|
|
Giriş
Ermeni Sorununun incelenmesinde ilk adımın, bu sorunun taraflarının
saptanmasıyla başlaması gerekir. Sorunun “karşı” tarafı, başta Ermenistan
olmak üzere, Ermeni Diyasporası, bunlara doğrudan destek sağlayan ülkeler
(Ermeni soykırımının tanınması veya kabulü konusunda karar alan ya da yasa
çıkaran ülkeler), kuruluşlar ve kişiler yanında, genel olarak ABD ve
Avrupa’nın diğer ülkeleridir. Hedef, Türkiye, Türkler ve Türk ulusal
çıkarlarıdır.
Ermeni Sorunu, bundan başka, siyasî tarih, politika, diplomasi, güvenlik ve
savunma, kamu yönetimi, sosyoloji, psikoloji ve özellikle de hukukî
boyutları açısından incelenebilir.
Bu genel çerçeveye ek olarak; Ermeni soykırımı iddialarının güvenlik ve
savunma bağlamındaki askerî boyutu, basit bir anlatımla, ayaklanma, düşmanla
işbirliği, ayaklanmaya karşı koyma; hukuki boyutu ise, bu süreçte alınan
idari önlemlerle, karşılıklı olarak işlenen haksız fiillerden (wrongful acts
– torts) ve suçlardan (crimes) kaynaklanabilecek hukuki (civil) ve cezai
(penal - criminal) sorumluluklardır.
Ayaklanma
Osmanlı Devleti’nin ayaklanmaya karşı koyma harekâtı, 1915 yılında ve
Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşında Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya ile
savaş halinde bulunduğu bir zamanda, Ermenilerin bağımsızlık isteği ile
ayaklanma başlatmaları, düşmanla işbirliğinden kaçınmamaları ve savaş
zamanında vatana ihanet suçunu işlemeleri, Müslüman halka karşı katliamlar
yapmaları, Müslüman halkın kendini savunması, ancak bu savunmanın da zaman
zaman maksadını ve sınırlarını aşması, intikam veya zararla karşılık
eylemlerini kapsaması, sonuç olarak Osmanlı Devletinin gerekli ve orantılı
önlemleri alması ve uygulaması çerçevesinde planlanmış ve icra edilmiştir.
Bu sırada, silahlı bir çatışmada yararlanılabilecek bütün erkek bireyleri
orduda silah altında ve çeşitli cephelerde savaşmakta olan Müslüman sivil
halk, kendisine karşı girişilen katliamlara karşı kendi olanaklarıyla
kendini savunmaya çalışmıştır. Zaman zaman intikam (revenge), zaman zaman
zararla karşılık (reprisal) düşüncesiyle hareket edildiği de olmuş, ancak
esas olarak, zaten çökmekte olan devlet otoritesinin zaaf içinde bulunduğu
mahallerde, bunu fırsat bilen gasp, soygun, adam öldürme amaçlı silahlı
kişiler ve gruplar etkin olmuşlardır. Bütün tarafları etkileyen bu acı
olayları –deyim yerindeyse- tetikleyen unsur –sanıldığının aksine- Müslüman
halk değil, düşmanla işbirliği içinde hareket eden ve kendilerince bir
ulusal kurtuluş savaşı süreci başlatmayı uman silahlı Ermenilerden kurulu
çetelerin, savunmasız ve masum sivil Müslüman halka yönelik etnik temizlik
ve katliam eylemleri olmuştur.
Ayaklanmaya Karşı Koyma
Osmanlı Devleti, içinde bulunulan bütün –dış ve iç- elverişsiz koşullara
rağmen, bu bozgunculuğa karşı gerekli ve orantılı tüm politik, diplomatik,
askerî, kolluk, idarî ve adli önlemleri almaya ve uygulamaya çalışmıştır.
İdarî önlemlerden biri de, ülke içinde toplu göç ettirme (tehcir - mass
relocation) uygulaması olmuştur. Bu sırada ortaya çıkabilen aksaklıklar ve
kötü sonuçlar değerlendirilirken, Osmanlı Devleti’nin, dış ve iç
düşmanlarının işbirliği ile sürdürülen açık ve örtülü saldırılar sonucu
çökmekte olan bir devlet olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bütün bu
olgulara rağmen Batı, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, Türkiye’yi
ve Türkleri suçlamaktadır.
