|
|
Giriş
Şüphesiz bir halkın adını "sorun" kelimesiyle bir arada anmanın o halk için
incitici bir yanı vardır. Ancak burada asla böyle bir amacımız yok. Tam
tersine, Ermeni kanaat önderlerinin ve son zamanlarda da bizzat Ermenistan
devletinin talepleri üzerine dünya siyasetinin gündemine sokulan "sorun"u
tanımlayabilmek ve d.n "tarihsel bir olgu" iken bugün yeniden
biçimlendirilerek "sorun" halini almış durumun çözümünü amaçlayan bir ortam
oluşturabilmek için "Ermeni sorunu" adını kullanmayı seçiyoruz.
Kaldı ki, nesnelliğin oldukça zor olduğu böyle toplumsal-politik konularda
bakışımızı belirleyen şöyle bir "önyargı"mız da var: Bugün Türkiye
Cumhuriyeti’nin sınırlarını oluşturan ve önceden Osmanlı İmparatorluğu
sınırlarında olup da bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne komşu olan coğrafyada
Müslüman ve diğer dinlerden halklar arasındaki ilişkilerde esas olan
tarihsel gerçek, çatışma değil uzlaşma halidir. Günümüzde Türk-Ermeni ya da
Türk-Ortodoks (özellikle Rum) ilişkilerinde yaşanan sorunların çözümü de
yeni baştan bu uzlaşma halinin tesis edilebilmesine bağlıdır.
Tarihsel-toplumsal ve politik olguların nasıl ele alınacakları beşeri
bilimlerde bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara rağmen hala sorunludur.
"Politik psikoloji", "halklar psikolojisi", "uluslar arası ilişkiler
psikolojisi" gibi isimler altında incelenen ve bizim bu yazıyı yazma
sırasında içinde olduğumuz alan ise tamamen karışıktır ve henüz akademik
konumlanışı konusunda bile bir anlaşma sağlanabilmiş değildir. Akademideki
genel eğilim, sorunu sosyal psikolojinin içinde ele almaktadır ve sosyal
psikolojide grup içi ve gruplar arası ilişkiler konusunda öretilmiş oldukça
değerli teorik ve ampirik bilgi birikimi vardır. Ancak tarihsel-toplumsal ve
politik olgular, politikayla, diplomasiyle ve daha da önemlisi gerek grup
davranışındaki gerek liderlik tarzındaki psikopatolojiyle çok yakından
ilgilidir ve bu yüzden politika ve diplomasi konusunda bilgili ve deneyimli
kimi psikanalistler de bu konularda fikirler öne sürmektedirler. Son
zamanlarda grup psikoterapisinden ve "küçük grup" incelemelerinden elde
edilen bilgilerle "büyük grup" davranışına ve gruplar arası ilişkilere
yönelik bir bakış açısı oluşturma çabaları görülmektedir.
Biz bu yazıda Ermeni ve Türk halkları arasındaki gerçek ya da icat edilmiş
çatışmanın çözümünü dileyen bir "önyargı"yla ve iki halk arasında yeniden
kardeşlik duygularını tesis edebilmek amacıyla, psikodinamik yaklaşım ve
grup psikoterapisi deneyimiyle, "Ermeni sorunu"nun gözden kaçan psikolojik
boyutuna Işık düşürmeye çalışacağız.
"Ermeni sorunu"
"Ermeni sorunu", değişik aşamalardan geçmekle birlikte, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve özellikle İttihad ve Terakki’nin
h.k.met olduğu Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarında Ermeni
halkının, Türk hükümeti tarafından Ruslarla işbirliği ve ihanet içinde
oldukları gerekçesiyle bir soykırıma tabii tutulduğunun ileri sürülmesi
temeline oturmaktadır. Bugün "Holocaust"un ardından İkinci Dünya Savaşı
sonrası uluslararası hukukta "soykırım" kavramına yer verilmesinin bir
devamı olarak "soykırım" olduğu bazı çevrelerce öne sürülen ama geçmişte
"mezalim", "mukatele", "kıyım", "kırım" gibi adlarla anılan olayların hemen
ertesinden itibaren "Ermeni sorunu" uluslar arası alana hem politik hem
hukuksal olarak yansımıştır.
