|
|
Günümüzde süre giden Ermeni meselesi tartışmaları boyunca tarih yazmaya
çalışan politikacıları hedef alan bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. “Bırakınız
tarihçiler karar versin”. Bu ifadeyle ne demek istediğimizi çok azımız
ortaya koyabilmiştir. Şimdi bunu yapmanın tam zamanıdır.
Milliyetçi eğilimleri korumak amacıyla yazılmış yanlı tarih ile olması
gereken tarih arasında çok büyük bir fark vardır. Tarih geçmiş hakkındaki
doğruyu bulmayı hedefler. Tarihçiler doğrunun aldatıcı olduğunun
farkındadırlar. Kararlarını etkileyen önyargılarının olduğunu bilirler.
Bütün gerçeklere hiçbir zaman ulaşılamayacaklarını da bilirler. Fakat tüm
bunlara rağmen her zaman doğruyu bulmaya çalışırlar, o doğru her ne ise.
Tarihi kullanan milliyetçiler ise çok farklı emellere sahiptirler.
Geçmişteki olayları milli mücadelelerinde birer silah gibi kullanırlar.
Onların bir amaçları vardır- davalarını kazanmak- ve bu uğurda her şeyi
kullanırlar. Bir tarihçi bütün ilgili gerçekleri bir araya getirmeye ve bir
bütünlük içinde olaylara bakmaya çalışırken, öte yandan bir milliyetçi
tarihten amacına yönelik olan parçaları seçer ve diğerlerini dikkate almaz.
Diğer insanlar gibi tarihçiler de politik amaç ve ideolojilere sahiptirler,
fakat gerçek bir tarihçi gerçekler onun inancını doğrulamadığında hatalarını
da kabul eder. Ancak davası uğruna her şeyi göze almış bir milliyetçi bunu
asla yapmaz. Gerçekler öngördüğü teorilere uymazsa, milliyetçi onları
dikkate almaz ve davasını tamamlamak için başka yollar arar. Gerçek
tarihçiler hatalar yapabilirler. Davası uğruna her şeyi göze alan milliyetçi
ise bilinçli hatalar yapar ve entelektüel suç işlerler.
Ermeni Sorunu uzun süreden beri milliyetçi çalışmalara konu olmaktadır. Bu
ise tarihsel araştırmanın prensiplerini hiçe sayan tutarsız bir tarihin
oluşmasına neden olmaktadır. Fakat Türkler ve Ermeniler kullanılması gereken
araçlarla tarihe yaklaştıklarında, mantıklı ve tutarlı sonuçlar elde
edeceklerdir. “Bırakın tarihçiler karar versin”; bütün gerçeklere bakan,
bütün görüşleri değerlendiren, tarihsel prensiplere başvuran ve mantıklı
sonuçlara varan diğer tüm tarihsel araştırmalar gibi, yapılması gereken
tarihsel bir araştırmaya çağrıdır.
Tarihçiler özellikle şu temel soruları sorarlar: “Bir Ermenistan var mıydı?
Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde kendi devletlerini haklı olarak
talep edecekleri kadar Ermenilerin çoğunluğu oluşturduğu bir bölge var
mıdır?”
Bunların cevaplarını bulabilmek için, tarihçiler özellikle istatistik
arşivleri olmak üzere, devlet nüfus istatistiklerine bakarlar, çünkü
devletler çok nadiren kendi kendilerine yalan söylerler. Devletler kendi
vatandaşlarının sayısını bilmek, onları anlamak, izlemek, askere almak ve
daha önemlisi vergilendirmek için bilmek isterler.
Bu konuda Osmanlıların diğer devletlerden farkı yoktur. Diğer devletler gibi
hatalar yaparlar, özellikle de kadınların ve çocukların sayımında bu hatalar
söz konusudur. Ancak bu eksik sayımlar istatistiksel metotlar kullanılarak
düzeltilebilir. Sonuçta Osmanlıda yaşayan Ermenilerin sayısı hakkında en
gerçekçi tabloyu elde etmiş oluruz. Birinci Dünya Savaşı başlarında
Ermeniler “Osmanlı Ermenistan” (Ottoman Armenia) diye tabir ettikleri
bölgede toplam nüfusun yalnızca %17’sini teşkil etmekteydiler. Aslında
dünyadaki tüm Ermeniler Doğu Anadolu’ya gelseler yine de orada çoğunluk
oluşturamazlardı.
Osmanlı’nın doğusunda yaşayan Ermenilerin görece az sayıda bulunmalarından
şu iki çıkarıma ulaşılabilir: Birincisi, Anadolu’daki Ermenilerin Osmanlı
Devleti’ne karşı tek başlarına büyük bir tehlike oluşturmaları olanaksızdı.
Bazı Ermeni isyancıları devlet düzenini bozmuş olabilir, ancak bunların çok
azı Osmanlı otoritesini tehdit edecek düzeydeydi. Ermeni isyanları, yalnızca
Ruslar tarafından sağlanabilecek olan dış desteğe ihtiyaç duymuşlardır.
İkincisi, Ermeni milliyetçileri öncelikle o bölgede yaşayan Müslümanları
tamamen tahliye ettikleri takdirde yalnızca kendilerine ait olan devleti
yaratabileceklerdi.
Müslüman-Ermeni arasındaki düşmanlığın tarihi gelişimini anlamak için
tarihsel prensipler kullanılabilir. Bu ilkeler uygulandığında Ermenilerin
tarihinin de başka tarihlerden farklı olmadığı görülür. O tarihin bir kısmı,
çevre koşulları nedeniyle tekdir, ancak diğer tarihlerle başka yer ve
zamanlarda geçen olaylarla benzerlikler taşır. Bu prensipler:
1. Çoğu etnik çatışmalar uzun süreler içerisinde oluşurlar. Almanlar ve
Polonyalılar, Finliler ve Ruslar, Hint yarımadasındaki Hindular ve
Müslümanlar, İrlandalılar ve İngilizler, Avrupalılar ve Kuzey Amerika’daki
yerli Amerikanlar- bütün bu çatışmaların yayılması kuşaklar boyu ve sık sık
da yüzyıllarca sürdü.
