkiye’nin bu sözde soykırımı
tanımasından bahsedilmezken Başkan Chirac dahil Fransız siyaset adamları
Türkiye’nin “Ermenilerle ilgili hafıza çalışması” yapmasından söz etmeye
başlamışlardır. Ermeni “soykırımı” konusu Kopenhag kriterleri arasında yer
almadığından, ayrıca Türkiye ile yapılacak müzakereleri düzenleyen AB
belgelerinde de bu konu bulunmadığından müzakereler sırasında bu konun
AB’nin tutumu olarak ortaya atılması beklenmemektedir. Buna karşın
Fransa’nın tek taraflı olarak Türkiye’den “soykırımı” tanımasını istemesi
mümkündür. Türkiye bunu reddederse Fransa’ya Türkiye’nin adaylığını veto
etmekten gibi, büyük sorumluluk gerektiren bir yola başvurmak zorunda
kalabilir.
Bu vesileyle Fransız Hükümetinin. Avrupa Anayasası için yapılacak
referandumu tehlikeye atmamak için, 2007’den sonra Avrupa Birliğini girecek
ülkelerin adaylığını referanduma sunulması için Fransız Anayasasında
değişiklik yaptığını, diğer bir deyimle ileride Türkiye’nin tam üye olması
konusunda Fransız halkına veto kullanmak hakkı tanıdığını, ancak , 29 Mayıs
2005 tarihinde yapılan referandumun %55 “hayır” oyları ile reddedildiğini,
Fransızlara “hayır” dedirten nedenler arasında beşinci sırada , oyların
%14’üyle Türkiye’nin Avrupa Birliğine girişi yer almadığını, diğer bir
deyimle Türkiye karşıtlığının referandum sonuçlarını nispeten az
etkilediğini de belirtelim.
İsviçre (2003)
İsviçre Parlamentosu 16 Aralık 2003 tarihinde aldığı bir kararla sözde
Ermeni soykırımını tanımıştır [33].
İsviçre’de, sayıları ile orantılı olmayan bir ölçüde nüfuz sahibi bulunan
Ermeni azınlığının devamlı uğraşıları ve bölücü Kürt unsurları ile onları
destekleyen bazı siyasetçilerin katkılarıyla bir süreden beri Parlamento’nun
Ermeni soykırımı iddialarını benimseyen bir karar kabul etmesine
çalışılıyordu. Buna karşın İsviçre Hükümetleri, Türkiye ile ikili ilişkileri
göz önünde bulundurarak, böyle bir karara karşı çıkıyordu. 1995 ve 2000 ve
2001 yıllarında yapılan girişimler sonuçsuz kalmış, 13 Mart 2001 tarihinde
yapılan bir oylamada bu konudaki bir karar tasarısı ancak üç oy farkla
reddedilmişti. 20 Mart 2002 tarihinde 201 sandalyeli Parlamento’nun 115
üyesi tarafından, sözde soykırımın tanınmasını ve bunun Türkiye’ye
bildirilmesini öngören bir önerge, Hükümetin aleyhte görüş bildirmesi
üzerine oylamaya konmamıştı[34]. Ancak Parlamento’nun yaklaşık yarısının
taraftar olması nedeniyle böyle bir kararın er geç kabul edileceği
anlaşılıyordu.
Bu arada Cenevre Kantonu 10 Aralık 2001 tarihinde Ermeni soykırımı
iddialarını benimseyen bir karar kabul etmişti. Vaux Kantonu da 23 Eylül
2003’de benzer bir karar almıştı. Bu karar bazı Ermeni basınında,
Ermenistan’ı haritadan silen antlaşma bu şehirde imzalandığı için (Lozan
şehri bu Kantondadır) kararın sembolik bir yönü olduğu şeklinde[35]
yorumlanmıştı.
İsviçre Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey 6 Ekim’de Türkiye’ye resmi bir
ziyaret yapacak ve İsviçre basın haberlerine göre Ankara ve İstanbul’dan
başka “Kürt Bölgelerine” de gidecekti. Ancak Ankara, Vaux Kantonunun aldığı
kararı gerekçe göstererek bu ziyareti iptal etti.
İsviçre Parlamentosu’nun kabul ettiği karar “İsviçre Milli Konseyi
(parlamentosu) 1915 Ermeni soykırımını tanır. Federal Konseyden (hükümetten)
bu tanımayı not etmesini ve mutat diplomatik yollarla iletmesini ister”
şeklindedir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı İsviçre Parlamentosu’nun aldığı
karar hakkında bir açıklama yaparak bu kararın şiddetle kınandığını ve
reddedildiğini, olayların çarpıtılarak tek tarafa bir soykırım olarak
takdiminin kabul edilemeyeceğini, kamuoyunun yanıltılmaya teşebbüs
edilmesinin hayretle karşılandığını, İsviçre Parlamentosu’nun, iç siyasal
mülahazalarla, Türkiye-İsviçre ilişkileri ile ülkesindeki Türklerin duygu ve
düşüncelerini göz ardı ederek aldığı bu kararın yol açacağı olumsuz
sonuçları bakımından sorumluluk yüklenmiş bulunduğunu bildirmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de, 22 Aralık 2003 tarihinde, AKP ve CHP
grupları tarafından ortaklaşa kabul edilen ve İsviçre Parlamentosu’nun
kararını kınayan bir bildiriyi oybirliği ile kabul etmiştir. Bu bildiride şu
hususlar yer almıştır:
“Parlamentolar, uygarlıklar arasında çatışma isteyen çevrelerin emellerine
hizmet eder durumlara düşmekten kaçınmalıdır. Uluslararası terörizme karşı
dayanışma ve işbirliği içinde olunması gereken hassas dönemde, alınan yanlış
kararlar çok sayıda masum insanın hayatına kıymış, İsviçre dahil birçok ülke
çıkarlarını hedef almış olan ırkçı Ermeni terörünün ödüllendirilmesi olarak
değerlendiriyoruz. Ulusal Meclis, Türk Milleti'ni derinden yaralayan
kararıyla son yıllarda birçok alanda olumlu ilerlemeler kaydeden
Türkiye-İsviçre ilişkilerinde meydana gelebilecek olumsuz gelişmelerin
sorumluluğunu da üstlenmiş olmaktadır. Meclis, İsviçre Ulusal Meclisi'nin
tarihi gerçekleri kasıtlı biçimde çarpıtan, hatalı ve tek yanlı kararını
kınamakta ve kabul edilemez olarak değerlendirmektedir”[36].
İsviçre Parlamentosu’nun ülkesinde 20 bini kendi vatandaşı olan toplam 100
bin Türkü ihmal ederek 5 bin Ermeni’yi tatmin etmeye çalışmasını ilk bakışta
anlamak güçtür. İsviçre Parlamentosu’nun hangi cemaatin daha kalabalık
olduğunu değil, hangisinin daha etkili olduğunu dikkate alarak hareket
ettiği anlaşılmaktadır.
Türkiye-İsviçre ilişkileri iki yıl kadar bir durgunluk yaşamıştır.
İsviçre’den gelen ısrarlı talepler üzerine Bayan Calmy-Rey’in Mart ayında
Türkiye’yi ziyaret etmesi kabul edilmiştir.
Bu ziyaretin kısa süre sonra Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halaçoğlu ile Türkiye İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek’in değişik
tarihlerde İsviçre’de Ermenilerin soykırıma uğramadıkları yolunda İsviçre’de
yapmış oldukları konuşmalar nedeniyle haklarında adli soruşturma
başlatmaları yeni bir krize neden olmuştur. Bu olayın siyasi alanda da
etkisi görülmüş, dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, 22-24
Haziran günlerinde yapılacak Türkiye-İsviçre İş Konseyi toplantısının iptal
edilmesini istemiş ve ayrıca İsviçre Ekonomi Bakanı Joseph Deiss’in Eylül
ayında Türkiye’ye yapacağı ziyaret de iptal edilmiştir.
Halaçoğlu ve Perinçek bir konuda düşüncelerini açıkladıkları için haklarında
soruşturma açılmış olması İsviçre’de ne ölçüde ifade özgürlüğü bulunduğu
tartışılmalarını başlatmış ve böylelikle demokrasinin beşliği olmakla övünen
bir ülke için hazin bir durum ortaya çıkmıştır.
Slovakya (2004)
Slovakya Parlamentosu 30 Kasım 2004 tarihinde sözde Ermeni soykırımı
konusunda şu kararı almıştır: “ Slovakya Parlamentosu, 1915 yılında, Osmanlı
İmparatorluğu zamanında yüz binlerce Ermeninin öldürüldüğü Ermeni
soykırımını tanır ve bu olayı insanlığa karşı suç olarak kabul eder” [37].
Slovak Parlamentosu’nun bu kararı, hiç beklenmediği için, bir sürpriz etkisi
yapmış ve nedenleri de hemen anlaşılamamıştır. Zira Slovakya’da kayda değer
Ermeni yoktur ve bu ülkenin Ermenistan ile de yakın ilişkisi mevcut
değildir. Sonraları Slovakya’nın tarihin bazı olayları hatırlandığında bu
kararın nedeni ortaya çıkmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çek ve Slovakların aynı devlet içinde
birleştirilmiş, daha kalabalık ve daha zengin olan Çekler bu devlet içinde
etkili bir konum kazanınca Slovakya’da aşırı sağcı ve ırkçı akımlar
belirmişti. Naziler 15 Mart 1939 tarihinde Çekoslovakya’yı işgal edince
Çeklerin oturduğu bölge Bohemya Protektorası adı altında Almanya’ya
bağlanırken aynı gün sözde bağımsız bir Slovak Devleti kurulmuştu. Bu devlet
Nazi Almanyası ile aynı politikaları izlemiş ve bu çerçevede ülkedeki seksen
bini aşkın Yahudi’nin tüm hakları elinden alınmış, daha sonra da,
Yahudilerin büyük kısmı, sınırının hemen ötesinde bulunan Auswichz toplama
kampına gönderilerek ortadan kaldırılmıştı. Slovakya 1944 sonuna doğru
Sovyet orduları tarafından işgal edilmiş ve bu bölge Çeklerle
birleştirilerek Çekoslovakya yeniden kurulmuştur. Sovyetler yeni
müttefikleri olan Polonya ve Çekoslovakya’dan asıllardan beri bu ülkelerde
yaşayan Almanları çıkarmalarını istemişlerdir. Böylece milyonlarca Alman,
gayet güç koşullarda Almanya’ya sürülmüştür. Slovaklar da Karpat dağları
bölgesinde yaşayan Almanların sürülmesini sağlamışlardır.
Sovyetlerin dağılması aşamasında Slovaklar, Almanya’nın desteğiyle, tekrar
bağımsız bir devlet olmuşlardır. Ancak gerek Yahudilere gerek Karpat
Almanlarına yaptıkları muamelenin Avrupa’da saygın bir ülke olarak kabul
edilmelerini engelleyeceğinin bilinci içinde Slovakya Parlamentosu, 1990
yılı Aralık ayında Yahudilerden, iki ay kadar sonra da Karpat Almanlarından
özür dileyen iki karar kabul etmiştir [38].
Slovakya’nın bundan sonra da insan haklarına duyarlı bir şekilde davranmaya
veya öyle görünmeye özen göstermiştir. Bu çerçevede Slovak Parlamentosu’nun
sözde Ermeni soykırımını kabul eden bir karar alması, AB kapısında bekleyen
Türkiye’nin fazla bir tepki gösteremeyeceği inancının da yardımıyla, fazla
zor olmamıştır. Diğer yandan, Alman Hıristiyan Demokratlarının bazı Slovak
partilerine bu yönde telkinde bulunmuş olmaları da olasıdır.