Türk tarafı olaylara tamamen farklı bakmakta, ortada bilinçli bir siyasetin
sonucu olan "soykırım" ya da "kırım" gibi bir tutumun olmadığını, Savaşın
kaotik ortamında, Ermenilerin düşman saflarında ve devlet güçlerine karşı
silahlı mücadeleye girişmesi üzerine iki halk arasında adeta "iç savaş"
benzeri bir tablo ortaya çıktığını, zamanın h.k.metinin de "tehcir"
politikası uygulayarak önlem aldığını öne sürmektedir. Ermeni olaylarını
gerekçe göstererek ve bazı yöneticileri sorumlu tutarak, olayların hemen
ertesinde yapılan yargılamalardan Türk tarafı aleyhine bir sonuç
çıkmamıştır. Konuya ilgi duyan tarihçiler arasında zaman zaman kabaran
tartışmalar, bir sonuca ulaşmadan bugüne kadar sürmüştür.
Buna rağmen dünyanın birçok yerine ve özellikle Fransa’ya ve Kaliforniya’ya
göçmüş ve orada kendi aralarında örgütlenerek bir diaspora oluşturmuş olan
bir kısım Ermenilerin kini dinmemiş, bunlardan bazıları önce İttihat ve
Terakki ileri gelenlerini, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin yurtdışındaki
görevlilerini öldürmek amacıyla Terör örgütleri kurma yoluna gitmişler ve
kendilerince başarıyla sonuçlanan birçok suikast eylemi yapmışlardır. 20.
yüzyılın son 10 yılında Ermeni örgütleri Terör faaliyetlerinin bir sonuç
vermemesi üzerine bir eylem yap(a)mamışlardır. Terör örgütleri dışındaki
diaspora faaliyetleri ise, 1970’lerden itibaren özellikle Batılı devletlerin
parlamentolarında "Ermeni soykırımı"nın tanınmasına odaklanmıştır.
Bu arada tarih sahnesinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği ve bu sistemin çökmesiyle Bağımsız Devletler Topluluğu
içinde yer alan bir Ermenistan devleti vardır. Bağımsızlığın kazanılmasıyla
birlikte ayrı bir siyasi güç olarak sesini duyurma, etkinliğini artırma
gayreti içine giren ve bu amaçla diaspora ile işbirliğine girişen
Ermenistan, hem Türkiye hem de Azerbaycan ile komşudur ve bağımsızlığın
hemen ertesinde Azerbaycan ile savaşa tutuşmuş ve bu ülke topraklarının
önemli bir bölümünü işgal etmiştir.
Ermenistan’la ilgili olarak dikkat çeken bir nokta da sosyalizm sonrasında
yeni bir ekonomik ve toplumsal yapı inşa etmeye çalışan birçok ülkede olduğu
gibi burada da sosyoekonomik yönden bir yoksulluk yaşanmasıdır ama farklı
olarak Ermenistan bunlar arasında en çok göç veren ülkedir. Hani neredeyse
olumsuz ekonomik koşullar, Ermenileri yeni bir "tehcir"le karşı karşıya
getirmektedir.
1970‘lerden beri çeşitli ülke parlamentolarında kah gündeme gelip çekilen,
kah kabul edilen, kah belirsiz bir zamana ertelenerek bekletilen "Ermeni
soykırımı yasa tasarıları" 2000 yılıyla birlikte birçok ülkede birden hızla
gündeme gelmiş ve birer birer onay almaya başlamıştır. Elbette bu durumdan
önce diaspora Ermenilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı-propaganda
çalışmalarını yüzlerce kat aşan bir maddi ve örgütsel çabayla, kitaplar,
bültenler, toplantılar ve lobi faaliyetleriyle konuyu Batılı kamuoyunun
gündemine taşıma gayretleri olmuştur ama son yıllarda sorunun çok belirgin
bir ivme kazanmış olduğu da açıktır. Doğal olarak her kabul edilen yasa
tasarısıyla birlikte o ülkeyle Türkiye Cumhuriyeti’nin arasında bir gerilim
yaşanmaktadır ve aslında her iki taraf için de bir sonuç alınması mümkün
olmayan bu t.r gerilimler, birer komşu ülke olan Türkiye-Ermenistan
ilişkilerini patlatacak olan dinamitler olarak uluslar arası arenadaki
yerlerini almaktadırlar. Parlamentolarda tasarıların yasallaşmasının
ardından sonra gelecek adımların Ermenilerin tazminat ve toprak talebi
olacağı şeklindeki iddialar da göz önünde tutulduğunda, iki komşu ülkeyi ve
halkı nasıl bir tehlike beklediği daha açıkça görülecektir.