Türk Kurtuluş Savaşı, Moskova ve Kars Anlaşmaları
Bu olayların sonrasında gelişen Türk Bağımsızlık Savaşı, Misak-ı Millî
sınırları bağlamında Doğu Cephesinde, Türkiye – Ermenistan Barış Antlaşması
(Gümrü, 2 Aralık 1920) ile sonuçlanmış, sınır ve Nahcivan’ın özel statüsü
konuları çözümlenmiştir. Aynı anlaşmada, I. Dünya savaşı sırasında işlenen
suçlar, göçmenler, tazminat talepleri gibi konularda da hükümler getirilmiş,
genel affa ek olarak, tazminat taleplerinden karşılıklı olarak
vazgeçilmiştir. Ancak anlaşma, Osmanlı Devleti’yle ilgili Sevr anlaşması
gibi, Ermenistan daha sonra Sovyetlerce işgal ve ilhak edildiğinden
onaylanamamış ve yürürlüğe girmemiştir. Ancak, birkaç ay sonra, Türkiye ve
Sovyet Rusya ilişkileri çerçevesinde konu tekrar müzakere edilmiş, Türkiye –
Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması (Moskova, 16 Mart 1921)
imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Misak-ı Millî sınırları onaylanmış,
Nahcivan’ın özel statüsü kararlaştırılmış, önceki anlaşmaların geçersizliği
vurgulanmıştır. Anlaşma, kendi çerçevesinde, Güney Kafkasya
Cumhuriyetleriyle de özel anlaşmalar yapılmasını öngörmüş olup, halen
yürürlükte bulunmaktadır.
Moskova Anlaşmasının gereği olarak yeniden yapılan görüşmeler sonucunda,
Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması
(Kars, 13 Ekim 1921) imzalanmış, Moskova Antlaşması hariç, önceki diğer
antlaşmaların geçersiz olduğu bir daha tekrarlanmıştır. Kars Anlaşması da
Misak-ı Millî sınırlarını onaylamakta, bu şekilde Türkiye’nin kuzey-doğu
sınırı kesinleşmiş olmakta, Nahcivan’ın özel statüsü düzenlenmekte, ve
anlaşma halen de yürürlükte bulunmaktadır.
Sözü geçen Kars Antlaşması’nın 15. maddesinde, “Bağıtlı Taraflardan her biri
işbu anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, Kafkas cephesindeki savaş
nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için öteki taraf uyrukları yararına
tam bir genel af ilan etmeği yükümlenir.” hükmü yer almaktadır.
Trajik olayların bir kısmı da, güney bölgelerinde ve Fransa ile işbirliği
içinde hareket eden silahlı Ermeni gruplarının Müslüman halka yönelik
katliamları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu konuda Türkiye ve Fransa arasında
Ankara’da, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan anlaşmanın 5. maddesine göre de,
“Bağıtlı Taraflar boşaltılacak topraklarda, bu toprakları işgal eder etmez,
bir genel af ilan edeceklerdir.” Bu anlaşma keza, halen yürürlüktedir.
Lozan Barış Antlaşması
Son olarak, Lozan Barış Antlaşması’na (Lozan, 24 Temmuz 1923) değinmek
gerekir. Bir bütün olarak bu antlaşmanın temel amacı, 1914 yılından beri
Doğu’nun dirliğini bozan savaş durumuna, kesinlikle son vermektir. Temel
ilkeler, Devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygıdır. Lozan
Antlaşmasının 58. maddesine göre, (Yunanistan dışındaki) Bağıtlı Devletler,
gerek Türkiye ile bu Devletlerin, gerek, (tüzel kişiler dahil) onların
uyruklarının, 1 Ağustos 1914 ve (anlaşmanın yürürlüğe girdiği) 6 Haziran
1924 tarihi arasındaki süre içinde, gerek savaş eylemleri, gerek elkoyma,
müsadere veya kullanım önlemleri yüzünden doğan, kayıp, zarar ve ziyanlar
nedeniyle her türlü tazminat taleplerinden, karşılıklı olarak
vazgeçmişlerdir. 74. maddede, ekonomik hükümler bağlamında, sigorta
sözleşmeleri ve buna ilişkin zamanaşımı konularında, özel hükümler
öngörülmüştür. Özetle, bir sigortacı ile sonradan düşman olmuş bir kişi
arasında yapılmış olan yaşam sigorta sözleşmeleri, savaş durumunun başlaması
ya da o kişinin düşman olması nedeniyle, ortadan kalkmış sayılmayacaktır.