2. Modern zamanlara gelinceye kadar etnik grupların ve insanların toplu,
çoğu karşılıklı, ölümlerinin en az iki tarafın savaşmasının bir sonucuydu.
3. Milliyetçi devrimcilerle devletler arasında çatışma çıktığında tarafların
ilk karşı karşıya gelmesini devrimciler başlatmışlardır. Yerleşik
devletlerin çıkarını iç barış oluşturur. İyimser olarak baktığımızda,
devletlerin yurttaşlarına sağladıkları yararlar sonucunda iç huzur
beklerler. Daha az iyimser olursak, barışın vergi toplamayı ve iç değil de
dış düşmanlarla savaşmak için orduyu kullanmayı kolaylaştırdığı görülür.
Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Osmanlı İmparatorluğu içindeki
Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan isyanları bu prensibin doğruluğunu
gösterir şekildedir.
Bu prensipler doğrultusunda, Türklerin ve Ermenilerin tarihi, başkalarının
tarihinden farklı değildir. Tarihi prensipler uygulanmıştır.
Türkler ve Ermeniler arasındaki anlaşmazlık uzun bir süre içerisinde
gelişmiştir. Ermeni-Müslüman anlaşmazlığının ortaya çıkmasında ilk
suçlanması gereken Rusların emperyalist yayılmasıdır. Korkunç Ivan
zamanında, 16. yüzyılda Ruslar fethettikleri topraklardan Müslümanları sürme
politikası izliyorlardı. Sonraki üç yüz yıl boyunca, Müslümanlar, çoğu Türk
olmak üzere, bugün Ukrayna, Kırım ve Kafkasya olarak bilinen yerlerde ya
öldürüldüler ya da buralardan sürüldüler. 1770’lerden 1850’lere kadar Rus
saldırıları ve Rus kanunları 400,000’den fazla Kırım Tatar’ını topraklarını
terk etmeye zorladılar. Kafkasya bölgesinde 1.2 milyon Çerkez ve Abhaza
Ruslar tarafından ya sürüldü ya da öldürüldü. Bunlardan üçte biri yaşamını
kaybetti- çoğunlukla göz ardı edilen Müslüman katliamlarından biridir.
Tatarlar, Çerkezler ve Abazalar Osmanlı İmparatorluğu’na geldiler. Onların
varlığı Osmanlı Müslümanlarına Rus istilasının neler yapabileceğini öğretti.
1790’larda Kafkasya bölgesindeki Ermeni azınlığın üyeleri Müslüman yönetime
karşı isyana başladı ve Rus istilacılarla ittifak kurdular. Silahlı Ermeni
birlikleri Ruslara katıldılar. Ermeni casuslar Ruslar için istihbarat
çalışmalarda bulundular. Bu savaşlarda Müslümanlar katledildi ve sürüldüler.
Ermeniler buna karşılık daha önce, Karabağ gibi, Müslümanların yaşadıkları
yerlere göç etmeye başladılar. Bu Güney Kafkasya ve sonra Doğu Anadolu’da
yaşayan insanların, iki farklı kampa bölünmelerine yol açacak olayların
başlangıcıdır-bir tarafta Rus İmparatorluğu ve Ermeniler, diğer tarafta
Müslüman halk ve Osmanlı İmparatorluğu. Çoğu Ermeni’nin ve Müslüman’ın
kuşkusuz bu anlaşmazlıklarla ilgisi yoktu, ama olaylar onları bir taraf
tutmaya zorladı.
1827-1829 Ruslar ve İranlılar ile Ruslar ve Osmanlılar arasındaki savaşlar
doğuda 1920’lere kadar sürecek olan nüfus değişimlerine neden oldu. Ruslar
bugün Ermenistan Cumhuriyeti olarak tanınan Ermeni Hanlığı’nı
fethettiklerinde nüfusunun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. Bunların
yaklaşık üçte ikisi, 60,000 Müslüman, Ruslar tarafından Erivan’ın dışına
sürüldüler. Ruslar işgallerini Ermenilerden de destek buldukları Anadolu’da
sürdürdüler. Savaşın sonunda Ruslar Doğu Anadolu’yu terk ederken onlara
50-90,000 kadar Ermeni de katıldı. Erivan ve diğer bölgelerden sürülen
Müslümanların yerlerine yerleştiler, onlara İran’dan gelen 40,000 Ermeni de
katıldı.
Büyük nüfus değişimleri başlamış ve sonucunda Anadolu Müslümanları ve
Ermenileri arasındaki güven kaybolmuştu. Ruslar 19. yüzyılda, Kırım Savaşı
ve 1877-78 Rus-Türk Savaşı sırasında Anadolu’yu iki kere daha
fethedeceklerdi. Her iki savaşta da önemli sayıda Ermeniler Ruslara katılıp
casusluk ve işgal kuvvetleri polisliği yapmışlardır. Örneğin Erzurum’da,
İngiliz konsolosluk görevlilerinin raporuna göre Ruslar tarafından atanan
Ermeni polis şefi ve onun komutasındaki Ermeni kuvveti “Muhammet’e
inananlara taciz etmişler, kötü davranmışlar ve hakaret etmişlerdi”, ve
6,000 Müslüman aileyi şehri terk etmeye zorlamışlardı. Ruslar geri
çekilirken Müslümanların intikamından korkan 25,000 Ermeni de onlara
katıldı. Ancak en büyük göç 1882 yılında çoğunluğu Türk olan 70,000
Müslüman’ın ve 40,000 Lazın Rusların işgal ettikleri topraklardan
sürülmesidir.
1900’lerde yaklaşık 1,400,000 Türk ve Kafkas Müslüman, Ruslar tarafından
yerlerinden edilmiştir. Bunların üçte biri ölmüş, öldürülmüş ya da açlık ve
hastalıkların kurbanı olmuştur. 125,000 ile 150,000 arasında Ermeni, Osmanlı
Anadolu’sundan (Ottoman Anatolia) Erivan’a ve Rusların elinde bulunan Güney
Kafkasya’nın diğer bölümlerine göç etmişlerdir.