Hollanda (2004)
Hollanda Parlamentosu 21 Aralık 2004 tarihinde aldığı bir kararla hükümetten
“Türkiye ile görüşmelerde Ermeni soykırımı konusunu devamlı olarak ve
açıklıkla ele alınmasını” istemiştir [39]. O tarihte AB dönem başkanı olan
Hollanda, iki gün önce, Avrupa Zirvesinde Türkiye ile müzakerelerin
başlaması kararının alınmasında önemli bir rol oynamıştı. Hollanda’ya
teşekkür etmek için de bu ülkenin Büyükelçiliğinin bulunduğu caddeye
“Hollanda Caddesi” adı verilmesi kararlaştırılmıştı. O itibarla
Parlamento’nun beklenmeyen bu kararı Türkiye’de şaşkınlık yaratmıştır.
Hollanda Parlamentosu’nun bu kararının nedenleri pek açık değildir.
Hollanda’da, fakat gayet aktif ve geniş mali imkanlara sahip bir Ermeni
azınlığı bulunmaktadır. Ancak sayıları az olduğundan Hollanda Ermenilerinin
Parlamentodan karar çıkartacak bir gücü yoktur ve Hollanda Parlamento’nun
tüm üyelerinin de mali yönden etki altına alınması mümkün değildir.
Hollandalı milletvekillerinin, Ermeni propagandası nedeniyle, gerçekten
Ermenilerin soykırıma uğradığına inandıkları için bu şekilde hareket
ettikleri düşünülebilir. Ancak bu durumda neden komşuları Belçika’nın
Kongo’da yaptıkları veya Fransızların Cezayir’deki katliamları ile
ilgilenmedikleri, neden kendi sömürgecilik geçmişine bu açıdan bakmadıkları
buna karşın neredeyse bir asır önce, Hollanda’dan uzak bir ülkede, güvenlik
nedenleriyle yapılmış bir göç ettirme olayını, hiçbir araştırma yapmadan,
soykırım olarak nitelendirmek için ısrar ettiklerini açıklamak mümkün
olamamaktadır. O nedenle Hollanda Parlamentosu’nun bu kararının temelinde
başka sebepler aranması gerekecektir.
Orta ve Kuzey Avrupa’nın insanları, Güney Avrupalıların aksine, genelde
yabancılara ve o onların kendilerine benzemeyen örf ve adetlere karşı
duyarsız ve müsamahasızdır. Hollandalılar gibi sömürgeci geçmişleri olanlar
ise genelde kendilerini “Şarklılardan” üstün görmektedir. Ne var ki, büyük
sermaye birikimine karşın yeter nüfusları olmaması Hollandalıları,
Avrupa’nın diğer ekonomik yönden gelişmiş ülkeleri gibi, hemen tümü “şarklı”
yabancı işçilere muhtaç bırakmış bu da söz konusu işçiler ve ailelerinin
Hollanda’ya entegrasyonu sorunu doğurmuştur. Halen bu sorunun çözümlendiğini
söylemek mümkün değildir ve Hollandalılar ülkelerindeki yabancı işçilerden
ve onların ailelerinden rahatsızdır. Oysa asgari on yıl sonra olsa da,
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması olasıdır; bu da Avrupa Birliği’nde
Türklerin sayısını arttıracaktır. Tutucu Hollandalılar böyle bir durumu
önlemeye çalışmaktadırlar. Ancak Türkiye olmadan AB’nin Orta-Doğu ve
Kafkaslar politikalarını başarı ile yürütmesi mümkün olmadığı da bir
gerçektir. Buna göre Hollandalılar bir yandan Türkleri ülkelerinde
istemezken diğer yandan Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadırlar. Bu çelişkili
durum Hollandalıları çelişkili davranmaya götürmüştür. Hollanda hükümeti
Türkiye ile müzakerelerin başlaması için çaba sarf ederken, Hollanda
milletvekillerinin çoğunluğu müzakereleri zorlaştıracak tertipler peşinde
olmuşlardır. Ermeni “soykırımı”nın Türkiye tarafından tanınması da bu
çerçevede bir çare olarak görülmüştür.
Polonya (2005)
Polonya Parlamentosu 19 Nisan 2005 tarihinde oybirliğiyle şu kararı
almıştır: “Polonya Cumhuriyeti Parlamentosu Birinci Dünya Savaşı’nda
Türkiye’de Ermeni halkına karşı yapılmış olan soykırımın kurbanlarını
saygıyla anar. Bu cürümün hatırlanması ve kınanması tüm insanlığın, tüm
ülkelerin ve iyi niyetli kişilerin görevidir” [40].
Polonya Parlamentosu’nun bu kararı Türkiye’de gerek kamuoyunda gerek
Hükümette büyük tepki ile karşılanmıştır. Türkiye’deki bu tepkilerin
nedenini kamuoyunda Polonya hakkında mevcut olumlu imajdır. Bu imajın
temelinde tarih boyunca iki ülkenin ortak bir düşmanı (Rusya) olması ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun Polonya’nın Rusya ve Prusya arasında taksim
edilmesini kabul etmemesi bulunmaktadır. Bu kadar olumlu duygular beslenen
bir ülkenin parlamentosu Türkiye’nin çok duyarlı olduğu bir konuda, Ermeni
görüşlerini aynen benimseyen bir kararı oy birliğiyle alması Türk kamuoyu
tarafından bir tür ihanet olarak algılanmıştır.
Polonya Parlamentosu’nun bu kararı Türkiye’de büyük tepki ile karşılanmış ve
Dışişleri Bakanlığı ertesi gün (20 Nisan) şu açıklamayı yapmıştır:
“Polonya Meclisi 19 Nisan 2005 tarihinde, 1915 yılındaki olayları soykırım
olarak tanımlamayı da içeren bir karar kabul etmiştir. Bu kararı kınıyor ve
reddediyoruz.
Birinci Dünya Savaşı koşullarında cereyan eden ve Türklerle Ermenilerin
büyük acılar çekmesine yol açan olayların çarpıtılarak, tek taraflı bir
yaklaşımla soykırım olarak nitelendirilmesi sorumsuz bir davranıştır.
Türkiye, ulusal parlamentoların tarihin tartışmalı dönemleri hakkında hüküm
verilecek yerler olmadığını ve parlamentoların halklar arasında kin ve
nefret duygularını besleyen girişimlerden kaçınmaları gerektiğini
savunmuştur.
Tarihi olaylar hakkında en sağlıklı kararın tarihçiler tarafından
verilebileceğine olan inançla Türkiye, Ermenistan’a, Türk ve Ermeni
tarihçilerden bir grup oluşturarak, 1915 yılındaki gelişme ve olayları,
sadece Türk ve Ermeni arşivlerinde değil, ilgili diğer bütün ülkelerin
arşivlerinde araştırarak, vardıkları sonuçları uluslararası kamuoyuna
açıklamalarını önermiştir”
Polonya Meclisi’nin tarihi önerimizi kabul etmesi için Ermenistan
Hükümeti’ne tavsiyede bulunmak yerine, 1915 olayları hakkında tahrif edilmiş
bilgilere dayalı bir karar alması Türk halkını derinden üzmüştür. Polonya
Meclisi’nin bu davranışı, Türk ve Polonya halkları arasında sekiz yüzyıla
yakın bir süredir gelişen dostluk duyguları ile de bağdaşmamaktadır. “
Polonya Meclisi’nin bu kararı almasının çeşitli nedenleri vardır.
Önce Türkiye’dekinin aksine Polonya’ya Türkiye’ye karşı özel bir sempati
beslenmediğini belirtelim. Osmanlı-Rus savaşları ve Polonya’nın taksimi gibi
olaylar çok eskidir, bunlar nedeniyle vaktiyle Polonya’da Türkiye’ye için
bir sempati var idiyse bunun Sovyetler Birliği döneminde silinmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Gerçekten de Sovyetlerin Polonya’da, NATO’nun sadık üyesi
Türkiye hakkında, hem de Çarlık Rusyasının ortak düşman olmasından
kaynaklanan sempati tezahürlerine izin vermemiş olduğu muhakkaktır.
Polonya’da büyük sayılabilecek bir Ermeni azınlığı olmaması ve bu ülkenin
Ermenistan ile de özel denebilecek ilişkilerde bulunmaması söz konusu
kararın başka nedenlerle alındığını düşündürmektedir. AB’ne yeni katılan tüm
eski Komünist ülkelerde olduğu gibi, Polonya’da da, herhalde kendi
eksikliklerini telafi etmek için, insan haklarının savunulmasında aşırı bir
çaba gözlemlenmektedir. Diğer yandan Polonya’nın eski düşmanı yeni dostu ve
hamisi Almanya’dan gelen bazı telkinlerin de söz konusu kararın alınmasını
etkilemiş olması olasıdır. Polonya Parlamentosu’nun Türkiye’den gelen
uyarılara rağmen bu kararı almasının başlıca iki nedeni vardır: Birincisi
tüm AB üyesi ülkeler gibi Polonya’nın da Türkiye’nin AB’ye katılım süreci
içinde bir çok kez veto kullanmak hakkına sahip olmasıdır. Bu durumun
Türkiye’yi AB üyeleri ile iyi ilişkiler içinde olmaya zorlayacağı ve mesela
bu çerçevede Polonya Parlamentosu’nun aldığı karara fazla tepki
gösteremeyeceği düşünülmüş olsa gerektir. İkincisi ise Türkiye’nin itiraz
ettikten sonra kısa zamanda olayları unuttuğuna inanılmasıdır. Nitekim
Polonya Parlamentosu Başkanı Wlodzimierz Cimoszewicz iki ülke arasındaki bu
sorunun birkaç gün içinde ortadan kalkacağını söylemiştir[41].
Almanya (2005)
Alman Parlamentosu 16 Haziran 2005 tarihinde “1915 Ermeni Sürgün ve Katlinin
Hatırlanması ve Anılması: Almanya Türkler ve Ermenilerin Barışmasına Katkıda
bulunmalıdır” başlığını taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar, bu
konuda şimdiye kadar kabul edilen kararların en uzunudur. Türkiye için
Almanya ile olan ilişkilerin önemi ve Almanya’da üç milyon kadar Türkün
varlığı dikkate alınarak bu karar aşağıda ayrıntılı bir şekilde
incelenmektedir.
XIX. asrın son yarısında Almanya’da ırkçılık akımları oluşmuş ve bu akımlar,
I. Dünya Savaşı’nı kaybetmenin getirdiği düş kırıklığının da yardımıyla,
Nazi rejiminin doğmasına neden olmuştu. Nazi rejiminin ırkçılığın doruğuna
çıkarak altı milyon kişiyi sırf Yahudi oldukları için öldürdüğü
bilinmektedir. Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgiye
uğraması, parçalanması, yıllarca galip güçlerin işgali altında kalması bu
hazin olaylara neden olan ırkçılığı tamamen ortadan kaldırmasa da çok
geriletmiştir.
Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa ülkeleri için tehlike oluşturması
karşısında Almanya’nın yardımına ihtiyaç duyulmuş ve bu ülkenin geçmişi bir
yana bir yana bırakılarak Almanya Avrupa’nın hür ülkeleri arasına
alınmıştır. Almanya kısa zamanda kalkınmaya başlamış, ancak sermaye olmasına
karşın savaş nedeniyle yeterli sayıda iş gücü bulunmaması bir sorun teşkil
etmiş, el emeği açığı diğer ülkelerden getirilen “misafir” işçilerle
kapatılmış ve Almanya kısa sayılabilecek bir zaman içinde Avrupa’nın en
güçlü ekonomisine sahip olmuştur.
Büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu “misafir” işçilerin başka gelenek ve
kültürden gelmesi, ırkçı temelleri nedeniyle genelde hoşgörüye sahip olmayan
Almanlar için bir sorun yaratmış, bu durumun çözümü için yabancı işçilerin
Almanya’da erimesi anlamına gelen “entegrasyon” fikri ortaya atılmış, ancak
bundan beklenen sonuç alınamamış, az sayıda yabancı işçi asimile olmuş ve
büyük çoğunluk, aradan üç kuşak geçmesine rağmen milli benlikleri ile örf ve
adetlerini korumuştur. Almanya’nın birleşmesinden sonra, demokrasi ve insan
hakları değerlerini özümsememiş Doğu Almanyalıların Alman toplumuna
katılması ırkçı davranışları ve yabancı düşmanlığını arttırmıştır.
Alman Hıristiyan Demokrat Birliği ile Hıristiyan Sosyal Birliği
partilerinden oluşan ve kısaca Hıristiyan Demokratlar olarak adlandırılan
siyasi oluşum, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Federal Almanya’nın
kurulmasında başlıca rolü oynamıştır. Hıristiyan Demokratlar savaş
sonrasında Türkiye ile Almanya arasında her alanda yakın ve dostane
ilişkiler kurulmasının da mimarıdır. Hıristiyan Demokrat hükümetler
Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapmış ve Alman ekonomisinin ihtiyacı olan
yabancı işçilerin büyük kısmının Türkiye’den getirilmesi kararını da
Hıristiyan Demokrat hükümetler almıştır.
Bu olumlu tablo Sovyetler Birliğinin dağılması ve Almanya’nın
birleşmesinden, diğer bir deyimle Avrupa’nın stratejik alanda Türkiye’ye
olan ihtiyacının azalmasından ve ekonomik durgunluk nedeniyle Almanya’da
işsizliğin başlamasından sonra, değişmiştir. Hıristiyan Demokratlar, Türk
işçilerinin Almanya’ya entegrasyon sorunlarını gündeme getirmeye
başlamışlar, ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliğim üyeliğine kabul edilmemesine
karşı çıkmışlardır. Ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkisinin
azalması da sakıncalı gördüklerinden Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık”
tanınması fikrini ortaya atmışlar bu fikir gerçekleşmeyince başka bir formül
arayışına girmişler ve Türkiye’yi Ermenilerin kıyımı ile suçlamanın gelecek
parlamento seçimlerinde Sosyal Demokratlara oy kaybettirebileceği
düşüncesiyle bu konuyu işlemeye başlamışlardır.
Bu arada Almanya’da genelde sağ kesime mensup kişilerin Yahudi soykırımı
suçlamalarından çok rahatsız olduğunu belirtmek gerekmektedir. Ne var ki bu
suçlamaları reddetmek mümkün değildir. Buna karşın soykırım suçu Almanlardan
önce başkaları tarafından da işlenmişse bu, Almanların suçunun azalması
şeklinde algılanmaktadır. Bu nedenle Almanya’da sağ kesimde başkalarını
soykırım yapmakla suçlamak eğilimi vardır. Hıristiyan Demokratlar Türkiye’yi
suçlarken bu kesimden de destek alacaklarını düşünmüşlerdir.
Hıristiyan Demokratlar bu hususları dikkate alarak 23 Şubat 2004 tarihinde
Alman Parlamentosuna Ermeni sorunu hakkında bir karar tasarısı sunmuşlardır.
Bu tasarı Alman Hükümetinin Ortağı Yeşillerce desteklenmiş ancak Sosyal
Demokratlar karşı çıkmıştır. Kuzey Ren-Vestfalya Eyaletinde yapılan
seçimleri Sosyal Demokratların kaybetmesi sonuncunda Parlamento seçimlerinin
yenilenmesi kararı alınınca Sosyal Demokratlar, kendilerine genel seçimlerde
oy kaybettireceği düşüncesiyle Hıristiyan Demokratların tasarısına karşı
çıkmaktan vazgeçmişlerdir.
Söz konusu tasarı, bazı önemsiz değişikliklerden sonra, Alman
Parlamentosunda 16 Haziran 2005 tarihinde oylama yapılmadan, diğer bir
deyimle oybirliğiyle, kabul edilmiştir.
Alman Parlamentosu’nun bu kararında soykırım sözcüğü yoktur. Buna karşın,
“Ermenilerin neredeyse tamamen imha edilmeleri”, “Ermenilerin sürülüp yok
edilmeleri” gibi deyimler soykırım kavramını ile aynı anlamı taşımaktadır.
Kararda soykırım sözcüğünü kullanılmamasının nedeninin Almanya’da yaşayan
Türklerin sert tepki göstermesinden duyulan endişe olduğu yorumu
yapılmaktadır.
Karar, tarihin dürüst bir şekilde ele alınmasının gerekli olduğuna ve bunun
barışmanın en önemli temelini teşkil ettiğine inanıldığını, bu hususun
özellikle Avrupa hatırlama kültürü çerçevesinde geçerli olduğunu ve ulusal
tarihin karanlık sayfalarıyla açık bir şekilde yüzlenilmesinin de buna dahil
bulunduğunu ifade etmektedir. Almanya, Avrupa kıtasında çeyrek asırlık bir
dönemde (1914-1839) iki büyük savaş çıkartmış, milyonlarca sivil ve askerin
ölmesine neden olmuş ve ayrıca Yahudilere soykırım uygulamıştır. Sonunda
uğradığı yenilgi o kadar büyük olmuştur ki, tekrar bağımsız bir devlet
olarak kabul edilebilmesi için, topraklarının büyük kısmından vazgeçmesi,
yıllarca yabancı kuvvetlerin işgali altında kalması ve her şeyden önce
işlediği tüm suçları kabul etmesi ve tazminat ödemesi gerekmiştir.
Ancak Almanya’nın bu özel durumunun diğer ülkeler için örnek teşkil etmediği
görülmektedir. Özellikle savaşta yenilmemiş ülkelerin sömürgeci geçmişlerini
veya tarihlerinin karanlık sayfalarını tanımak gibi bir eğilimleri
bulunmamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları
katliam ve mezalimi tanımayı reddetmeleri oluşturmaktadır.
Kararda Alman Parlamentosu’nun Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana
gelen olaylar hakkında kapsamlı bir tartışma sürdürülmesinin hala mümkün
olamamasından ve Türk tarihinin bu bölümünü ele alan bilim adamları ve
yazarların cezai takibata maruz kalmalarından üzüntü duyduğu
bildirilmektedir. Bu kararı kaleme alanların Türkiye’deki durumdan hiç
haberdar olmadıkları görülmektedir. Son birkaç yıldır Türkiye’de 1915
tehcirinin soykırım olup olmadığı hakkında yoğun bir tartışma sürmektedir.
Soykırım taraftarlarından hiç biri takibata uğramamıştır. Yves Ternon ve
Vahank Dadrian gibi soykırım iddiasının şampiyonu yazarların eserleri başta
olmak üzere, Ermeni görüşlerini yansıtan pek çok kitap Türkiye’de
yayınlanmıştır. Ayrıca Almanya’da pek revaçta olan Franz Werfel’in “Musa
Dağında Kırk Gün “adlı romanı da yayınlanmıştır.
Karar bu gibi haksız ve yanlış ifadelerden sonra, herhalde bir denge kurmak
amacıyla, Türkiye’de Avrupa hatırlama kültürü anlamında Ermeni sorunuyla
giderek daha fazla ilgilendiği yönünde ilk olumlu işaretlerin de ortaya
çıkmaya başladığının görüldüğünü bildirmekte ve örnekler vermektedir.
Birinci örnek olarak TBMM’in, “Ermenilere karşı gerçekleştirilen suçlar” ve
Türk-Ermeni ilişkileri hakkında görüşmeler yapmak üzere Ermeni kökenli Türk
vatandaşlarını davet etmesi gösterilmektedir. Bununla TBMM’nin AB uyum ve
Dışişleri Komisyonunun 4 Nisan 2005 tarihinde yapmış olduğu ve Türk ve
Ermeni asıllı bazı yazarların çağrıldığı toplantı kastedilmektedir. Ancak bu
toplantı, Ermeni sorunu hakkında bir görüş alış verişi şeklinde olmuş
“Ermenilere karşı işlenen suçları” gibi bir konu görüşülmemiştir.
İkinci örnek, Viyana’da Türk-Ermeni kadınlar diyalogu gibi kamuoyunda iz
bırakmamış bir olay gösterilmiştir.
Üçüncü örnek Türk ve Ermeni tarihçileri arasında gerçekleştirilen ilk
temaslar sonucu belge alış-verişi yapılmış olmasıdır. Bununla Türk ve Ermeni
tarihçiler arasında Viyana’da yapılan bazı temaslar kastedilmektedir. Ancak
kararda , Ermenilerin çekilmesi sonucunda bu girişimin sona erdiğinden
bahsedilmemektedir.
Dördüncü örnek olarak Başbakan Erdoğan’ın Ermeni Patriği Mesrob ile birlikte
Türkiye’deki ilk Ermeni müzesini İstanbul’da açmış olması gösterilmektedir.
Başbakanın bu jesti tamamen Türkiye Ermenilerine yöneliktir. Türkiye
Ermenileri de, kendilerin bir çok kez de ifade ettiği gibi, Ermeni sorunun
bir parçası değildir.
Son örnek olarak Başbakan Erdoğan’ın bir Türk-Ermeni tarihçiler komisyonu
kurulmasını önermesi gösterilmiş ancak bunun da hür ve kamuoyuna açık
bilimsel tartışmalar temelinde gerçekleştirildiği takdirde başarıya
ulaşabileceği belirtilmiştir.
Kararda Almanya’da Türkiye’den gelen çok sayıda Müslüman’ın yaşıyor olması
nedeniyle tarihi anımsamanın ve bu suretle barışmaya da katkıda bulunmanın
önemli bir görev olduğu belirtilmektedir. Bu ifadeler, dolaylı bir şekilde,
Almanya’da çalışan Türklerin Ermenilerin soykırıma uğramış olduğunu kabul
etmelerinin onlar için bir görev olduğunu anlamına gelmektedir. Almanya’daki
Türklerin böyle bir görevi yoktur. Almanya’da git gide artmakta olan yabancı
düşmanlığının etkisiyle Almanya’daki Türklere Ermeni sorunun bahane ederek
baskı yapmaya çalışıldığı görülmektedir.
Kararda Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi
bölgenin geleceği açısından büyük önem taşıdığı bu bağlamda acilen AGİT
ilkeleri temelinde her iki tarafta güven artırıcı önlemler gerektiği,
örneğin Türkiye’nin sınırları açmasının Ermenistan’ın tecridine son
verebileceği ve diplomatik ilişkilerin başlatılmasını teşvik edebileceği
kayıtlıdır. Ayrıca Almanya’nın AB komşuluk inisiyatifi çerçevesinde özel bir
yükümlülük altında bulunduğu, hedefin, Ermenistan ile Türkiye arasındaki
durumun normalleşmesi ve iyileşmesine yardımcı olma ve böylece Kafkasya
bölgesinde istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak olduğu belirtilmektedir.