Anlaşmanın yapıldığı tarihte bir Müttefik Devlet uyruğu olan Ortaklıklar ile
Türkiye uyrukları arasında yapılmış olan yaşam sigortası sözleşmeleri
hakkında da özel hükümler vardır. Ancak bu hükümler, Türkiye
Cumhuriyeti’nin, taraflar arasındaki özel hukuk ilişkisinden kaynaklanan
sorumluluğu üstlenmesi anlamına gelmemektedir. Sadece, taraflar arasındaki
sözleşmelerin geçerliliği doğrulanmış olmaktadır.
Lozan Barış Antlaşmasında konuyla ilgili bir başka düzenleme, Genel Affa
İlişkin Açıklama ve Protokol (Ek VIII) hükümleridir. Bundan temel amaç,
Doğuda barışı bozmuş olan olayların unutulmasıdır. Türkiye uyruklarından ve
buna karşılık diğer Bağıtlı Taraflar uyruklarından olup, Türkiye’de kalacak
topraklarda 20 Kasım 1922’den önce, siyasî veya askerî nedenlerle bu
Devletler makamlarınca tutuklananlar, kovuşturulanlar ve hükümlüler genel
aftan yararlanacaklardır. Bu nedenlerle verilmiş tüm ceza hükümleri
kaldırılacak ve yürütülmekte olan tüm kovuşturmalar durdurulacaktır. İşte
Türkiye Cumhuriyeti halkı, bu hükümler ve Atatürk’ün ortaya koyduğu “yurtta
barış, dünyada barış” ilkesi çerçevesinde, uluslararası toplumla arasında
yeni bir sayfa açmak düşüncesiyle hareket etmiş, deyim yerindeyse, tarihi
kurcalamamış, kin ve nefret duygularını körüklememiştir. Üzücü olan,
uluslararası toplumun, Ermeni propagandalarının etkisinde kalarak, Türklerin
bu anlamlı suskunluğunu –tarihi gerçekleri, hukuku ve ahlaki sorumluluğu
görmemezlikten gelerek- Türklerin suçluluğu kabul ettikleri yönünde
yorumlamakta olmasıdır.
Oysa Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunlar, konuya özel (Moskova ve
Kars) antlaşmalarla (lex specialis) ve esas olarak da Lozan Barış
Antlaşmasından önce kesin olarak çözümlenmiştir. Hukuki durum budur. Bunun
dışındaki tüm iddia ve girişimler, hukuki dayanaktan yoksun, politik baskı
yoluyla sonuç alınması stratejisine dayalı girişimlerdir. Nitekim Lozan
Barış Antlaşması’nın müzakeresi sürecinde de Ermeniler politik girişimlerde
bulunmuşlar, ancak bu girişimleri kabul görmemiştir. Hukuki durumda, bugün
de bir değişiklik yoktur.
Ermeni soykırımı iddialarının peşine takılmış ve onu desteklemekte olan
uluslararası toplumun büyük çoğunluğunun, yukarda özetlenen siyasi, askerî
ve hukuki gerçekler hakkında bilgilendirilmesi gerekmektedir.
Aşağıdaki değerlendirmeler, yukardaki saptamalar saklı kalmak kaydı ile
anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır.
Politik Uyuşmazlık Olarak Ermeni Sorunu: Hukuki Çerçeve
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu “Ermeni Sorunu”, uluslararası hukuk
(BM Şartı - sınır – toprak – tazminat talepleri vb.), uluslararası ceza
hukuku (soykırım iddiaları vb.) ve uluslararası özel hukuk (tazminat
talepleri) açılarından incelenebilir. Yabancı ülkeler parlamento kararları,
kanuni düzenlemeler, anıt açılışları vb. yabancı ülkeler uygulamaları, bir
başka inceleme konusu olabilir.