Şimdi herkes tarihsel öncüllerine rağmen, neden "Ermeni Sorunu"nun şimdi
gündeme geldiğini sormaktadır. Verilen cevaplar arasında "Kafkasya’nın dünya
güç mücadeleleri bakımından taşıdığı jeo-stratejik ve zengin petrol ve doğal
gaz yatakları açısından taşıdığı jeo-ekonomik önem"in hep vurgulanması çok
dikkat çekicidir. Şüphesiz bu cevaplarda çok yüksek bir gerçeklik payı
vardır ama biz yine de bir başka gerçeklik alanına, sorunun şimdiye kadar
gözlerden kaçan psikolojik boyutuna bakmak istiyoruz. Yalnızca jeo-stratejik
değerlendirmeler, sorunun dünyadaki güç mücadelesi açısından önemini
göstermekle birlikte, komşu iki ülke ve kardeş iki halk arasındaki barışın
tesisi, çatışmanın dinamikleri ortaya konmadan sağlanamaz.
Neden şimdi?
"Ermeni soykırımı yasa tasarıları"nın Batı ülkelerinin meclislerinde birer
birer onaylanarak yasallaşmasının ardında jeostratejik ve jeo-ekonomik
nedenlerden ayrı olarak, şimdi uygun bir psikolojik atmosferin bulunmasının
da rolü vardır. Bu psikolojik atmosferin ana çerçevesini, Almanlar
tarafından Yahudilere uygulanan "soykırım" (The Holocaust) oluşturmaktadır.
"Yahudi soykırımı" çerçevesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bazı
sosyologların "insan hakları çağı" diye adlandırdığı bir hukuksal anlayış ve
ona bağlı yeni bir ideolojik ve psikolojik atmosfer ortaya çıkmıştır.
Şüphesiz insanlığın daha adaletli bir dünya arayışında bu gelişme çok önemli
bir adımdır ama bu adımın bazı psikolojik yan etkiler yapmış olduğu bugün
daha iyi anlaşılmaktadır. Bu psikolojik yan etkiler, başlıca ikiye
ayrılabilir. Birincisi, "Yahudi Soykırımı"yla birlikte, başta Alman toplumu
olmak üzere, tüm Batılı Hıristiyan bilincin nesiller boyu sürecek ciddi bir
suçluluk duygusuyla kaplanmasıdır. Holocaust’a karşı yapılmış binlerce
yayın, film vs., böyle bir vahşet in yeniden yaşanmaması için olumlu uyarıcı
bir etkiye sahiptir ama bir yandan da olaylarla hiçbir ilişkisi olmayan
nesilleri, altından nasıl kalkacaklarını bilemedikleri bir suçluluk
duygusuyla doldurmaya devam etmektedir.
"İnsan hakları ideolojisi"nin hiç istenmediği halde yol açtığı ikinci
psikolojik yan etkisi, mağduriyetin sürekli olumlanmasının sonucu olarak,
mağdurmuş gibi yapılmasından doğrudan avantaj sağlanılacak bir "mağduriyet
psikolojisi"nin yaratılmasıdır. "Mağduriyet", uluslararası kamuoyu nezdinde
olumlu bir olgu haline gelince, bazılarının da kendilerini bu elverişli
psikolojik ortamdan yararlanmak için mağdurmuş gibi göstermeye çalışmaları
gündeme gelmiştir.
Ruh sağlığıyla ilgili olanlar, mağduriyet psikolojisini çok yakından
tanırlar. Batılı ülkelerin mahkemeleri, bireysel olarak "travma"ya
uğradıklarını ve bu yüzden ruh sağlıklarının bozulduğunu bildiren ve
mütecavizin cezalandırılmasını talep eden davalarla doludur. İşin ilginç
yanı, mütecavizlikle suçlananlar da mağduriyetin kredisinden yararlanmak
için aslında kendilerinin mağdur oldukları iddiasıyla örgütlenmekte
oluşlarıdır.