Görüldüğü üzere kararda Güney Kafkasya’da istikrarın neden bozulduğu
hususuna hiç değinilmeden bu istikrarın sağlanması için Türkiye’nin
sınırlarını açması ve Ermenistan ile diplomatik ilişki kurması
istenmektedir. Oysa Kafkasya’da istikrarı bozan ülke, Karadağ ve diğer
Azerbaycan topraklarını işgal eden, Türkiye’nin sınırlarını resmen tanımayan
ve siyasi çıkar sağlamak amacıyla Türkiye’ye karşı soykırım iddiaları ileri
süren Ermenistan’dır. Ermenistan’ın bu hareketlerinden hiç bahsedilmemesi
Alman Parlamentosu’nun bu kararının inanırlığını ortadan kaldırmaktadır.
Kararda Federal Eyaletlerin, eğitim yoluyla, Ermenilerin sürülüp yok
edilmeleri konusunun Almanya’da da ele alınmasına katkıda bulunmaları
gerektiği kayıtlıdır. Bu ifade Ermenilerin soykırım iddialarının Almanya’da
okullarda okutulması anlamına gelmektedir. Böylece Alman öğrencilerde bir
Türk düşmanlığı belirecek Türk asıllı öğrenciler ise suçluluk duygusuna
kapılacaklardır. Bu duygunun Türk asıllı öğrencilerden bazılarının zamanla
milli benliklerini terk etmesi sonucunu vereceği düşünülmüş olsa gerektir.
Alman Parlamentosu kararında Federal Hükümetten bazı taleplerde
bulunulmaktadır. Bu talepleri, bazıları hakkında açıklamalar yaparak,
aşağıda özetle veriyoruz.
* Türkler ve Ermeniler arasında barışma ve tarihi suçun affedilmesi/özür
dilenmesi suretiyle anlaşmaya varılmasının sağlanması için yardımcı olması.
(Türkler Ermenilere karşı bir suç işlenmiş olduğunu kabul etmediklerinden
özür dilemeleri de söz konusu değildir. Diğer yandan Ermeni sorunu
psikolojik olmaktan ziyade bazı çıkar hesaplarına dayanan siyasi bir
sorundur. Bir tarafın özür dilemesi diğer tarafın af etmesiyle çözümlenemez.
)
* Türkiye Parlamentosu, Hükümeti ve toplumunun Ermeni halkına karşı tarihte
ve günümüzde oynadıkları rolü kayıtsız şartsız sorgulanması için girişimde
bulunulması ( Bu ifadeler Türkiye’nin Parlamentosu, Hükümeti ve toplumuyla
sözde Ermeni soykırımını tanıması gerektiğinin dolayı bir ifadesidir )
* Türk ve Ermeni bilim adamlarının yanı sıra uluslararası uzmanların da
katılacağı bir tarihçiler komisyonu oluşturulması için girişimde bulunulması
(Alman Parlamentosu böylelikle Başbakan Erdoğan’ın tarihçiler komisyonu
önerisini kabul etmiş olmaktadır. Ancak bu komisyona uluslararası uzmanları
da katılması gerektiğini öne sürmektedir. Böylece Türler ve Ermeniler kendi
sorunlarını kendileri çözmeleri yerine bu sorunlar uluslararası hale
getirmek istenmektedir. )
* Konu hakkında sadece Osmanlı İmparatorluğu belgelerinin değil, aynı
zamanda Almanya’nın Türkiye’ye de iletmiş olduğu Federal Dışişleri Bakanlığı
arşiv belgelerinin de kamuoyuna açılması için girişimde bulunulması (Alman
Arşivleri açık olduğuna göre buradaki belgelerin kamuoyuna açılması sözleri
anlamsızdır. Ayrıca bu ifadeler Türkiye’de sadece Osmanlı belgelerinin
yayınlanmış olduğu kanısını vermektedir. Oysa Türkiye’de Osmanlı belgeleri
yanında İngiliz ve Fransız belgeleri de yayınlanmıştır. Ayrıca Türk Tarih
Kurumu Rus belgelerinin yayınlanmasını planlamıştır. Bu arada ilgili Alman
belgeleri de yayınlanabilir. Ancak bunlar daha önce incelenmiş olduğundan
Alman belgelerinin konunun incelenmesine büyük katkı yapması beklenemez. )
* İstanbul’da yapılması planlanan fakat devlet baskısı nedeniyle ertelenen
konferansın gerçekleştirilmesi için girişimde bulunulması ( Ermeni taraftarı
bazı Türk bilim adamları ve yazarlarının Boğaziçi Üniversitesinde 2205 yılı
Mayıs ayı sonunda düzenlemek istedikleri konferanstan bahsedilmektedir. Bu
konferansın yapılması için Alman Hükümetinin neden çaba göstermesi gerektiği
anlaşılamamaktadır. Diğer yandan konferansın devlet baskısıyla ertelendiği
doğru olmayıp dört ay sonra Türk Hükümetinin yardımıyla yapılabildiği bir
gerçektir.)
* Özellikle Ermenilerin kaderi konusunda olmak üzere Türkiye'de düşünce
özgürlüğünün teminat altına alınması için girişimde bulunulması (Bu
ifadeler, Kararı kaleme alanların Türkiye’deki koşullar hakkında yeterli
bilgi sahibi olmadıklarını göstermektedir. Türkiye’de ifade özgürlüğü
mevcuttur. Nitekim halen bir çok kişi 1915 Ermeni tehcirinin soykırım
olduğunu söylemekte ve yazmaktadır.)
* Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yardımcı
olması.
(Alman Parlamentosu’nun yukarıda saydığımız kararı Ermeni görüşlerini
yansıtmaktadır. Diğer bir deyimle bu karar tarafsız ve adil değildir. Alman
hükümeti, ilke olarak, bu kararda ifade edilen görüşleri dikkate almak
mecburiyetindedir. O nedenle Alman Hükümetinin Türkiye-Ermenistan
ilişkilerini normalleşmesine olumlu bir katkı yapması mümkün değildir.)
Özetlemek gerekirse Federal Almanya Parlamentosu’nda kabul edilen bu karar
“Anadolu’daki Ermenilerin neredeyse tamamen imha edildikleri” gibi hiçbir
dayanağı olmayan iddialara yer vererek kaleme alanların tarih bilgisinden ne
kadar uzak olduklarını göstermekle kalmamakta, Alman Hükümeti’ne,
“Ermenilerin sürülüp yok edilmesinin” eyalet eğitim politikalarına dahil
edilmesini tavsiye ederek Alman gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması
sonucunu verebilecek sorumsuz, son derece tehlikeli ve kışkırtıcı öneriler
de içermektedir. Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti belgelere dayanması
halinde tarihinin herhangi bir döneminin muhasebesini yapmak için yabancı
ülke parlamentolarının kararlarına ihtiyaç duymayacak kadar da devlet
geleneğine sahip bir ülkedir. Ancak, Federal Almanya Parlamentosu kararında
dile getirildiği gibi kendi geçmişiyle yüzleşmek ihtiyacını duyuyorsa, bunu
asılsız iddialar temelinde şekillendirilen tarihi olaylar ve Türkiye’nin
üzerinden değil, kendi tarihi sorumlulukları çerçevesinde yapmalıdır.”
Bu vesileyle Alman Parlamentosu’nun bu kararının Türkiye bakımdan hukuki bir
sonuç doğurmayacağını belirtelim. Zira, milli egemenlik ilkesi gereği, bir
devlet sadece kendi taahhütlerini yerine getirmekle mükelleftir. Başka
ülkelerde alınan tek taraflı kararların hukuki yönden bir değeri yoktur.
Buna karşın bu kararın, Ermeni diasporasını ve Ermenistan’ın Türkiye’ye
karşı olan tutumlarının daha da sertleştirmek gibi olumsuz bazı siyasi
sonuçları olabileceğini ve Alman hükümeti bu karar gereğince girişimde
bulunmaya kalktığı taktirde iki ülke ilişkilerinde sıkıntılar, hatta
bunalımlar yaşanacağını belirtelim.
Dışişleri Bakanlığı tarafından 16 Haziran’da yayınlanan bir açıklamada Alman
Parlamentosu’nun bu kararı kınamış, kararın Almanya iç politikası
hesaplarından kaynaklandığı, hiçbir dayanağı olmayan iddialar ve Alman
gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması sonucunu verebilecek öneriler
içerdiği ve bu kararın iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz etki
yapacağının zamanında Alman muhataplara bildirildiği belirtilmiştir.
Dışişleri açıklamasının tam metni aşağıdadır:
“Federal Almanya Parlamentosu bugün (16 Haziran), Parlamento’da temsil
edilen partilerin ortak sunucu olduğu ve 1915 yılında yaşanan olaylarla
ilgili olarak Ermeni iddialarına ilişkin bir kararı kabul etmiştir. Bu
kararı esefle karşılıyor ve şiddetle kınıyoruz.
Yaklaşık üç aydır Almanya Parlamentosu’nun gündeminde bulunan bu karar ile
ilgili olarak görüşlerimiz her düzeyde Alman muhataplarımıza iletilmiş,
kararın tek yanlı içeriğine, metindeki vahim maddi yanlışlıklara ve bilgi
eksikliklerine işaret edilmiş ve böyle bir kararın, özellikle Almanya gibi
her zaman dost ve müttefik olarak görülen bir ülke tarafından kabulünün Türk
halkını derinden yaralayacağına ve ikili ilişkilerimiz üzerinde yapacağı
menfi etkilere dikkat çekilmiştir.
Ancak gelinen aşamada, tüm bu uyarılarımızın Federal Alman Parlamentosu
tarafından dikkate alınmadığı üzüntüyle gözlenmektedir.
Bu girişimin Alman iç politika hesaplarından kaynaklandığı açıktır. Böyle
hassas bir konunun iç politikanın küçük hesaplarına alet edilmesi
sorumsuzluk ve dar görüşlülüğün bir kanıtıdır.
Federal Almanya Parlamentosu’nda kabul edilen karar “Anadolu’daki
Ermenilerin neredeyse tamamen imha edildikleri” gibi hiçbir dayanağı olmayan
iddialara yer vererek hazırlayıcıların tarih bilgisinden ne kadar uzak
olduklarını göstermekle kalmamakta, Alman Hükümeti’ne, “Ermenilerin sürülüp
yok edilmesinin” eyalet eğitim politikalarına dahil edilmesini tavsiye
ederek Alman gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması sonucunu verebilecek
sorumsuz, son derece tehlikeli ve kışkırtıcı öneriler de içermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle barışıktır. Tarihi olayların parlamentolarca
değil, ancak tarihçiler ve uzmanlar tarafından değerlendirilebileceği
düşüncesinden hareketle arşivlerini Alman ve Ermeniler dahil tüm
araştırmacılara açmış, Ermenistan’a, Osmanlı dönemindeki Türk-Ermeni
ilişkilerini ortak bir komisyonda incelenmesi önerisini resmen iletmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti belgelere dayanması halinde tarihinin herhangi bir
döneminin muhasebesini yapmak için yabancı ülke parlamentolarının
kararlarına ihtiyaç duymayacak kadar da devlet geleneğine sahip bir ülkedir.