Bu Rus emperyalizminin ödettiği bedeldi. Yalnızca bir buçuk milyon insan
sürülmek ve öldürülmekle kalınmamış, aynı zamanda etnik barış da yok
edilmiştir. Müslümanlara, yedi yüz yıldır beraber yaşadıkları 19. yüzyıldaki
Ermeni komşularının, Rus ilerlemesiyle, bir kez daha düşman olabileceklerini
öğretmişlerdi. Ruslar, tarih öğretileri anlaşmazlıklar ve toplu katliamlar
içinde muhtemel olan, iki taraf yaratmışlardı.
Ermeni isyancıların eylemleri Osmanlının doğusundaki Müslümanlar ve
Ermeniler arasındaki ayrılığı ve karşılıklı korkuyu arttırdı.
Belli başlı Ermeni devrim örgütleri 1880’lerde ve 1890’larda Rus
İmparatorluğu’nda kurulmuştu. Bu örgütler ideolojik olarak sosyalist ve
milliyetçilerdi. Seçtikleri silah ise terördü. İsyancılar açıkça planlarının
Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı koyduğu planla aynı olduğunu
ortaya koymuşlardı. İsyancılar Bulgaristan’da öncelikle Müslüman köylüleri
katletmişlerdi. Osmanlı Devleti bu sırada Bosna’da Sırplarla savaş
halindeydi ve yerel Türk halktan kendilerini bu isyancılara karşı
savunmalarını istemişti, bunu gerçekleştirdiler de, ama birçok can
kaybettiler. Avrupa gazeteleri ölen Müslümanlardan değil de Bulgarlardan
bahsetti. Avrupalılar bütün bu ölümlerin isyanlardan kaynaklandığına
inanmıyor, Türklerin kötü niyetine bağlıyorlardı. Ruslar görünüşte
Hıristiyanları kurtarmak amacı ile işgal etmişlerdi. Sonuç Bulgaristan’da
yaşayan Müslüman halkın %17’sini oluşturan 260,000 Türkün öldürülmesi ve
%34’ünün de sürülmesi olmuştur. Ermeni isyancıların da izlemek istedikleri
plan buydu.
Ermeni isyanları hem Rus hem de Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin
gerilla çeteleri kurmalarıyla başladı. Silahlar kaçak olarak elde edildi. Bu
gerillalar Osmanlı devlet memurlarını öldürdüler, Müslüman köylere
saldırdılar, ve on dokuzuncu yüzyılın en etkili terör silahı olan bombayı
kullandılardı. 1894’te isyancılar artık açık bir devrim için hazırdılar.
İsyanlar Sasun, Zeytun, Van ve diğer bölgelerde 1894 ve 1895’te başladı.
Bulgaristan’da olduğu gibi masum sivilleri öldürmekle işe başladılar. Zeytun
isyanının lideri emrindeki kuvvetlerinin 20,000 Müslüman’ı öldürdüğünü
açıkladı. Bulgaristan’da olduğu gibi Müslümanlar karşılık verdiler. Örneğin
Van’da 400 Müslüman ve 1,700 Ermeni Öldü. İsyanlar birbirini izledi.1909’da
Adana’da, devlet kontrolü kaybedince, Ermeni isyanı çok kötü bir hal aldı ve
isyancılar ve masumlar olmak üzere çoğunluğu Ermeni 17,000 ile 20,000 arası
insan öldürüldü. İsyanlar devam ederken, 1894 ve 1897’de Ermeniler en büyük
intikam saldırılarının onlardan gelebileceğini düşünerek kasıtlı olarak Kürt
aşiretlerine saldırdılar. Bunun sonucu olarak Kürtler ve Ermeniler arasında
meydan savaşları başladı.
Ama işler Ermeni isyancılar için kötü gitti. Ermeniler Bulgarların planını
izlediler, Müslümanları öldürdüler ve intikam saldırılarına maruz kaldılar.
Kendi insanları daha fazla acı çekti. Güvendikleri Ruslar ve Avrupalılar da
bu olaylara karışmadılar. Avrupa’nın politikaları ve iç sorunlar Rusları
engelledi.
Ermeni isyancıların yaratmak istedikleri neydi? Sırplar ve Bulgarlar Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı isyan ettiklerinde talep ettikleri, Sırpların ya da
Bulgarların çoğunlukta olduğu topraktı. Kendi topraklarından Türkleri ve
diğer Müslümanları kovmuşlardı, ama bu Müslümanlar zaten bir çoğunluk
değillerdi. Bu Ermeniler için geçerli değildi. Şiddetle göz diktikleri
topraklarda çoğunluğu Müslümanlar oluşturuyordu. Bir Ermenistan kurmanın
yolu bu Müslümanları kovmaktı.
Birinci Dünya Savaşı’nı iyi anlayabilmek için bu tarihi çok iyi bilmek
gerekir. Uzun bir tarihsel süreç içerisinde iki anlaşamayan taraf oluştu.
Rus emperyalistler ve Ermeni devrimciler Osmanlıların istemediği bir kavga
başlattılar. Osmanlılar Rusların ve Ermenilerin planlarına karşı gelerek
kendi vatandaşlarını savunmak zorundaydı. Tarih Osmanlılara, Ermeniler eğer
zafer kazanırsa bunun toprak kaybetmenin yanı sıra toplu sürülmenin ve
öldürülmenin de Müslüman çoğunluğun kaderi olacağını öğretmişti. Bu da
Ermeni isyanının kesinlikle temel amacıydı.
Büyük Savaşın beraberinde getireceklerini 1905 Rus Devrimi’nde görebiliriz.
Ruslar Azerbaycan’daki etnik anlaşmazlıkları körüklemişler ve iki toplum
arası savaşı tahrik etmişlerdir. Azeri Türkleri ve Ermenileri boyunduruğu
altında yaşadıkları imparatorluğa karşı savaşacaklarına birbirleriyle
savaşmışlardır. Hem Türkler hem de Ermeniler birbirlerini düşman kabul
etmenin acı derslerini öğrendiler, ve çoğu da ne kan ne de savaş
istiyorlardı. Ama taraflar çoktan yaratılmıştı.