Mağduriyetin avantajından yararlanmaya kalkışanların olması, "travma"nın iyi
ya da karşı-çıkılmaması gereken bir şey olduğu anlamına gelmez. Mağduriyetin
önlenmesi ve mütecavizin cezalandırılması gerektiği açıktır; aksi halde
dünya "gücü gücüne yetene" ilkesinin geçerli olduğu bir vahşet arenasına
döner. Ama aynı şekilde "sahte-mağduriyet" (pseudo-victimisation)
durumlarını açığa çıkarıp önleyecek, tıpkı futboldaki gibi ceza sahası
içinde kendini sahte bir biçimde, penaltı yaptırmak amacıyla yere atan
futbolcuları cezalandıran kart sisteminin bir benzerinin uluslararası hukuka
eklenmesi gerekmektedir. Aksi halde bir süre sonra, önce münferit devlet
parlamentoları, daha sonra uluslar arası mahkemeler tıpkı Batılı ülke
mahkemeleri gibi "soykırım" davalarıyla dolup taşacak, konunun popüler
ifadeyle adeta "yalama" halini almasıyla, gerçek soykırım mağdurları bu kez
gerçekten mağdur olacaktır.
Mağduriyetten mazuriyete
Ermeni yasa tasarılarının neden şimdi gündeme geldiğinin açıklanmasında
Batılı-Hıristiyan bilincin suçluluk duygusunun ve mağduriyet psikolojisinin
payı büyüktür. Ama burada sorulması gereken bir soru daha vardır?
"2. Dünya Savaşı sonrası bir mağduriyet psikolojisi atmosferi egemen
olmuştur evet bu doğru ama mağdurun kim olduğuna kim(ler) karar verecektir?"
İşte asıl acıklı manzara, bu soruya verilen cevapla birlikte ortaya
çıkmaktadır. Dilediğini "mağduriyetin avantajı"ndan yararlandıranlar ve
mağduriyet psikolojisinin gerçek anlamda arkasına saklananlar, dünyadaki
gücü elinde tutanlardır ve onlar, her iki dünya Savaşından ve milyonlarca
insanın ölümünden gerçekten sorumlu olanlardır. Herkes mağdur olduğunu ileri
sürebilir; zengin ülkelerin parlamentoları ve kamuoyları gerçek mağdurun
saptanması ve desteklenmesi dileğiyle vicdanlarının seslerini dinlemeye
çalışabilirler ama bu arada asıl yaptıkları, kendi suçlu bilinçlerini temize
çıkarmaktır. Daha doğrusu kendi suçlu bilinçlerini temize çıkarmaya yaradığı
için, bu mağduriyet oyununu böylesine istekle oynamaktadırlar.
İşte o yüzden 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasından hiç sorumlu olmadıkları halde,
bugün kendilerini sahnede bulunlar, bu Savaşın en çok acı çekmiş iki halkı,
Türkler ve Ermenilerdir. Onların birbirlerine düşmesine asıl sebep olanlar,
şimdi hakim cüppelerini giymişler, sözüm ona ellerini yıkamışlardır. Kimse
"İki büyük dünya Savaşı neden oldu?", "Dünyadaki güç mücadelesi ne
demektir?" gibi emperyalist emelleri ve tutumları ortaya çıkaran sorular
sormamakta, bunun yerine herkes, "Türkler mi yoksa Ermeniler mi daha suçlu?"
diye gerçek suçluyu (?) aramaktadırlar.
Mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl düzenek, iki dünya Savaşının
sorumlularının "mazuriyet psikolojisi"dir. "Hitler, soykırımı Türklerden
öğrendi" şeklindeki, son zamanlarda propagandanın ana tematiği olan Ermeni
tezinde, bu çocukça düzenek kendini iyice açığa vurmaktadır. Tıpkı kabahat
işleyen bir çocuğun, "ama Ali de öyle yapmıştı" diyerek eylemini meşru
göstermeye çalışması gibi, t.m Batılı-Hıristiyan bilinç de "aslında biz
böyle şeyler yapmayız ama Türklerden öğrendik" gibi çocukça bir düzeneğe
sarılmakta, böyle komik ve çocuksu bir yolla günahlarından arınmayı
ummaktadırlar.