Ancak, Federal Almanya Parlamentosu kararında dile getirildiği gibi kendi
geçmişiyle yüzleşmek ihtiyacını duyuyorsa, bunu asılsız iddialar temelinde
şekillendirilen tarihi olaylar ve Türkiye’nin üzerinden değil, kendi tarihi
sorumlulukları çerçevesinde yapmalıdır.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi Alman Parlamentosu bu kararı oy birliği ile
almıştır. Almanların iki ülke arasında çok yakın ilişkilere, Almanya’da üç
milyondan fazla Türkün varlığına ve her yıl Türkiye’ye milyonlarca Alman
turist gelmesine karşın Alman Parlamentosunda Türk görüşlerini savunan bir
kişi dahi çıkmaması kabul edilemez bir durumdur. Yapılan uyarılara rağmen,
Alman Parlamentosu’nun ne ülkedeki Türklerin ne de Türk kamuoyunun
görüşlerini hiçbir şekilde dikkate almak zahmetine katlanmaması
Türkiye-Almanya ilişkilerine olumsuz etkilemiş ve Almanya’ya ve Almanlara
olan güveni sarsmıştır.. Bu arada, son seçimleri kazanarak iktidar ortağı
olan Hıristiyan demokratların Türkiye’nin AB üyeliği aleyhindeki
politikalarını sürdürmeleri de Alman Parlamentosu’nun Ermeni görüşlerini
tamamen benimseyen bu karar nedeniyle esasen yıpranmış olan iki ülke
ilişkilerini daha da bozması ve yukarıda değindiğimiz bunalımın belki
beklenenden kısa bir zamanda çıkması olasılığını güçlendirmiştir.
Venezuela (2005)
Venezuela Parlamentosu 14 Temmuz 2005 tarihinde Ermeni soykırım iddialarını
benimseyen bir kararı oybirliğiyle kabul etmiştir.
Kararın giriş bölümünde, özetle, insanlık tarihinin ilk bilimsel olarak
planlanmış, örgütlenmiş ve icra edilmiş soykırımının doksan yıl önce meydana
geldiği, bu soykırımın Genç Türkler ve onların ideolojisi olan Pantürkizm
tarafından Ermeni halkına karşı işlendiği ve iki milyon kadar kişinin
ortadan kaldırılmasına yol açtığı, bu tür cinayetlerin tekrarlanmaması için
açıkça ifade edilmesi ve bu soykırımın Türk halkı ve dünyanın bütün hakları
tarafından reddedilmesi gerektiği ve siyasi davalar ve çıkarlar nedeniyle
soykırımın inkar edilmesi yoluyla tarihin değiştirilmesine çalışıldığı
belirtilmektedir. Karada ayrıca Ermeni halkının ve hükümetinin taleplerinin
desteklendiği, Ermeni soykırımını tanıyıncaya kadar Türkiye’nin üyelik
başvurusunu ertelemesini Avrupa Birliğinden istendiği gibi hususlar da yer
almaktadır.
Görüldüğü gibi bu karar Ermeni soykırım iddiaları hakkında şimdiye kadar
çeşitli ülkeler parlamentolarında alınan ,kararların en serti ve en
abartılısıdır. Venezuela Parlamentosunu bu kadar cesur kılan husus,
şüphesiz, Türkiye’nin uzaklığı ve iki ülke arasında kayda değer ilişki
olmamasıdır. Venezuela’da zengin, diğer bir deyimle etki yapabilen bir
Ermeni Cemaatinin varlığı, buna karşın kayda değer sayıda Türk olmaması da
bu kararın kolaylıkla alınmasın başlıca nedenleridir. Ayrıca Uruguay ve
Arjantin’de alınan kararların da Venezuela parlamentosu için emsal teşkil
ettiği muhakkaktır. Bir Ermeni kaynağı otoriter idaresi ve popülist
davranışları nedeniyle ABD tarafından eleştirilen Venezuela Başkanı
Chavez’in bu kararla Batılıları ve özellikle Avrupa ülkelerini vicdani
görevlerini yapmaya çağırmak fırsatını kullandığını yazmıştır.
Litvanya (2005)
Litvanya Parlamentosu 15 Aralık 2005 tarihinde aldığı bir kararla
Ermenilerin soykırım iddialarını tanımış ve Türkiye’den de tanımayı
yapmasını istemiştir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ertesi gün yaptığı bir
açıklamada Parlamentoların tarihin tartışmalı dönemlerine ilişkin hüküm
verme görevi olmadığını, tarihin tarihçiler ve bu kararın ne Türkiye ne de
Litvanya arasındaki ilişkilere, ne de Türkiye-Ermenistan arasındaki
ilişkilerin normalleşme sürecine olumlu yansımaları olmayacağını
bildirmiştir.
Türkiye ile hiçbir sorunu olmayan, ayrıca Ermenistan ile ilişkilerinin de
bir özelliği bulunmayan Litvanya Parlamentosu’nun bu kararı almasının
nedenlerini, Slovakya gibi bu ülkenin vaktiyle Nazilerle işbirliği yapmış
olmasında aramak gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın başında
bağımsızlığını kaybederek Sovyetler Birliği’ne bağlanan Litvanya savaş
içinde Alman orduları tarafından işgal edilmiş, tekrar bağımsızlığını
kazanmış ve Nazilerle işbirliğine başlamıştır. Bu çerçevede Litvanya’daki
220-250 bin civarında olduğu tahmin edilen Yahudilerin neredeyse tamamı
(%95) ortadan kaldırılmıştır[42]. Savaş sonrasında tekrar Sovyetler
Birliği’ne dahil edilen Litvanya Sovyetlerin dağılmasından sonra
bağımsızlığını kazanmış, Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde vaktiyle
Yahudilere yapılanları affettirmek veya unutturmak amacıyla insan hakları
savunuculuğu yapmaya başlamıştır. Litvanya Parlamentosu Ermenilerin soykırım
iddialarını tanımakla kendi ülkesinde Yahudilere karşı işlenmiş olan
soykırım suçunun daha önce başka ülkeler tarafından işlendiğini ileri
sürerek, diğer bir deyimle Litvanya’nın bu suçu işlemekte yalnız olmadığını
vurgulayarak kendi sorumluluğunu hafifletmeye çalışmıştır.
ABD ve Ermeni Sorunu
Ermeni soykırım iddialarını kabul etmiş devletler arasında sayılmamasına
rağmen ABD’nin bu konuda özel bir yeri vardır. Protestan misyonerlerin
Anadolu’daki faaliyeti nedeniyle ABD’nin Ermenilerle ilgisi ve ilişkisi çok
eskidir. Amerikan Senatosunun Ermeniler lehindeki ilk kararının tarih
1894’tür. Tehcirden sonra Amerikalıların Ermenilere ilgisi daha da
artmıştır. Halen ABD’deki Ermeni azınlığı bir milyon civarında olup
Ermenilerin ülkeye iyi uyum sağlamış oldukları görülmektedir. Kaliforniya,
Massachusetts ve New Jersey gibi eyaletlerde de ciddi oy potansiyeline
sahiptirler.
Ermeni terörizmi başladıktan sonra Ermeniler Amerikan Kongresinden sözde
Ermeni soykırımının tanınması için bir karar çıkartmaya uğraşmışlardır.
Amerikan Kongresi 1975 ve 1984 yıllarının 24 Nisan gününü “İnsanın insana
insanlık dışı davranışlarını anma günü” ilan etmiştir. Bu kararların
metinlerinde Ermenilerin 1915 yılında soykırıma uğradığı belirtilmektedir.
1984 kararında ise bu soykırımın Türkiye tarafından yapıldığı öne
sürülmektedir. Ne var ki bu kararlar 1975 ve 1984 yıllarıyla sınırlı kaldığı
için Ermenileri memnun etmemiştir. 1996 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi
Ekonomik Yardım Fonundan Türkiye’ye 22 milyon dolar verilmesi hakkındaki bir
kararın içine sözde Ermeni soykırımını da sokuşturarak Türkiye’nin bu
yardımı alabilmesini “1915-1923 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu
tarafından Ermeni halkına yapılan Mezalim”i tanımasına ve “Ermeni soykırımı
kurbanlarının anısını onurlandırmak için uygun önlemler” almasına
bağlamıştır. Ancak Türkiye bu koşullar altında yardımı istememesi kararı
sonuçsuz bırakmıştır.
Ermenilerin bir diğer propaganda girişimleri de her yıl 24 Nisan
münasebetiyle ABD Başkanından bir mesaj yayınlamalarını istemek olmuştur.
İlk mesaj, Kaliforniya’da valilik yapmış olması nedeniyle Ermenilerle yakın
teması olan Başkan Ronald Reagan tarafından 1981 yılında yayınlanmış ancak
bu mesaj Ermenilere temas etmekle beraber temelde Yahudi Holokostunu konu
almıştır. Diğer yandan Başkan Reagan 1988’e kadar görevde kalmasına rağmen
başka mesaj yayınlanmıştır. Onu izleyen Başkan George Bush ise dört yıllık
görev süresinde bir kez, 1990 yılında mesaj yayınlamıştır. Başkan Bill
Clinton ise sekiz yıl içinde, 1994’ten itibaren her yıl olmak üzere, altı
mesaj yayınlamıştır. Başkan George W. Bush ise artık gelenek haline geldiği
görülen bu mesajlara her yıl devam etmiştir [43].
2000 yılında, Ermeni iddialarının hemen tümünü içeren bir karar tasarısının
Komisyonlardan geçerek Temsilciler Meclisi genel kuruluna gelmesi Türkiye’ye
dikkatle izlenen ve itiraz edilen bir olay olmuştur. Tasarının kabulüne
kesin gözüyle bakılırken Başkan Bill Clinton Temsilciler Meclisi Başkanı
Dennis Hastert’e 19 Ekim 2000 tarihinde bir mektup göndererek ABD’nin bu
bölgede önemli çıkarları bulunduğunu, söz konusu tasarının bu sırada ele
alınmasının bu çıkarları olumsuz yönde etkileyeceğini, Ermenistan ile
Türkiye arasındaki ilişkilerin iyileştirme çabalarını engelleyeceğini
bildirmiş ve tasarının ele alınmamasını istemiştir. Temsilciler Meclis
Başkanı buna dayanarak tasarıyı gündemden çıkartmıştır.
11 Eylül 2001’de New York’ta yapılan terörist saldırı ve 2003 yılında da
Irak’a bir askeri müdahale yapılması Türkiye’nin, esasen var olan stratejik
önemini dolayısıyla ABD’nin çeşitli alanlarda Türkiye’nin işbirliğine olan
ihtiyacını arttırmış ve o nispette de Amerikan Kongresinden Ermenilerin
istekleri doğrultusunda bir karar çıkması olasılığını azaltmıştır. Nitekim
bu tarihten sonra Ermenilerin bir süre doğrudan sözde soykırımını konu alan
bir kararı hedeflemedikleri buna karşın Yahudi Holokostunu ile ilgili bir
kararda isimlerini geçiremeye çalıştıkları görülmüştür.
ABD’nin Irak operasyonu için Türkiye’nin geçiş izni vermemesi ile iki ülke
arasında bir süre yaşanan soğukluk döneminde Ermenilerin yeniden bir karar
tasarısı sunmaları beklenmişse de bu husustaki girişimler sözde soykırımın
90 yılı anma tören ve faaliyetlerinden sonra 2005 yılı yaz aylarında vuku
bulmuş ve “soykırım” konusunda Temsilciler Meclisine iki tasarı sunulmuştur.