Bu çerçevede, Ermenistan ve destekçilerinin Türkiye’ye yönelik iddialarının
ve taleplerinin, öncelikle BM Şartı ve BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970
tarihli ve 2625 (XXV) sayılı, “BM Şartına Uygun Olarak Devletler Arasında
Dostça İlişkiler ve İşbirliğine Dair Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi”
ile 23 Mayıs 1969 tarihli BM Viyana “Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi”
açısından irdelenmesi gerekir. Uluslararası örf ve adet Hukuku kuralları ile
uluslararası hukukun amir hükümleri (jus cogens), BM Uluslararası Adalet
Divanı (UAD) Statüsü; 9 Aralık 1948 tarihli BM “Soykırım Suçunun Önlenmesi
ve Cezalandırılması Hakkında Sözleşmesi” (yürürlük tarihi: 12 Ocak 1951), 26
Kasım 1968 tarihli BM “Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara
Zamanaşımının Uygulanmaması Hakkında Sözleşme” (yürürlük tarihi: 11 Kasım
1970), BM Genel Kurulu’nun 1973 tarihli ve 3074 (XXVIII) sayılı, “Savaş
Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlardan Suçlu Bulunanların Aranmasında,
Yakalanmasında, İade Edilmesinde ve Cezalandırılmasında Uluslararası
İşbirliği İlkeleri” kararı, 17 Temmuz 1998 tarihli Uluslararası Ceza Divanı
(UCD) Roma Statüsü (yürürlük tarihi: 1 Temmuz 2002), güncel hukuki çerçeveyi
oluşturan başlıca temel düzenlemelerdir.
Toplu göç ettirme uygulamalarının doğru anlaşılabilmesi için ayrıca, göç
(immigration), sınırdışı etme (deportation), sığınma (refuge), göç ettirme /
tehcir (relocation), sürgün (exile), yerinden edilme (internal displacement)
kavramlarını anlamları ve farkları da bilinmelidir. Osmanlı döneminde
Ermenilere uygulanan idarî önlem, sınırdışı etme değil, topluca göç ettirme
(mass relocation) olmuştur.
Uluslararası ceza hukukunun uygulanması bakımından da, insanlığa karşı
suçlar, soykırım, katliam, zulüm, kıtal / mukatele gibi kavramların doğru
anlaşılması gerekmektedir. Kıtal, birbirini öldürme, vuruşma, muharebe
(slaughter – battle) anlamına gelmektedir.
Soykırım Hukuku
1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin 2. maddesine göre, soykırım, -ırkçı
kin ve nefretin en üst derecesi olmak üzere- ulusal, ırksal veya dinsel bir
grubun üyelerini, salt o grubun üyesi oldukları için yok etmek eylemidir. Bu
sözleşme bir ceza kanunu değil, Taraf Devletlere bu suçu kendi ulusal
mevzuatlarında suç sayma ve işlenen suçları kovuşturma yükümlülüğünü getiren
bir uluslararası anlaşmadan ibarettir. Taraf Devletlerin sorumluluğu bununla
sınırlıdır. Genel amaç, bu suretle gelecekte soykırım eylemlerinin
önlenmesi, aksi halde sorumlu bireylerin kovuşturulması ve
cezalandırılmasıdır. Sözleşme tazminat hukuku konularını kapsamamaktadır ve
12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
1968 tarihli ve zamanaşımı konulu BM Sözleşmesi ise, soykırım suçlarının
soruşturulmasında ve kovuşturulmasında zamanaşımının söz konusu
olamayacağını hükme bağlamaktadır. Bu Sözleşme, 1948 tarihli Sözleşmenin
yürürlük tarihini etkilememektedir.
Yabancı Parlamentoların Tutumu
Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin yabancı parlamentolar uygulamaları iki
ayrı nitelikte olabilmektedir: Politik değerlendirme ve beyanlar, yasal
düzenlemeler. Politik görüş ve değerlendirme anlamındaki eylem ve işlemlerin
hukuki anlam ve önemi olmadığı için, bunlara verilecek karşılığın da aynı
mahiyette, yani, TBMM’ce yapılacak karşı açıklamalar veya konunun ortak
komisyonlar vb. mevcut mekanizmalar dahilinde gündeme getirilmesi gibi
politik yaklaşımlar olması gerektiği söylenebilir.
Buna karşılık, “kanun” çıkararak tarihî olguları saptama ve nitelendirme,
düşünce ve ifade özgürlüğünü, bilim özgürlüğünü sınırlandırma, bu şekilde
bireylere hukuki veya cezaî sorumluluk getirme şeklindeki anlayış ve
uygulamalar vahim hatalardır. Bunlarla, öncelikle bu eylem ve işlemlere
muhatap –mağdur- kişilerce mücadele edilmesi gerekmektedir. Başta ilgili
ülke iç hukuk yolları olmak üzere, insan hakları hukuku çerçevesinde
uluslararası yargı yollarının işletilmesi başlıca yöntemlerdir. Bu süreçte,
diplomatik koruma dahil, Devletçe ve konuyla ilgili sivil toplum
kuruluşlarınca, meslek kuruluşlarınca, bu kişilere her türlü destek
sağlanmalıdır. Gerektiğinde, gelişmekte olan somut olaylar bağlamında bu
gibi kanunlara ve bu kanunların uygulanmasına karşı senaryolar hazırlanmalı,
söz konusu kanunun -hukuka aykırı olarak- uygulanması sağlanmalı, uyuşmazlık
çıkarılmalı, konu mevzuata karşı -AİHM dahil- tüm yargı yollarına
başvurulmalıdır.