1914 sonlarında Osmanlı doğusundaki toplumlar arası anlaşmazlık Ermeni
isyanı ile başlamıştır. Yaklaşık 8,000’i Kağızman’dan, 6,000’i Iğdır’dan ve
diğer yerlerden olan Anadolu Ermenileri Rusya’nın elinde bulunan Güney
Kafkasya’ya eğitime gitmişlerdi. Daha sonra yerel isyancılara katılmak üzere
geri döndüler ve isyan bütün doğuyu sardı. Osmanlı Devleti sadece Sivas
vilayetinde 30,000 isyancı olduğunu tahmin ediyordu, muhtemelen abartılmış
olmakla beraber isyanın genişliği açısından önemli bir ölçüdür. Askeri
hedefler saldırılması gereken ilk yerlerdi: telgraf telleri kesilmişti.
Stratejik dağ yolları tutulmuştu. İsyancılar özellikle doğuda asker
toplamakla görevli Osmanlı devlet memurlarını hedef almışlardı. Uzak
kesimlerdeki Müslüman köylere ilk saldırılar ve Müslümanlara yönelik
katliamlar başladı. İsyancılar Zeytun, Muş, Şebin Karahisar, ve Urfa’yı
almaya çalıştılar. Sınırlarda bulunması gereken Osmanlı silahlı kuvvetleri,
bunun yerine içeride isyanları bastırmak zorunda bırakılıyordu.
En şiddetli isyan hareketi Van şehrinde görülmüştü. 1915 Mart’ında kenti
zayıf bir Osmanlı garnizonunun elinden aldılar ve kaçamayan bütün
Müslümanları öldürdüler. Civar bölgeden toplanan 3,000 Kürt toplanıp Van’ın
dışında yer alan Zeve’ye getirildi ve burada katledildi. Buna cevaben Kürt
aşiretler, önlerine çıkan Ermeni köylülerden intikamlarını aldılar.
Tarihsel prensipler yine iş başındaydılar. İsyancılar eyleme geçmişler ve
sonunda ortaya, savaşan iki taraf çıkmıştı. Ermenilerin Van ve çevresinde
yaptıklarından sonra Müslümanlar Ermenileri kendilerini öldürebilecek düşman
olarak görmeye başlamışlardı. Ermenilerin tek korktuğu şey Müslümanların
intikam almalarıydı. Bu insanların çoğunda savaşma isteği yoktu, ama buna
zorlanmışlardı. Bu çatışma acımasız olacaktı.
Sonraki beş yıl içerisinde Osmanlının doğusunda tam bir savaş yaşanıyordu.
Ruslar saldırıya geçmiş ve doğuyu ele geçirmiş, bir milyondan fazla Müslüman
ölmektense mülteci olmayı tercih etmişti. Kaçarlarken yolda Ermeni çetelerin
saldırılarına maruz kaldılar. Ruslar geri çekilirken bu defa kaçma sırası
Ermenilere gelmişti. Ruslar saldırdılar ve geri çekildiler, sonra tekrar
saldırdılar, sonra bir kez daha geri çekildiler. Her ilerleyişlerinde yüz
binlerce insanın kaçmasına neden oldular.
Doğu Anadolu’da iki savaş yaşandı, biri Rus ve Osmanlı orduları arasında ve
diğeri yerel Müslüman ve Ermeniler arasında. Ordular arasındaki savaşta
siviller ve düşman askerleri bazen insancıl bazen de kötü muamele gördüler.
Ama Müslümanlar ve Ermeniler arasındaki savaşta hiç merhamet yoktu.
Ailelerini savunmak için erkekler bütün gaddarlıklarıyla savaştılar.
Bugün genel kanı olarak göç olayının sadece bir tarafını görülüyor, diğer
bir deyişle sadece Anadolu’daki zorunlu göç, Ermenilerin tehciri görülüyor.
Aslında zorunlu göç olayları sadece Ermeni tehciri demek değildir. Ermeniler
için en kötü zorunlu göç, geri çekilen ordularıyla birlikte yaşadıklarıdır.
Onlar da, aynı Osmanlı ordularıyla birlikte geri çekilen Müslüman halk gibi
acı çekmişlerdir. Açlık ve hastalıklar, her iki taraftan da, düşman
mermilerine hedef olan insanlardan daha fazla insan öldürmüştür. Tarihsel
prensipler içerisinde bu öngörülmüştür: açlık ve hastalık her zaman en kötü
katillerdir. Yine bir tarihsel prensibe göre mülteciler her zaman en fazla
acı çekenlerdir.
Bir çok zorunlu göçten biri de Ermenilerin Anadolu’dan Osmanlı Hükümeti
tarafından planlı bir şekilde göç ettirilmesidir. Tarihin ve savaşta geçen
olayların ışığında, Osmanlıların Ermenilerden korkmaları için bariz
nedenleri olduğu gerçekti, ve zorunlu göç tarihsel olarak Balkanlarda ve
Orta Doğuda sorunların çözümü için uygulanan yöntemlerden biriydi. Şu da
doğrudur ki, askerleri Ruslarla ve Ermenilerle savaşan Osmanlı Hükümeti,
Ermeni göçmenleri iyi koruyamamıştır. Ne yazık ki, 200,000’den fazla göçmen
Ermeni Büyük Suriye’ye ulaşmış ve yaşamışlardır. (Bazılarına göre toplam göç
edenlerin üçte ikisi kurtulmuşlardı.)
Zorunlu Ermeni göçünde soykırım yapıldığını iddia edenler, göçten sonra hâlâ
yaşayanları görmemezlikten geliyorlar. Çoğunlukla Osmanlı kontrolü altındaki
Ermeniler, İstanbul, İzmir, Edirne ve devlet gücünün daha çok hissedildiği
diğer bölgelerdeki Ermeni vatandaşları ne tehcir edildi ne de saldırıya
uğradılar. Herhalde buralardaki Ermeniler bir tehdit oluşturmuyorlardı.
Bu gerçeklerin ışığında mantıksal olarak soykırım iddiaları direnemez. Eğer
soykırım olduğu hala düşünülüyorsa, o zaman 1915 ve 1916’da öldürülen
Türklerden ve Kürtlerden de bu yüz kızartıcı suçta kurban olarak
bahsedilmeleri gerekiyor. 1918’de Ermenilerin geri çekilmesi sırasında
yollarının üstünde bulunan köylerde ve Erzincan, Bayburt, Tercan ve
Erzurum’da öldürdükleri masum insanları da hesaba katmak gerekiyor.