Bunlardan H. Con. Res. 195 numarasını taşıyan tasarı 2000 yılı tasarısının
aynıdır. Giriş bölümünde akla gelen tüm Ermeni iddialarını sıraladıktan
sonra işlem bölümünde, özetle, Kongrenin her yıl Ermeni “soykırımını”
anması, Başkanın , Amerikan halkı adına her yıl Ermeni “soykırımını” anması,
Türk Hükümetinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni “soykırımı” konusundaki
suçunu kabul etmesi, böyle yaptığı taktirde Türkiye’nin AB üyeliğinin
desteklenmesi, ayrıca “adil bir çözüm için” Tür hükümetinin Ermenistan ve
Ermeni halkıyla bir yakınlaşma başlatması istenmektedir.
H. Res. 316 sayıyı taşıyan diğer bir karar tasarısında ise, yine Ermeni
iddiaları olduğu gibi sıralanıp kabul edildikten sonra Amerikan dış
siyasetinin Ermeni soykırıma ait sorunları yansıtması ve ABD Başkanın her
yıl 24 Nisan’da yayınladığı mesajda soykırımı deyimini kullanması
istenmektedir.
Her iki tasarı da komisyonlardan geçtikten sonra Temsilciler Meclisine
gönderilmiştir. Genel kanı ABD Başkanın bir müdahalesi olmadığı taktirde bu
tasarıların kabul edileceği merkezindedir.
ABD Temsilciler Meclisindeki Ermeni Çıkarlarını Koruma Grubu (Armenian
Caucus) tarafından sunulan H.R.3103 sayılı bir diğer tasarıda Türkiye’nin
Ermenistan’a uyguladığı ambargoyu kaldırması için ABD tarafından atılan
adımlar ve yapılan planlar hakkında ABD dışişleri bakanın her yıl Kongreye
bir rapor sunması istenmektedir.
Aynı Grubun H.R.3361 sayı ile Temsilciler Meclisine sunduğu bir başka
tasarı, Kars ile Gürcistan’ın Ahalkelek şehri arasında yapılması öngörülen
demiryolu hattı için ABD’nin yardım sağlamamasına dairdir.
Görüldüğü üzere, bu tasarılar soykırım iddialarının kabulü, Türkiye’nin
Ermenistan sınırını açması ve Kars–Ahalkelek demiryolunun yapılmaması
şeklinde özetlenebilecek olan Ermeni taleplerini Amerikan Kongresine kabul
ettirmek amacını gütmektedir.
ABD için değinilmesi gereken bir diğer konu da çok sayıda eyaletin sözde
Ermeni soykırımını tanıyan kararlar almış olmasıdır[44]. ABD’de eyalet
meclislerinin, valilerin ve belediye başkanlarının seçmenlerinin önem
verdikleri konularda beyanlarda bulunmaları veya mesajlar yayınlamaları bir
gelenektir. Ermeniler bundan yararlanarak oy potansiyelleri olan eyaletlerde
bu tür kararlar alınmasını sağlamış bulunmaktadırlar. ABD’de yaşayan
soydaşlarımızın sayıları, dolayısıyla siyasi güçleri, Ermenilere nazaran çok
az olduğundan bu gibi eyalet kararlarının önlenmesi pek mümkün olamamıştır.
Parlamento Kararlarının Hukuki Değeri, Siyasi Etkisi
Söz konusu ülke parlamentolarının aldığı bu kararların etkisi nedir?
Türkiye’nin (veya herhangi bir başka bağımsız ülkenin) yabancı devletler
parlamentolarının kararına uymaları gerekli değildir. O nedenle bu
kararların Türkiye bakımından hukuksal bir sonucu bulunmamaktadır. Ancak bu
söz konusu kararların Türkiye bakımından sakıncalı yaratmadığı şeklinde
anlaşılmamalıdır.
Türkiye seksenli yılların başından bu yana insan haklarına uymadığı
gerekçesiyle çok eleştirilmiştir. Şimdi bunlara Türklerin insanlığa karşı en
büyük suç olan soykırımını işlemiş olduğu gibi bir inancını eklenmesi
Türkiye’nin imajını daha da zedeleyecek, bu ise Türkiye’ye karşı bir
güvensizlik duygusu yaratılmasına yardımcı olacaktır. Böyle bir durumun
turizmin gelişmesinden yabancı sermaye yatırımlarına kadar uzanan geniş bir
alanda olumsuz etkileri görülecek ve ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliğine
katılmasına karşı olan Avrupa’daki bazı çevreler tarafından bir koz olarak
kullanılacaktır.
Diğer yandan sadece yukarıda bahsedilen hususlar için değil ve fakat tarihi
gerçeklere uymadığı ve ecdadımıza leke sürülmeye çalışıldığı için de
soykırım iddialarına karşı çıkmak ve olayların gerçek niteliğini duyurmaya
çalışmak gerekmektedir.
Parlamentoların kararlarının önlenmesi için Türkiye’nin başvurduğu usul
diplomatik girişimde bulunarak tarihi olayların gerçek niteliğini anlatmak
ve ayrıca bu kararların Türkiye’nin toprak bütünlüğünün sorgulanmasına kadar
giden bazı siyasi amaçları olduğunu belirtmektir. Türkiye
büyükelçiliklerinin bu konuda yapmış oldukları girişimlerden az sayıda
ülkede sonuç alınabilmiştir. Bunun nedeni parlamentoların diplomatik
ilişkilerden kedilerinin değil hükümetin sorumlu olduğunu düşünmeleridir.
Diğer bir deyimle bir kararın önlenmesi ancak ilgili hükümetin parlamentoda
yapacağı girişimlerle mümkün olabilir. İlgili hükümetlerin böyle bir
girişimde bulunmaları ise Türkiye ile çok iyi ilişkiler içinde olmasına veya
Türkiye ile ihtilaflı durum içine girmekten çekinmesine ve aynı zamanda
parlamentoda çoğunluğu elinde bulundurmasına bağlıdır.
Türklerin Ermenilere nazaran daha fazla olduğu ülkelerde böyle karararların
önlenebilmesi ise Türk toplumlarının o ülkelerdeki siyasi ağırlığına
bağlıdır. Ancak bir ülkede fazla sayıda Türk olması Türklerin siyasi
ağırlığa sahip olunduğu anlamına gelmemektedir. Siyasi ağırlık o ülke
koşullarına tam uyum sağlamak, ülke dilinin iyi bilmek ve o ülke siyasetine
aktif bir şekilde katılmak ile mümkündür.
b. Avrupa Parlamentosu Kararları
Günümüzde uluslararası kuruluş sayısı çok fazladır. Bizim inceleme alanımıza
giren kuruluşlar devletlerin üye olduğu ve siyasi alanda önem taşıyan
kuruluşlardır.
Diaspora Ermenilerin öteden beri sürdürdüğü ve son beş yıllarda
Ermenistan’ın da katıldığı gayretlere rağmen şimdiye kadar soykırım
iddialarını kabul eden tek uluslararası kuruluş Avrupa Parlamentosudur. Bir
çok Ermeni kaynağı soykırım iddialarının Birleşmiş Milletler ve Avrupa
Konseyi tarafından da kabul edildiğini yazarsa da bu doğru değildir [45].
Avrupa Parlamentosu ilk kez bu konuyu 1987 yılında ele almıştır. Bunda
Türkiye’nin tam üyelik için 14 Nisan 1987 tarihinde Avrupa Birliğine
başvurması ve Ermeni terörünün de kısa süre önce sona ermiş bulunması etken
olmuştur. Ekte İngilizce metni sunulan Avrupa Parlamentosu’nun 16 Temmuz
1987 tarihli kararının (Ek. 5) özellikle önem arz eden hususlar şunlardır:
a. 1915-1917 sevk ve iskânı bir soykırım olarak kabul edilmiştir.
b. Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanımamayı sürdürmesinin tam üyeliği için
bir engel oluşturacağı belirtilmiştir.
c. Türkiye’nin söz konusu olaylardan sorumlu tutulamayacağı ifade
edilmiştir.
d. Türkiye’nin soykırımını tanımasının siyasi, hukuki ve maddi talepler
doğurmayacağı vurgulanmıştır.
e. Ermeni terörizmi kınanmıştır.
Görüldüğü üzere yukarıda a ve b maddeleri Ermenilerin istediği buna karşın
Türkiye’nin reddettiği; c, d ve e maddeleri ise Türkiye’nin kabul
edebileceği ancak Ermenilerin istemediği hususları içermektedir. Böylelikle
kararın iki tarafın arasında bir tür denge kurmayı amaçladığı görülmektedir.
O yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylığı konusunda ilerleme
olmayınca yukarıda değindiğimiz karar da önemini kaybetmiş ve Ermeni
propagandası tarafından zaman zaman kullanılma ötesinde bir işlevi
olmamıştır.
Türkiye’nin adaylığının 1999 Helsinki zirvesi ile beraber tekrar gündeme
gelmesi Avrupa Parlamentosu içindeki bazı çevrelere Ermeni soykırımı
konusunu tekrar ortaya atmaları fırsatını vermiş ve bu konu, genellikle,
Türkiye hakkındaki Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan raporların
Parlamento’da incelenmesi sırasında ele alınmıştır.
Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin adaylığı hakkındaki 2000 yılı İlerleme
Raporunun Avrupa Parlamentosu’nda incelenmesi sonucunda kabul edilen bir çok
konuya değinen kararında Ermeni “soykırımının” açıkça tanınması Türk
Hükümeti’nden ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden istenmiş, Ermenistan ile
Türkiye arasında normal diplomatik ve ticari ilişkilerin kurulması ve
ambargonun kaldırılması için Ermenistan ile bir diyalog başlatması ayrıca
Türk Hükümeti’nden talep edilmiştir.
2001 yılı İlerleme Raporu hakkındaki Avrupa Birliği kararında ise “soykırım”
konusundan bahis yoktur. Buna karşın Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki
diyalogun tekrar tesisi için Türkiye’nin aktif bir rol üstlenmesi ve
Ermenistan’a uygulanan ambargonun kaldırılması istenmektedir.
Buna karşın “soykırım” konusu 2002 yılında Avrupa Parlamentosu’nun Güney
Kafkasya ülkeleri ile ilişkileri inceleyen bir başka raporunda ortaya
çıkmıştır. Bu rapor yukarıda değindiğimiz 1987 tarihli karara “ 1915 Ermeni
soykırımını tanıyan 18 Haziran 1987 tarihli karar” olarak atıf yapılmıştır.
Diğer taraftan Ermenistan’a uygulanan ambargonun kaldırılması da Türkiye’den
istenmiştir. Rapor Türkiye’de tepki ile karşılanmış ve TBMM’de grubu bulunan
partiler, bu kararın kabul edildiği gün olan 28 Şubat 2002 tarihinde bir
bildiri yayınlayarak, Avrupa Parlamentosu’nun tarihi gerçekleri bilinçli bir
şekilde inkar ettiğini bildirmişlerdir .
2002 yılı İlerleme Raporu hakkındaki Avrupa Parlamentosu kararında ise [46]
“Kıbrıs sorununun çözümü ve Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi de
elbette Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesini öngördüğü hususlar
arasındadır” ibaresini koymak suretiyle “soykırım” konusunu Kopenhag
kriterleriyle irtibatlandırmaya çalışmıştır. Ancak bu hususta esas olan
katılım görüşmelerini yürüten Avrupa Komisyonu’nun tutumudur.