Özel Hukuk İlişkileri
Son zamanlarda, Ermeni asıllı kişilerin bazı sigorta şirketlerinden tazminat
talep etmeleri ve almaları, Ermeni soykırımının kabul edilmekte olduğu
şeklinde basında ve kamuoyunda yer almaktadır. Özel Hukuk ilişkisi, bu
bağlamda varılacak anlaşmalar veya alınacak yargı kararları, sadece bunların
tarafları için bağlayıcı nitelik taşır. Hayat sigortası poliçesi başlı
başına bir özel hukuk sözleşmesidir ve sadece sigorta eden –şirket- ile,
sigortalı kişi veya mirasçılarını ilgilendirir. Bizim hukuk geleneklerimiz,
özel hukuka ilişkin uyuşmazlıkların, hatta idare hukuku kaynaklı
uyuşmazlıkların bile –çoğu zaman da çözümlenmemesi, sürüncemede bırakılması
düşüncesiyle- ulusal yargı organları önüne götürülmesini ön görmektedir.
Batı hukuk anlayışı ise tam tersinedir ve doğru olan yaklaşımdır: Esas olan,
uyuşmazlıkların mahkemeye gidilmesine gerek kalmadan, taraflar arasında
anlaşma ile çözümlenmesidir. Dolayısıyla, yargı dışı çözüm süreçleri
eleştiri konusu yapılmamalıdır. Burada söz konusu olan anlaşma üçüncü
tarafları, örneğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elbette bağlamayacaktır.
Esasen, uluslararası hukuk açısından, kural olarak Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin, yabancı devletlerin yargı yetkisinden dahi bağışık olduğu
hususu unutulmamalıdır.
Ermenistan ve destekçilerince izlenen strateji, Türkiye’ye karşı politik -
psikolojik anlamda bir savaş yürütülmesi, uluslararası baskı oluşturulması
ve –deyim yerindeyse- Türkiye’nin pes ettirilerek sonuca ulaşılmasıdır. Bu
şekilde, örneğin Türkiye’den tazminat alınabilmesi bile (“cemile ödemesi” -
ex gratia award / payment) mümkün olabilir.
Gerçek şudur ki, Ermenistan ve destekçilerinin bu güne kadar Türkiye’ye
karşı yürüttükleri kampanyalar için ayırdıkları ve harcadıkları malî kaynak,
iyi niyetli ve elde edilebilir hukuki yararların sınırlarının ve
ölçütlerinin zaten çok ötesindedir ve asıl amacın hukuki değil, siyasi
olduğu kolayca anlaşılabilmektedir.
Geçiş Dönemi Adaleti Uluslararası Merkezi (ICTJ) Raporu
Adına ne denirse densin, mevcut uyuşmazlığın çözümü için çeşitli forumlarda
çabalar ve çalışmalar sürmektedir. Bunlardan biri, Geçiş Dönemi Adaleti
Uluslararası Merkezi’ne hazırlatılan 4 Şubat 2003 tarihli talihsiz rapordur.
Merkeze özel olarak verilen görev talimatı kapsamında saptanan görüş, 1948
tarihli BM Sözleşmesi uyarınca, bireylere veya Devlete karşı, söz konusu
olaylardan kaynaklanan herhangi bir hukukî, malî veya toprak talebinde
bulunulamayacağıdır. Ancak merkez, kendisini durduramamış, görev talimatı
dışına çıkarak ve bir varsayıma dayanarak (“Sözleşmenin uygulama kabiliyeti
olsaydı”), olaylara katılanlardan bir bölümünün soykırım niyetiyle hareket
ettiklerinin söylenebileceğini belirtmiştir. Söz konusu Merkez özel bir
kuruluş olduğundan kararları bağlayıcı değildir.