Ermenilerin Silisya’da yaptıkları saldırılar ve katliamların, müttefikleri
Fransızlar ve İngilizler tarafından da üzüntüyle karşılandığı açıkça
tartışılmalıdır. Savaş sırasında Ermenistan Cumhuriyeti’nde Erivan’da
Türklerin üçte ikisinin sürülüp ve öldürüldüğü de hatırlanmalıdır.
Bu, Türkler ve Ermeniler arasındaki anlaşmazlığın tarihidir. Tarih tam
olarak anlaşıldığı zaman Türkleri suçlayanların iddiaları iyi bir şekilde
anlaşılabilir.
Ermeni milliyetçilerinin iddiaları incelenirken ilk olarak Ermenilerin
katıksız yalanları incelenmelidir.
Ermeni Sorunu hakkında üretilen uydurmaların en meşhuru, Osmanlı İç İşleri
Bakanı’nın ve diğer devlet görevlilerinin Ermenileri katletmeleri
talimatlarını içerdiğine inanılan “Talat Paşa Telgrafları”dır. Ne var ki
bütün bunların birer uydurmaca olduğu Şinasi Orel ve Süreyya Yuca tarafından
kanıtlanmıştır. Ancak, bu telgrafların neden bu kadar ciddiye alındığını
insanlar kendi kendilerine sormaktadır. Bütün bir halk, kurşun kalemle bir
telgraf kağıdı üzerine yazılmış bir nota dayanılarak soykırımla suçlanamaz.
Talat Paşa’nın ağzından söylenenler sadece bu örnekle kalmıyordu. Birinci
Dünya Savaşı sırasında, İngiliz Propaganda Ofisi ve Amerikalı misyonerler
Osmanlı devlet görevlilerinin ağzından söylenmiş gibi, bir takım küfürlü ve
iğrenç şeyler yapmalarını emreden bir takım yayınlar yaptılar.
Osmanlıların suçu kabullendiklerini iddia eden uydurmalardan biri de
Amerikan Büyükelçisi Morgenthau tarafından yapılandır. Morgenthau
okuyucularından ona inanmalarını, Talat Paşa’nın kendisine laf arasında
Ermenileri yok etme planlarını anlattığını söylemiştir. Bu sözde
boşboğazlığı konuya biraz sağduyu ve diplomatik uygulamalar bilgisiyle
baktığımızda değerlendirebiliriz. Osmanlı Dahiliye Vekili’nin bu sözleri
söyleyebileceğine kim inanır? Amerika’nın, Ermenileri eskiden beri
desteklediğini ve bunun değişmeyeceğini elbette biliyordu.Eğer içini
boşaltmak, itiraf etmek isteseydi herhalde son açılacağı kimse Amerikan
Büyükelçisi olurdu. Evet, bütün bunları kime anlatıyor? Amerikan
Büyükelçisi’ne! Talat Paşa deneyimli bir politikacıydı. O da şüphesiz bütün
politikacılar gibi kuralları çiğnemiş ve hatalar yapmış olabilir. Ama hiç
kimse Talat Paşa’nın geri zekalı olduğunu iddia etmemiştir. Belki de
Büyükelçi Morgenthau A.B.D. Dışişleri Bakanlığı’nın bu öyküye inanmayacağını
bildiğinden, bu olayı kendi üstlerine hiç bildirmedi, sadece daha sonra
yazdığı popüler bir kitapta kaleme aldı.
Amerikalıların sözlerinden alıntılar seçmecedir. Ermeni davasını gözü kapalı
savunanlar, bir Amerikalı Büyükelçi Morgenthau’nun sözlerini seçip almışlar
ama başka bir Amerikalı Büyükelçi Bristol’ün sözlerini göz ardı etmişlerdir.
Neden? Çünkü, Bristol dengeli bir rapor hazırlamış ve olaylarda Hem
Ermenileri hem de Müslümanları cinayetler nedeniyle suçlamıştır.
En çok görülen uydurmaca, ünlü “Hitler’den alıntılar”dır. Hitler yaptığı
Yahudi soykırımını (Holocaust) savunmak için “Günümüzde Ermenilerin yok
edildiğini kaç kişi hatırlıyor?” dediği söylenir. Bu alıntı artık her yıl
okul kitaplarında, Amerikan Kongresi ve Fransız Parlamentosu’ndaki
demeçlerde ve Türklere saldıran tüm yazılı metinlerde yer almaktadır.
Profesör Heath Lowry’nin bu alıntının doğruluğu üzerine ciddi kuşkuları
vardır. Hitler’in bu sözleri söylemediği çok muhtemeldir. Ama bundan daha da
önemli bir sorun var: Adolf Hitler gibi biri Ermeni tarihi konusunda
güvenilir kaynak olarak nasıl kabul edilebilir? Hitler’in daha önceki hangi
beyanları çok güvenilir bulunmuş da bu açıklamasına güven duyulabilsin?
Politika arenasında “Hitler” kelimesi sihirli bir biçimde felaket simgesi
olarak anılmaktadır. Ermeni sorununda, ondan alıntı yaparak siyasi bir
polemik yaratmak ve Türkleri de Hitler’in neden olduğu felaketin öncüsü
olarak göstermek istemektedirler. Günümüz dünyasında hiçbir şey
düşmanlarınızı Hitler’le birlikte anmak kadar karalayamaz. Bunların hepsi
saçmalıktır, ama konu hakkında hiçbir şey bilmeyen insanları kandırabilecek
kadar iyi hazırlanmış saçmalıktır. Aynı zamanda bu bilinçli olarak tarihin
çarpıtılmasıdır.
Nüfus ile ilgili bilgiler de çok kullanılan birer uydurmacadır. Ermeni
milliyetçilerinin bu konuda kendilerine özgü bir zorlukları vardı- Osmanlı
İmparatorluğu’ndan ayırmayı planladıkları topraklarda azınlığı
oluşturuyorlardı. Bu sorunun çözümü ise uydurma istatistikler oluşturmaktı.