Bu raporda ayrıca, 1987 yılı kararına atıf yapılmış, Ermeni dilinin
kullanımı, Ermeni ve Süryani kültürel eserlerine saygı gösterilmesi ve
bunların değerlendirilmesi, Türk okullarında sözde Ermeni “soykırımı”
hakkındaki eğitimin kaldırılması gibi hususlar vardır. Diğer yandan
Türkiye’den Ermenistan ile iyi komşuluk ilişkileri geliştirmesi istenmekte
ve bunun ilk adımı olarak da sınırların açılması ve diplomatik ilişkilerin
kurulması talep edilmektedir.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilgili 2003 yılı İlerleme Raporu
hakkında kabul ettiği kararda “soykırım”a doğrudan atıf yoktur.
Parlamento’daki Ermeni taraftarlarının ısrarı üzerine, 17 Haziran 1987
tarihli karara atıfta bulunulmakla yetinmiş buna karşın kararda Türkiye’den
Ermenistan ile olan sınırını açması ve Ermenistan ile iyi ilişkileri teşvik
etmesi ve “tarihi barışma” ya engel olabilecek hareketlerden kaçınması
istenmiştir.
Avrupa Birliği Komisyonu’nun 6 Ekim 2004 tarihli raporunun Türkiye’nin
Birliğe katılmasının etkileri bölümünde Türkiye’nin katılmasının Birliğin
sınırlarını Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’a kadar uzatacağı, Avrupa
Birliği’nin Türkiye aracılığıyla Güney Kafkasya’da istikrarı sağlayıcı bir
etki yapabileceği, ancak bunun için Türkiye’nin komşularıyla olan
sorunlarını Birliğe katılmadan çözmesi gerektiği bildirilmiştir.
Raporda bu bağlamda, özellikle, diplomatik ilişkilerin kurulması ve kara
sınırının açılmasıyla Türkiye’nin Ermenistan ile olan ilişkilerinin
geliştirilmesi gerektiğine işaret olunmuştur.
Rapor, trajik olayların, özellikle de bu bölgede 1915-1916 yıllarında
yaşanan insani ızdırapların yorumlanmasının önemli bir konu olduğunu,
Türkiye’nin Birliğe katılması beklentisinin Ermenistan ile olan ikili
ilişkilerin iyileştirilmesini ve söz konusu olaylar hakkında da bir uzlaşma
yapılmasını da içermesi gerektiği ifade olunmuştur. Görüldüğü gibi rapor
1915/1916 tehciri için Ermeniler tarafından kullanılan “soykırım” deyimi
yerine “trajik olaylar” demeyi tercih etmiş ve bu nedenle de diaspora
tarafından eleştirilmiştir [47]. Diğer yandan bu konu ilk defa bir Komisyon
belgesinde yer almıştır. Komisyon bu “trajik olaylar” hakkında Türkiye’nin
bir uzlaşma yapmasını istemektedir. Uzlaşmanın kiminle ve ne zaman
yapılacağı hakkında bir açıklık yoktur. Ancak, Ermeni diasporaları
uluslararası bir kimlik taşımadığına göre uzlaşmanın Ermenistan ile
yapılması gerekecektir. Diğer yandan uzlaşmanın Türkiye’nin tam üyeliğinden
önce gerçekleşmesinin beklendiği de anlaşılmaktadır.
Komisyon ayrıca Türkiye’nin Karabağ sorunu sebebiyle Ermenistan ve
Azerbaycan arasındaki gerginliğin hafifletilmesine katkıda bulunmasının
önemine de işaret etmiştir. Burada dikkati çeken husus Türkiye’den Karabağ
sorunun çözümü için değil, bu sorunun yarattığı gerginliğin hafifletilmesi
için katkı beklenmesidir. Diğer bir deyimle Türkiye’nin Azerbaycan’ı
desteklemesinin mevcut gerginliği arttırabileceği alaylı bir şekilde ifade
olunmaktadır.
Komisyon Raporunun en önemli bölümü Komisyon’un AB ülkeleri Hükümet ve
Devlet başkanlarına (Doruk Toplantısına) Türkiye’nin Avrupa Birliğine
katılımındaki ilerlemeler hakkında yapmış olduğu tavsiyelerdir. Söz konusu
tavsiyelerde Ermeniler veya Ermenistan konuları yer almamıştır. Buna uygun
olarak da 17 Aralık Zirve Toplantısı Sonuç Bildirgesinde bu konulara
değinilmemiştir. Böylelikle Türkiye ile müzakerelere başlanması için,
Ermenilerin ön şart olmasını ısrarla istediği “soykırımın” tanınması ve
sınırların açılması hususları gerçekleşmemiştir.
Avrupa Parlamentosu Avrupa Komisyonu’nun yukarıda değindiğimiz İlerleme
Raporunu ve tavsiyelerini inceledikten sonra bu konuda 15 Aralık 2004
tarihinde bir tavsiye kararı kabul etmiştir. Bu kararda, Türkiye ile
Ermenistan arasındaki sınırın hala açılmamış olmasının Ermenistan ile iyi
ilişkiler kurulması için Türk yöneticileri tarafından kaçırılmış bir fırsat
olduğu belirtilmekte ve Türk makamlarının 18 Temmuz 1987 tarihli Avrupa
Parlamentosu kararında yer alan Ermeni sorunu hakkındaki diğer hususları da
yerine getirmemiş olduğu vurgulanmaktadır. 1987 yılı kararında, özet olarak,
Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımını tanıması, Türkiye’den de
tanımasını istemesi ve tanımadığı taktirde de bunun Avrupa Birliğine üyelik
yolunda aşılamaz bir engel oluşturacağının ifade edildiğini yukarıda
bildirmiştik.
Avrupa Parlamentosu bu kararında, ayrıca, Ermenilere karşı uygulanmış olan
“soykırımı” tanımak suretiyle Ermeni halkı ile barışma sürecini
desteklemesini Türkiye’den istemiştir. Bundan başka kararda, “soykırım”
tarihi gerçeğini resmen tanımasını ve Ermenistan ile sınırlarını en kısa
zamanda açmasını Türkiye’den talep etmeleri Avrupa Komisyonu ve Avrupa
Konseyi’nden (Devlet ve Hükümet başkanlarından) talep edilmiştir.
Kararda, Ani’deki Ermeni kiliselerinin ziyarete açılmasının, Türk tarihçi
Halil Berktay’ın soykırım hakkındaki dikkate değer çalışmasının ve
Ermenistan Cumhuriyeti’yle devlet düzeyindeki ilişkilerin yeniden tesisinin
ileriye doğru yaşamsal adımlar olduğu ancak bu sürecin Türkiye ve Ermenistan
arasındaki sınırların açılması suretiyle mantıki sonucuna ulaşması gerektiği
ifade olunmaktadır Bu arada Halil Berktay’ın soykırım konusunda kitabı
bulunmadığını, fikirlerini daha ziyade verdiği mülakatlarda da ifade
ettiğini, bu nedenle de Halil Berktay’ın olmayan çalışmalarının neden
yaşamsal bir adım olarak görüldüğünün anlaşılamadığını belirtelim. Diğer
yandan Ermenistan ile devlet düzeyinde yeniden ilişki kurulması hakkındaki
ifadeler de anlaşılamamaktadır. Zira, Türkiye Ermenistan devletini 1991
yılında tanımış olup, iki taraf, birbirlerinin ülkesinde diplomatik temsilci
bulundurmamakla beraber, gerektiğinde her düzeyde resmi temas yapılmakta ve
iki ülke arasında “yeniden” kulmuş herhangi bir ilişki bulunmamaktadır.
Avrupa Parlamentosu’nun sözünü ettiğimiz kararında Türkiye ve Ermenistan’ın,
geçmişin trajik deneyimlerinin açıklıkla üstesinden gelinmesi amacıyla,
mümkünse, bağımsız eksperlerden kurulu bir komitenin yardımıyla, barışma
sürecini devam ettirmelerine inanıldığı belirtilmekte ve Türkiye’den mümkün
olan en kısa zamanda Ermenistan ile olan sınırlarını açması talep
olunmaktadır.
Görüldüğü gibi Avrupa Parlamentosu kararı Avrupa Komisyonu raporlarından çok
daha ileri bir şekilde Ermeni görüşlerini yansıtmaktadır. Bu arada
Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını tanıması ve Ermenistan ile olan
sınırlarını açması için ısrar edilmesi dikkat çekmektedir.
Kararın Ermenilerin hoşuna gitmeyecek tek yönü “geçmişin trajik
deneyimlerinin, diğer bir deyimle soykırımı iddialarının, bağımsız, iki
taraflı bir eksperler komitesi tarafından incelenmesidir. Ermeniler
“soykırımın” yeter derecede kanıtlandığı iddiasında oldukları için bir
incelemeye taraftar değildir. Başbakan Erdoğan’ın 13 Nisan 2005 tarihinde
Başkan Koçaryan’a bir mektup göndererek iki ülkenin tarihçi ve diğer
uzmanlarından oluşan bir grubun 1915 dönemine ait gelişme ve olayları tüm
arşivlerde araştırarak, bulgularını uluslararası kamuoyuna açıklamaları
hakkındaki önerisi Avrupa Parlamentosu kararındaki bağımsız eksperler
komitesi kurulması fikrine uymaktadır.
Türkiye’nin üyelik müzakerelerine birkaç gün kala, 28 Eylül 2005 tarihinde,
Avrupa Parlamentosu, başta Güney Kıbrıs’ın tanınması olmak üzere, Avrupa
Birliği ülkelerinin Türkiye’den olan taleplerini ve şikayetlerini dile
getiren karar kabul etmiştir. Bu kararda Ermeni soykırım iddiaları da yer
almıştır.
Kararın giriş bölümünde J maddesinde “Türk makamlarının, Avrupa
Parlamentosu’nun 18 Haziran 1987 tarihli kararında belirtilen Ermeni
sorunları hakkındaki talepleri henüz yerine getirmediği” kayıtlıdır. Kararın
işlem bölümünün 5. maddesinde ise Türkiye Ermeni soykırımını tanımaya davet
edilmekte ve bu tanımanın Avrupa Birliğine katılması için bir ön şart olduğu
belirtilmektedir.
Avrupa Parlamentosu böylelikle Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden
tutumunu bir kez daha teyit etmiştir. Ne var ki Avrupa Parlamentosu’nun
kararları bağlayıcı olmayıp tavsiye niteliğindedir ve Parlamento’nun
eğilimlerini gösterir. Kopenhag kriterleri arasında bulunmadığı gibi
Türkiye’nin adaylığı ile ilgili diğer belgelerde ve son olarak da Müzakere
Çerçeve Belgesinde Türkiye’nin soykırım iddialarını tanıması gerektiği
kayıtlı değildir. Buna göre AB, bir teşkilat olarak, müzakerelerde
Türkiye’nin soykırım iddialarını tanımasını istemeyecektir. Ancak,
müzakereler üye ülkelerle de yapıldığından, üye ülkeler “kişisel” olarak
istedikleri konuları masaya getirebileceklerdir. Nitekim Fransa, Hollanda ve
Avusturya daha şimdiden Ermeni “soykırımını” müzakerelerde ele alacaklarını
söylemişlerdir. Müzakerelerde Türkiye’nin bu konuyu görüşmek istememesi veya
soykırımı iddialarını tanımayacağını belirtmesi gibi hallerde bu ülkelerin
Türkiye’nin AB üyeliğini “veto” kullanmak dışında yapabilecekleri yoktur. Bu
da Avrupa Birliği ülkelerinin birlikte hareket etmeye geleneğine ters
düşecektir. Normal koşullarda sadece “soykırım” konusu için Türkiye’nin
AB’ye katılım sürecinin durdurulabileceğini düşünmek zordur. Avrupa
Parlamentosuna gelince, ilerde, en az on yıl sonra, Türkiye müzakereleri
başarı ile tamamlayabildiği ve bir katılım antlaşması hazırlanabildiği
taktirde Avrupa Parlamentosu’nun bu antlaşmanın tasdiki sırasında 1987 yılı
kararı ile o tarihten sonra aynı konuda aldığı diğer kararları dikkate
alması ve Türkiye sözde Ermeni soykırımını tanımadığı sürece katılım
antlaşmasını onaylamaması olasılığı vardır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Emekli Büyükelçi, ASAM Ermeni Araştırmaları Enstitüsü
Başkanı.