Uluslararası Adalet Divanı (UAD)
Yukarda değinilen, soykırım iddialarına ilişkin konular esas olarak
bireylerin cezai sorumluluklarını ilgilendirmektedir. Birer uluslararası
anlaşma olarak, 1948 veya 1968 antlaşmalarının uygulanmasından veya
yorumlanmasından kaynaklanabilecek uyuşmazlıkların çözümü ise farklı bir
konudur ve bu bağlamda UAD’nin yargı yetkisi söz konusu olabilir. Buna
karşılık, bir soykırım suçunun işlenip işlenmediği vb. iddialar ve talepler,
UAD’nin görevine ve yetkisine girebilecek konular değildir. UAD bir hukuk
mahkemesidir; ceza mahkemesi değildir.
Sonuç
Sonuç olarak, 1915’de cereyan eden, özünde karşılıklı bir kıyım sürecidir ve
bu süreci düşmanla işbirliği içindeki Ermeni çeteleri başlatmıştır. Osmanlı
Devleti bir yandan ayaklanmaya ve katliamlara karşı koymaya çalışmış, idari
önlem olarak da yaygın bir “tehcir” uygulamıştır. Ancak buna soykırım
denemez. Ermeni iddiaları, seçilmiş olayların maksatlı ve saptırılarak
uluslararası kamuyouna takdimine dayanmaktadır. Böyle bir yaklaşım
yanıltıcıdır. Hukuki bakımdan kabul olunamaz.
Öte yandan Ermeniler, kendi iddialarına karşıt tüm görüş ve değerlendirme
sahiplerini, baskı, tehdit, terör vb. yöntemlerle susturmaktadırlar. ABD
Kongresi’nde zaman zaman gündeme getirilmesine çalışılan Ermesi soykırımı
konulu tasarıya karşı, aralarında profesörler Dankwart Rustow, Tibor
Halasi-Kun, J.C. Hurewitz, Halil Inalcık, Avigdor Levy, Stanford Shaw, Frank
Tachau, Pierre Oberling, Bernard Lewis, Heath Lowry, Justin McCarthy, Alan
Fischer ve Roderick Davison’un da bulunduğu bir grup bilim adamının
yayımladıkları bildiri hatırlardadır. Fanatik Ermenilerce yürütülen yıldırma
kampanyası sonucunda, bu isimlerden önemli bir bölümü
“sessizleştirilmişlerdir”.
Uluslararası toplum, 1821 ve sonrasında, başta Yunanistan’dakiler olmak
üzere, Kafkaslarda, Kırımda ve Balkanlarda Türk – Müslüman halka karşı
gerçekleştirilen kıyımlar konusunu da aynı titizlikle incelemelidir.
1877-1878’de Rus Ordusu ve Bulgar çeteleri tarafından öldürülen 300.000 ve
yerlerinden edilen bir milyonu aşkın Türk ve Müslümanın akıbeti hakkında da
endişe taşımalıdır. ASALA terör örgütü tarafından öldürülen Türk
diplomatlarını unutmamalıdır. Tarihi olaylardan önce, güncel olaylar üzerine
yoğunlaşmalıdır: Ermenilerin Hocalı’da gerçekleştirdiği katliam sadece bir
örnektir. Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgal altında tutan,
Türkiye’den toprak talebinde bulunan Ermenistan’ın bu politikalarının haklı,
Türkiye’nin meşru tepkilerinin ve önlemlerinin ise haksız olduğunu ifade
eden eleştiriler ve talepler bir daha gözden geçirilmesi ve düzeltilmelidir.
Ermenistan’ın bu uygulamalarının ne BM ve nede AGİT’in amaçları ve ilkeleri
bağdaştırılabilmesi mümkün olamaz.
Görüldüğü gibi, Ermeni Sorunu hukuki değil politik bir uyuşmazlıktır.
Politik ve diplomatik yöntemlerle çözümlenmesi mümkün olabilir. Konu,
uluslararası ilişkilerdeki “siyasi futbol” deyimini hatırlatmaktadır.
Türkiye, gerek Ermenistan, gerek uluslararası toplumun diğer üyeleri ile
olan ilişkilerinde, gereğine göre, “karşılıklılık” (reciprocity),
“misilleme” (retaliation) ve “zararla karşılık” (reprisal) kavramlarını,
ilkelerini ve yöntemlerini uygulayabilmeyi başarmalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Uluslararası
Hukuk Danışmanı. E-Posta:
scayci@asam.org.tr
|