Ermenileri Doğu Anadolu’nun en büyük etnik grubu olarak gösteren uydurma
rakamlar ortaya çıktı. Bu nüfus sayılarıyla ilgili istatistikler, ismini
Marcel Leart olarak değiştiren bir Ermeni tarafından, Ermeni Patriki’nin
çalışmasıymış gibi gösterilerek Paris’te basıldı. Doğal olarak Ermenilerin
sayısı abartıldı ve Türklerinki de olduğundan az gösterildi. Çok ilginçtir
ki bunlar yine ciddiye alındı. Ama bu veriler Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Doğu Anadolu’yu Ermenilere hibe etmek amacı ile kullanılmaya başlandı,
ve günümüzde de düzenli olarak kullanılmaktadır.
Ermeni davasını sonuna kadar savunanlar, sanki Amerikalı misyonerler hiç
yalan söylemezmiş gibi misyonerlerin de yalan söylediğini gösteren sayısız
kanıtı atlıyorlar ve Ermenileri olduğundan daha az masum gösteren şeylerden
bahsetmekten kaçınıp onlardan alıntı yapıyorlar. Örneğin, Van’daki
misyonerler Ermenilerin öldüğünü rapor ettiler, ama aynı Ermenilerin daha
önce yakaladıkları bütün Müslümanları öldürdüğünü rapor etmediler.
Ermeni davası savunucularının tarihi olayları saptırmasını söylediklerinde
değil, ama söylemediklerinde aramalıyız. Güvendikleri çoğu delilin yalan
olduğunu çünkü bütün bunların Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz
Propaganda Ofisi tarafından üretildiğini itiraf etmezler. Bir Ermeni örgütü
tarafından tekrar basılan “Bryce Raporu” (Osmanlı İmparatorluğu’nun
Ermenilere karşı tutumu) adlı belgenin uzun giriş kısmında raporun sözde
doğruluğuna övgüler yağdırılmıştır. Bu yeni basımın hiçbir yerinde raporun
Britanya Propaganda Ofisi tarafından masrafları karşılanarak, savaş
sırasında düşmanları olan Osmanlılara karşı hazırlandığı belirtilmemiştir.
Yine bu yeni basım, sözde Alman zulmünü anlatan ve tarihçiler tarafından
uzun bir süredir yalanlar yığını olarak adlandırılan diğer bir “Bryce
Raporu”ndan bahsetmemiştir. Ayrıca rapordaki kaynaklar yok sayılmış ve
Taşnak Partisi’nin doğruyu söylememe geleneğinden hiç bahsedilmemiştir.
Temel tarihsel olaylar çıkartılmış ve kendi teorilerine ters düşen olaylara
hiç bakılmamıştır bile. Davası uğruna her şeyi göze almış milliyetçiler
İngiliz propagandasından, misyonerlerin raporlarından, Ermeni
devrimcilerinin beyanlarından ve bunun gibi şeylerden söz etmişlerdir.
Osmanlılar tarafından yazılan hiçbir belgeye güven duyulmayacağını iddia
etmek için son yıllarda yüzlercesi basılan Osmanlı belgelerine çok nadir
değinmişlerdir (Ermeni çeteciler tarafından yazılan yazılara daha çok güven
duymuşlardır). Bu belgeler Osmanlıların soykırım planlamadıklarını ve
Ermenilerin rahatı için resmi olarak istekli olduklarını göstermektedir. Bu
belgelerin Ermeni kaynaklarını yalanlaması, incelenmelerini gerektiren
önemli bir nedendir. Güvenilir tarih ancak iki tarafın da tartışma ve
iddialarının incelenmesi sonunda yazılır.
Bütün bunlardan daha kötü olan şey ise Ermeni davası savunucularının
Müslüman ölümlerinden bahsetmemeleridir. Eğer her iç savaşta yalnızca bir
tarafın ölüleri sayılsaydı, tüm iç savaşlar soykırım izlenimi verirdi. Eğer
Van vilayetinde Ruslar ve Ermeniler tarafından öldürülen Müslümanların
sayısının toplam Van’daki Müslüman nüfusunun üçte ikisi olduğu söylenseydi,
Ermenilerin yazdıkları daha doğru olacak ve şimdikinden çok farklı bir
hikaye anlatacaklardı. Doğruyu bulmak için çabalayan tarih bütün
olayları-gerçekleri değerlendirmelidir, ve milyonlarca Müslümanın ölümleri
kesinlikle bahsedilmesi gereken bir gerçektir.
Bu mesele ile ilgili yıllardır çalışan bizler birçok iddia ile karşılaşıp
bunların bir süre sonra kaybolduğunu gördük. Talat Paşa telgraflarına ve
misyoner raporlarına dayanan eski iddiaların yetersiz olduğu anlaşılınca,
yenileri ortaya çıktı.
Bir süre Türklerin eylemlerini açıklamak için Turancılık hareketini neden
gösterdiler. Türklerin Ermenilerden kurtulmak istediğini, çünkü Ermeni
nüfusunun Orta Asya’ya giden yolların önünü kestiği söylendi. Bu iddianın
temelleri coğrafya ve nüfus yoğunluğu üzerine kurulmuştu. Anadolu Ermeni
nüfusu bu yollar üzerinde yoğunlaşmamışlardı. Ancak Ermenistan
Cumhuriyeti’nin Erivan kentinde yaşayan bir kısım Ermeniler bu yollar
üzerinde bulunuyorlardı. Yine de, savaş sonrası Osmanlılar Erivan’ı işgal
edebilecek iken bunu yapmamış ve derhal Bakü’ye gidip oradaki Azeri
Türklerini Ermeni saldırılarından korumak istemişlerdir, ne olursa olsun
Osmanlıların Özbekistan’a kadar ilerlemeyi amaçlayacak kadar deli
olduklarını düşünmek çok zordur.