[1] Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 298-301
[2] Aynı kaynak. s.323
[3] Sevr Antlaşması’nın Ermenistan’ın kurulması, azınlıkların korunması ve
savaş suçlularının cezalandırılmasına ilişkin maddelerinin İngilizce ve
Türkçe metinleri Ek:!’dedir.
[4] Kars Antlaşması’nın metni Ek. 2’dedir.
[5] Lozan’da Ermeni Sorunu hakkında geniş bilgi bu CD’de yer alan, Sayın
Gündüz Aktan tarafından kaleme alınan “Lozan Barış Antlaşması ve Ermeni
Sorunu” başlıklı makalede mevcuttur.
[6] Bilal N. Şimşir, Amerika’da Ermeni Propagandası ve Büyükelçi Ahmet
Rüstem Bey, Ermeni Araştırmaları, Sayı 2, s. 45,46
[7] Baskın Oran (Editör), Türk Dış Politikası, Cilt I, ss.502-509 ve Kamuran
Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye (1939-1945) ss. 643-662
[8] Kersam Ahoranian, A Historical Survey of Armenia, Baikar Publications,
Massachussetts, 1989, s. 141
[9] Aynı kaynak, s. 140
[10] Gérard Dédéyan, “Histoire des Arméniens”, Toulouse 1982, s. 553
[11] Gaidz Minassian, Guerre et terrorisme arméniens, Paris 2002, s. 18
[12] Katogikos veya Katolikos (Catholicos) Gregoryen Ermenilerin en yüksek
dini liderine verilen ünvandır.
[13] Seyfi Taşhan, Ermeni Diasporası ve Batı ülkeleri,
www.foreignpolicy.org.tr/makale/stashan_190101.
[14] Diaspora Ermenilerinin psikolojik durumu için bkz. Erol Göka, Ermeni
Sorununun (gözden kaçan) Psikolojik Boyutu, Ermeni Araştırmaları ,Sayı 1
(Mart-Nisan-Mayıs 2001) ss 128-136
[15] Türkiye’de bazı yazarlar bu stratejiye “Üç T Planı” adını vermektedir.
Birinci “T” tanıma, ikinci “T” tazminat ve üçüncü “T” toprak anlamınadır.
[16] Ermeni görüşlerini savunan bazı Türk yazar ve bilim adamları 25-27
Mayıs 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde “İmparatorluğun Çöküş
Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları”
başlığı altında bir konferans düzenlemek istemişler, ancak kamuoyundan gelen
baskılar üzerine bu toplantıyı ertelemişlerdir. Bu olay bazı AB üyesi
ülkelerde ve AB organlarında Türkiye’de ifade özgürlüğü olmadığı şeklinde
yorumlanmıştır. Söz konusu konferans, protesto gösteriler ve girişimleri
aralıksız sürerken, 24-25 Eylül 2005 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde
yapılmıştır.
[17] Mehmet Ali Birand’ın Koçeryan ile mülakatı, Posta, 31 Ocak 2001
[18] Mehmet Ali Birand’ın Koçeryan ile mülakatı, Posta, 31 Ocak 2001
[19] Ermenilerce şehit edilen Türk kamu görevlilerinin listesi Ek.3’tedir.
[20] Yakalanan Ermeni teröristlerin her zaman adil bir şekilde
cezalandırıldıklarını söylemek mümkün değildir. Mesela, Türkiye’nin Bern
Büyükelçisi Doğan Türkmen’e 6 Şubat 1980 tarihinde ateş eden ve fakat isabet
ettiremeyen Hırayır Kilimciyan, Marsilya’da 22-23 Ocak 1982 tarihinde
yapılan mahkemesinde, Doğan Türkmen’in koruması Sadi Taşdelen tarafından
ateş eden kişi olarak teşhis edilmesine rağmen Jüri Kilimciyan’ı suikastın
faili olarak kabul etmemiş ancak bu kişinin suikastla ilişkisi çok açık
olduğundan, kendisi suikastın faili veya faillerine yardım etmekten suçlu
bulunarak iki yıl hapse mahkum edilmiş ve mahkemenin bitiminde serbest
bırakılmıştır. Burada ilginç olan husus mahkeme sırasında Kilimciyan’dan
başka suikastın fail veya faillerinden bahsedilmemiş olmasıdır.
Bu dava sırasında, savunma tarafının gösterdiği şahitler sözde Ermeni
soykırımının vuku bulduğunu belirtir şekilde ifade vermişler, hakim de
cinayet girişimiyle ilgisi olmayan bu ifadeleri dinlenmesine müsaade
etmiştir. Dava böylece Ermeni propagandasının yapıldığı bir foruma dönüşmüş
ve bu nedenle de zabıtları Ermeniler tarafından bir kitap olarak
yayınlanmıştır. “Les Arméniens en Cours d’Assises” 1983, Rocquevaire/
France. ISBN 2-86364-018-6
[21] Minassian, adıgeçen eser, s.95
[22] Ermeniler tarafından çevrilmiş başlıca belgesel ve konulu filmler için
bkz. Sedat Lâçiner, Şenol Kantarcı. Ararat, Sanatsal Ermeni Propagandası,
Ankara 2002, s. 25-38
[23] Sam Weems,”Armenia, Secrets of a ‘Christian’ State”, St. John Press
2002, s. 373-374.
[24] ANCA (Armenian National Committee of America) Press Release, 20 Kasım
2002
[25] Bu ülke parlamentolarının aldıkları kararların İngilizce metinleri
(Almanya için, İngilizce’den başka Almanca ve Türkçe metinleri) Ek.4’tedir.
[26] Bu kararların Armenian National Institute tarafından yayımlanan
İngilizce metinleri Ek: ‘dedir.
[27] Bu kararın ayrıntıları için Bkz. Ömer E. Lütem, Olaylar ve Yorumlar,
Ermeni Araştırmaları Sayı 6, ss 15-16
[28] Aynı kaynak
[29] Reuters, 21 Nisan 2004
[30]
[31] Ömer E. Lütem, Olaylar ve Yorumlar, Ermeni Araştırmaları Sayı 1, ss.
10-21
[32] Aynı kaynak s.18
[33] Ermeni Araştırmaları, Sayı 18 s.
[34] Ermeni Araştırmaları, Sayı 3, s.13-17; Sayı 4, s. 19; Sayı 5, s. 17-19
[36] Akşam, 24 Aralık 2003
[37] Agence France Presse, 2 Aralık 2004
[38] Noyan Tapan, 3 Aralık 2004
[39] Press Release, Federatıon of Armenıan Organısatıons ın the Netherlands
(FAON), 24 April Committee, 21 Aralık 2004
[40] European Armenian Federation For Justice and Democracy, Press Release,
21 Nisan 2005
[41] PAP News Wire, 21 Nisan 2005
[42] Anar Somuncuoğlu, Litvanya’nın Türkiye Karşıtı Kararı, Hakimiyet-i
Milliye, 3 Ocak 2006)
[43] ABD Başkanlarını yayımladıkları mesajların metni Ek.6’dadır.
[44] 2005 yılı itibariyle otuz sekiz Amerikan Eyaleti sözde Ermeni soykırımı
hakkında kararlar kabul etmiştir. Söz konusu eyaletler şunlardır: Alaska,
Arizona, Arkansas, California, Colorado, Connecticut, Delaware, Florida,
Georgia, Idaho, Illinois, Kansas, Louisiana, Maine, Maryland, Massachusetts,
Michigan, Minnesota, Missouri, Montana, Nebrasaka, Nevada, New Hampshire,
New Jersey, New Mexico, New York, Nord Carolina, Oklahoma, Oregon,
Pennsylvania, Rhode Island, South Carolina, Tennessee, Utah, Vermont,
Virginia, Washington ve Wisconsin
[45] Birleşmiş Milletlerde Ayırımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması
Alt Komisyonuna 1985 yılında sunulan bir raporda, soykırım olayları arasında
Ermeni soykırımı da sayılmaktaydı. Ancak bu rapor Alt Komisyon tarafından
sadece not edilmiş ve herhangi bir karara konu teşkil etmemiştir. Normal
olarak bu raporun kabul edilip bir üst organ olan İnsan Hakları Komisyonuna
gönderilmesi, oradan da Ekonomik ve Sosyal Konseye ve sonunda BM Genel
Kuruluna yollanması gerekirdi. Bu konuda Bkz. Türkkaya Ataöv, What Really
Happened in Geneva: The Truth About the ‘Whitaker Report’, Ankara, 1986
Avrupa Konseyine gelince bu kuruluşun hiçbir organında sözde soykırım
hakkında alınmış bir karar yoktur. 1978 yılında çeşitli ülkelere mensup 51
parlamenter ve 2001 yılında da 63 parlamenter 24 Nisan münasebetiyle
soykırımı iddialarını benimseyen bildiriler yayınlamışlardır. Ancak bunlar
Avrupa Konseyini değil, imzalayan kişileri bağlamaktadır. Diğer yandan
Avrupa Konseyi Danışma Meclisinde 306 sandalye olduğu dikkate alındığında
söz konusu bildirileri imza edilenlerin sayısının çok olmadığı da
görülmektedir.
[46] Raportörüne izafeten “Oostlander Raporu” denen bu rapor ve ekindeki
karar 5 Haziran 2003 tarihinde 216’ya karşı 75 olumsuz ve 38 çekimser oyla
kabul edilmiştir. Türkiye hakkında pek çok hususa değinen bu raporda, Ermeni
konusunda,, yukarıda belirtilenler dışında, Ermeni dilinin kullanımı, Ermeni
ve Süryani kültürel eserlerine saygı gösterilmesi ve bunların
değerlendirilmesi, Türk okullarında sözde Ermeni “soykırımı” hakkındaki
eğitimin kaldırılması gibi hususlar vardır. Ayrıca iki ülke bilim
adamlarından ve sivil toplum temsilcilerinden geçmişin trajik deneyimlerinin
üstesinden gelinmesi için diyaloga devam etmeleri istenmektedir.
[47] La Fédération Euro-arménienne ,7 Ekim 2005. Bu federasyon tarafından
yayınlanan bildiride Avrupa Komisyonun, doğru olmayan ifadeler kullanılmak
suretiyle, “soykırım “ deyimini sansür ettiği ve böylece Türkiye’nin
“inkârcılığının ” sürdürülmesini sağladığı belirtilmektedir.
|