Bu çocuksu düzeneğin uluslararası hukukta bir yer bulabilmesi halinde, tarih
her suç için kendinden önce bir fail bulunacak kadar zengin olduğundan,
böyle bir durumdan asıl zararI görecek olanlar gerçek travma mağdurlarıdır.
Oysa İsrail devleti ve aydınları, "Ermeni soykırımı" iddialarını dünya
kamuoyunun soykırım açısından bilinçlenmesi projesinin bir parçası olarak bu
sonuçları pek düşünmeden desteklemişlerdir.
"Hitler’in ilk suçlu olmadığı" şeklindeki Ermeni tezinin asıl tamamlayıcısı,
bazı Ermeni tezi destekçilerinin (Bak. Julia Pascal’ın Guardian’daki 27 Ocak
2001 tarihinde yayınlanan yazısı) Batılı kamuoyunda Ermenilere sempati
oluşturmak amacıyla yaydıkları "Hıristiyanlığı resmen kabul eden ilk devlet,
Ermenilerdir" tezidir. Vatikan ve Ortodoks temsilcisinin girişimleri de göz
önünde tutulduğunda, Batılı-Hıristiyan bilincin Ermenilere tutunarak nasıl
günahtan arınmaya çalıştıkları daha iyi anlaşılacaktır.
Diaspora Ermenilerinin kimlik krizi
Bugün Ermeni halkı, üç temel kategoriye ayrılmış durumdadır. Birincisi
Ermenistan devletinde ve kısmen de Rusya Federasyonu sınırları içinde
yaşayanlar; ikincisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşI olan Ermeniler ve son
olarak diaspora Ermenileri... Bunların her birinin toplumsal psikolojisi
farklıdır ve bize göre, Türk düşmanlığını ve bunun bir devamı olarak
"soykırım" tezini en çok körükleyenler diaspora Ermenileridir. Çünkü onlar,
çok ciddi kimlik krizi içindedirler ve krizin telafisi için Türk
düşmanlığından ve mağduriyet psikolojisinden başka yolları yoktur.
Fransa’da ve Kaliforniya’da yaşayan, ebeveyni Türkiye’den göç etmiş bir
diaspora Ermenisinin ruhsal durumunu hayal etmeye çalışın; onun nasıl bir
"ben duygusu"na (self-feeling) ya da "egokimliği"ne (ego-identity) sahip
olabileceğini düşünün. Kimliğinin oluşturucu unsurları olarak zihinsel
aygıtındaki malzeme şunlardır:
i-Bir Fransız ya da Amerikan vatandaşıdır.
ii-Katolik ya da Protestan olmadıysa Ortodoks’tur ama büyük olasılıkla özel
bir dinsel eğitim aldığı Ermeni Ki lise’sinden yoksundur.
iii- Ermeni olduğu söylenmektedir ama büyük olasılıkla evde konuşulanlar
dışında Ermenice öğrenebileceği bir eğitim olanağından yoksundur.
iv- Türkiye’de Ermenilerin yaşadığını, onların Ermeni kimliği açısından
kendilerinden nispeten daha iyi olanaklara sahip olduklarını bilmektedir.
(Fransa ve Türkiye’de yaşayan Ermeni nüfus ve sahip oldukları dinsel ve
eğitsel olanaklar kabaca karşılaştırıldığında bile ne demek istediğimiz
hemen anlaşılacaktır.)
v- Ermenistan diye bir ülke olduğunu bilmektedir ama sosyoekonomik bakımdan
çok iyi durumda olmayan bu ülkeye ve bu ülkeden daha iyi durumda olmasına
rağmen Türkiye’ye asla gidip yerleşmeyeceğini de çok iyi bilmektedir.
vi- Ermeni tarihiyle ilgili olarak en iyi bildiği tek şey, Türklerin
kendilerine neler yaptıklarıdır. Ortak belleklerinin ve kimliklerinin
inşasında temel olabilecek bir "zafer nişanesi", travmanın anıları dışında
başkaca temel bir özellik yoktur.