Savaş sonrası kurulan sıkı yönetim mahkemelerinde İttihat ve Terakki
Cemiyeti hükümeti üyelerinin Ermenilere karşı suç işlemekle suçlanmaları
üzerinde çok durulmuştur. Oysa Ermenilerin suçlamalarında bu mahkemelerin,
müttefiklere yaranmak amacı ile, görevine seçilerek gelmemiş, vatan haini
Damat Ferit Paşa tarafından kurulduğundan bahsedilmemiştir. Mahkemelerin
cezalandırdığı çeşitli suçların hiçbiri olası değildi, Ermenilerin
öldürülmesi de bunlardan biriydi. Mahkemeler Ferit’in düşmanlarını
karalayacak her konuyu doğru olsun, yanlış olsun kullandılar. Suçlananlar
mahkemelerde kendilerini temsil edemediler. Bu gibi “mahkemelerin” verdiği
kararlara güvenilebilir mi? İstanbul’u işgal eden İngilizler, ne elleri
altındaki Osmanlı arşivlerinde, ne de yaptıkları soruşturmalar sonucunda,
Osmanlı hükümetince verilen bir toplu ölüm emri bulamadıklarını itiraf etmek
zorunda kalmışlardır.
Ermeni davası savunucularının yeni bir buluşu da, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin emri altında çalışan Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli örgüttür.
Bize söylendiğine göre Ermeni katliamını bu Teşkilat düzenlemişti. Buna
kanıt olarak ileri sürülenler hiçbir mantıkla bağdaşmıyordu: ileri sürülen
iddiaya göre gizli bir örgütün varlığı ancak kötülük yapmak için olabilirdi,
bu kötü eylemlerin arasında Ermeni katliamı da vardı. Bu iddiaya ek “kanıt”
olarak Teşkilat görevlilerinin Ermenilerin öldükleri bölgelerde bulunmuş
olmalarıydı. Teşkilat üyelerinin Anadolu’nun her tarafına yayılmaları bu
kanıta destek oluşturamazdı. Bu kuşkulu mantığa göre, Teşkilat üyeleri
Müslüman ölümlerinden de sorumlu olmalıydılar, çünkü onlar Müslümanların
öldürüldükleri yerlerde de bulunuyorlardı. Bu mantık hiçbir Teşkilat
üyesinin Ermeni öldürmediği ya da katliama katılmadığını iddia edebilir mi?
Hayır, edemez. Savaş zamanında böyle büyük bir örgütün bu gibi eylemlere
katılmadığını söylemek güçtür, kuşkusuz onlar da bu eylemlere
katılmışlardır. Ancak bunlar Teşkilat’a soykırım yapılması için emir
verildiği iddialarını kanıtlamaz.
Bir Alman bilim adamı, Osmanlıların Balkan Savaşları’ndan kaçan Türk
mültecilerine yer açmak için Ermenileri sınır dışı ettiklerine ve
öldürdüklerine karar vermişti. Osmanlı tarihini bilmeyenler için bu makul
bir açıklama gibi gözükebilir. Osmanlı tarihini bilenler ise Balkanlardan
gelen mültecilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Ermeni meselesinden önce
geldiğini, ve hemen hepsinin doğuya değil de Batı Anadolu ve Osmanlı’nın
Avrupa yakasına yerleştiklerini bilir.
Bu gibi iddialar, kullanılan metotların sonucudur. Davası uğruna her şeyi
göze alan milliyetçiler önce Türkleri suçlar, daha sonra bu iddiaları
doğrulayacak kanıtlar ararlar. Onlar kapalı bir odada güçlü bir düşman ile
savaşır gibidir. Düşman yaklaştıkça, adam kitap, lamba, küllük, iskemle,
eline ne geçirebilirse tuttuğu gibi umutsuzca düşmanının ilerleyişini
durdurmak için fırlatır. Ama düşman ilerlemeye devam eder. Sonunda adam
fırlatacağı şeyleri tüketir ve yenildiğini kabul eder. Davası uğruna her
şeyi göze alan milliyetçilerin düşmanı GERÇEKtir (truth). Onlar sahte
telgraflar, gerçek dışı istatistikler, düzmece mahkemeler ve ne
bulabilirlerse fırlattılar, ama GERÇEK her zaman ilerledi.
Ermeni Sorununu araştıran bilim adamlarının sayısını azaltmak için
uyguladıkları taktiklerden bazıları başarılı olmuştur. Uydurmacalar ve
saptırmalar işe yaramayınca açık tehditlere başvurulmuştur. Tarihçiler ikna
edilemeyince yapılacak en iyi iş onları susturmak olmuştur. Bir profesörün
evi bombalanmıştır. Diğerleri ise benzer şiddet tehditleriyle korkutulmak
istenmiştir.
Tarihçileri susturmak için kampanyalar düzenlenmiştir. Türk Büyükelçisi’ne
Osmanlı Ermenileri hakkındaki soruları yanıtlamasını tavsiye ettiği için bir
profesöre basın yoluyla acımasızca saldırılmıştır. Ancak, Ermenistan
Cumhurbaşkanı’na baş danışman olan Ermeni asıllı Amerikalı bilim adamının
tarafsızlığı sorgulanmamış ya da oğlu Ermenistan Dış İşleri Bakanı olan
Ermeni asıllı Amerikalı profesörün dürüstlüğünden kuşkulanılmamıştır. Kimse
bu bilim adamlarının tarafsızlığını sorgulamadı ya da onlara saldırmadı,
öyle de olması gerekirdi. Yalnız bir soru var, “GERÇEK nedir?”. Hesapların
kimin tarafından ödendiği, yazarın milliyeti, büyükelçilere yazıp yazmaması,
mensup olduğu dini, kime oy verdiği, toplumdaki yeri, özel yaşamı ne olursa
olsun, tarih konusundaki görüşleri incelenmeli ve eğer doğru ise kabul
edilmelidir. Tek önemli soru GERÇEKtir
Bu saldırılar amaçladıkları etkiyi yarattılar. Çok az tarihçi bu tarih
üzerine yazmak istiyor. Saygıdeğer Osmanlı Tarihçisi Bernard Lewis Ermeni
Soykırımını inkar ettiği için Fransa’da mahkemeye çıkarılmıştı. Uzun ve
başarılı bir kariyerden sonra Profesör Lewis kendisini suçlayanlarla başa
çıkabildi. Ayrıca kendisini savunan avukatları tutabilecek konuma geldi.