Herkes kolayca kabul eder ki, "Ermeni karşıtlığı" Türklerin toplumsal
psikolojilerinde çok önemli bir yer tutmamaktadır. Türkler, kimlik inşası
için zaferle dolu ortak bir belleğe sahiptirler. Gerçi Osmanlı
İmparatorluğu’nun çökmesiyle büyük bir yıkım ve hüsran duygusu yaşamışlardır
ama sonuçta yine de bu yıkımın ardından bile Kurtuluş Savaşı ve Türkiye
Cumhuriyeti gibi iki muzaffer olgu yaratabilmişler ve iyiliklerle
donattıkları Mustafa Kemal Atatürk gibi bir ulusal kahraman
çıkarabilmişlerdir.
Şimdi Türklerin ulusal kimlik kurma açısından şanslarıyla yukarıda bir
kimlik duygusu için muhtemel kurucu unsurlarını sıraladığımız diaspora
Ermenilerinin konumlarını bir karşılaştıralım. Göreceğimiz şudur: Diaspora
Ermenileri için, yaşadıkları zengin Batı ülkesinin kimliğine sarılmak
dışında, bir ulusal kimlik şansI hiç yoktur ama grup (cemaat) kimlikleri
açısından Türk düşmanlığı ve intikam duyguları kurucu bir işleve sahip
olabilir. Grup kimliğine sahip olmanın ve mağduriyet psikolojisinin (hele
hele Hıristiyan bir mağdur olmanın) avantajlarını Türk düşmanlığı sayesinde
yaşayabilirler. Bir diaspora Ermenisi’in etnik grup (cemaat) kimliği
geliştirebilmek için ebeveyninden devraldığı ve diğer Ermeni evleriyle kendi
evlerinde ortak olan tek miras, Türk düşmanlığıdır. Üstelik hayatlarında hiç
Türkiye’yi ve hatta bir Türkü görmemiş olan ikinci nesil ve sonraki Ermeni
nesilleri için her şey hayali olduğundan, Türk düşmanlığının boyutlarını
hayali biçimde artırarak böyle bir kimlik inşası kolayca
gerçekleştirilecektir. Öyle ki böyle hayali bir kimlik uğruna, yeni nesil
Ermeniler, artık "Türklerin tuvalet taşlarını bile Ermeni mezarlarından
yaptıkları" şeklindeki dehşetengiz yalanlara inanabilmekte (Bak. Julia
Pascal’ın Guardian’daki andığımız yazısı) hayatlarında en çok yapmak
istedikleri şeyin "bir Türkün yüzüne tükürmek" olduğunu
söyleyebilmektedirler.
Bu yüzden diaspora Ermenilerini tanıma imkanı bulmuş olanlar, nasıl olup da
Türk düşmanlığının her yeni nesille birlikte böylesine artmış olduğunu
gördüklerinde hayretlerini gizleyemezler. Gerçekten acıya tanık olan ilk
nesil Ermeniler böyle öfkeli değillerdir oysa. Hatta ölene kadar hep bir
kulakları Türkiye’de olmuş, sanki hiç ayrılmamışlar gibi Türkçe radyo
dinlemişler, Türk televizyonlarını izlemişlerdir. Ortak birçok güzel anılar
olan Türk komşularını, birlikte geçirdikleri güzel günleri özledikleri
olmuştur. Özledikçe öfkelenmişlerdir Şüphesiz ama artık bu topraklara geri
dönmeyecekleri için, çocukları geleceklerini bu geldikleri ülkede kursunlar
diye, geçmişin olumlu yanlarını örtbas etmişler, göçün tüm sorumluluğunu
Türklerin üstüne yıkmışlardır.
Şüphesiz her ulusun hem olumlu hem olumsuz birçok özelliği vardır. Ama
tarihin çok uzun yıları boyunca hep kardeşlik içinde yaşamış olan Türkleri
ve Ermenileri, hep birbirlerinin olumsuz özelliklerini göstererek yeniden
karşılıklı olarak birbirlerine kırdırmaya çalışanlar, bu olumsuz
özelliklerinden vazgeçmelidirler.
Ya da Türkler ve Ermeniler, onları birbirlerine kırdırmaya kalkanları görüp
akıllarını başlarına almalıdırlar.
--------------------------------------------------------------------------------
[*] Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiatri Kliniği
Başkanı
|