Kıdemsiz, genç bir bilim adamı bunu yapabilir miydi? Üniversite rektörüne
bağımlı, maaş kaygısı olan biri böyle tehlikeli bir konunun üzerine
gidebilir miydi? Herhangi biri, Profesör Lewis’in sağladığı parasal destek
olmaksızın onun konuşma ve bu konuyu savunma özgürlüğünü savunan avukatlar
tutabilir miydi?
Ben kendim, üniversitemden kovulmam için çalışan ve bir Ermeni gazetesi
tarafından körüklenen bir kampanyanın hedefi oldum. Üniversitemin başkanına
Ermeni Soykırımını kabul etmediğim için, Amerika Birleşik Devletleri’nin
dört bir tarafından, üniversitemden atılmamı talep eden mektuplar ve
telefonlar geliyordu. Amerika’da kıdemli profesörlerin öğrettiklerinden ve
yazdıklarından dolayı kovulamayacaklarını garanti altına alan bir memuriyet
süresi sistemi var ve üniversite başkanı da bu doğrultuda haklarımı savundu.
Fakat genç bir profesör başkalarının karşılaştığı böylesine bir tecrübe ile
yüzleşeceğinden haberdar ise anlaşılır bir şekilde Ermeniler üzerine
yazmaktan çekinebilir.
Bana göre bunların en kötüsü ise en nefret ettiğim şey olan politize olmuş
milliyetçi bir bilim adamı olmakla suçlanmak olmuştur. Neden bunları
söylediğime dair doğru olmayan sebepler uyduruldu- Annemin Türk olduğu,
karımın Türk olduğu, Türk Devleti tarafından büyük paralar aldığım gibi.
Bunların hiç birisi doğru değildir, ancak doğru olsalardı bile yazılarımı
bir parça etkilemeyeceklerdi. Bir bilim adamının çalışmasına meydan okumanın
yolu onun yazdıklarını okumak ve bilimsel bir çalışmayla karşılık vermektir,
o bilim adamının kişiliğine saldırmak değildir.
Davalarını savunan bu milliyetçilerin en yoğun çabalarına rağmen bazıları
hala karşıt olarak tarihin çarpıtıldığından söz ettiğinde ise son cevap
politiktir: Politikacılar tarihi yeniden yazmaya gönüllüdürler.
Parlamentolar kendi halklarını bir soykırım olduğuna inandırmaya
gönüllüdürler. Amerika ‘da Ermeni milliyetçileri, kölelik sisteminden dolayı
özür dilenmesini düşünmeyi bile reddeden Amerikan Parlamentosu’nda,
Türklerden yapmadıkları bir şeyden ötürü özür dilemelerini talep etmek için
lobi çalışmaları yapmışlardır. Fransa’da, Ermeni milliyetçileri, Fransa’nın
Cezayir’de yaptığı ve olduğunu çok iyi bildikleri vahşetten söz etmeyecek
olan Fransız Parlamentosu’nda, hakkında hiç bir şey bilmedikleri bir konuya
dayanarak, Türkiye’de vahşet olduğunu beyan ettirmek için lobi
faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Daha sonra da bir çok milletten insanlara,
bu soykırımın olmuş olması gerektiği anlatıldı, çünkü temsilcileri bu
soykırımı tanımışlardı.
Türkler soykırımla suçlanmaktadır, ama bu çirkin kelime ne anlama
gelmektedir? En çok alıntı yapılan tanımı Birleşmiş Milletler’deki ifadedir:
“Bir milleti, etnik grubu, ırkı, ya da dini cemaati kısmen ya da topluca
imha etmek amacıyla yapılan” eylemler. Soykırım kelimesini bulan Raphael
Lemkin, grupların kültürel, sosyal, ekonomik ve politik olarak imhasını da
soykırım olarak nitelemiştir. Leo Kuper ise etnik olmayan diğer alt
gruplara- örneğin ekonomik sınıflara, kolektif gruplara, ve çeşitli sosyal
kategorilere- yapılan saldırıları da soykırım olarak nitelemiştir. Bu
standartlara göre Türkler soykırım suçu işlemişlerdir. Ama bunun yanında
Ermeniler, Ruslar, Yunanlılar, Amerikalılar, İngilizler ve şimdiye kadar
yaşamış olan bütün insanlar da bu suçu işlemişlerdir. Birinci Dünya
Savaşı’nda Anadolu’da bu tanıma giren birçok soykırım suçu işlenmiştir. Bir
çok grup diğer gruplara saldırmış ve soykırım kelimesi anlamsız hale
gelmiştir.
Peki, o zaman neden bu kadar ses getiren bir terim Türklere karşı
kullanılıyor? Kullanılıyor, çünkü bu kelimeyi duyanlar onun kuramsal
tanımını düşünmüyorlar. Kelimeyi duyanların aklına Hitler ve onun Yahudilere
yaptıkları geliyor. Soykırım kelimesinin arkasında gizlenen başka bir amaç
vardır. Amaç Türkleri bu büyük felaketle birlikte düşündürerek onlar
hakkında olumsuz bir izlenim yaratmaktır. Amaç politiktir.
Ciddi bir tarihçi şu basit soruyu sormalıdır, “Osmanlı Hükümeti Ermenileri
yok etmek için bir plan uyguladı mı?”.
Bu soruyu yanıtlarken, davası uğruna her şeyi göze almış olan Ermeni
milliyetçilerini taklit etmemek önemlidir. Onlar, Ermeniler hiçbir yanlış
yapmamışlardır, dediklerinde buna cevaben, Türkler de hiçbir yanlış
yapmamışlardır, denmemelidir. Buna verilecek yanıt yansız tarih olmalıdır.
İnkar edilemeyen ve edilmemesi gereken taraf ise birçok Anadolu Müslümanının
Ermenilere karşı suç işlemesidir. Bu suçları işleyenlerin bazıları Osmanlı
Devleti görevlileriydi. Bu eylemleri intikam almak için, nefretleri yüzünden
ya da politik nedenlerle yaptılar. Topyekün bir savaşta insanlar iğrenç
eylemlerde bulunabilirler. Bu ne kadar acı verici olsa da tarihsel bir
prensiptir. Osmanlı Hükümeti bunun farkına varmış ve 1,000 kadar Müslümanı
savaş suçu işlemekten yargılamış- bu suçlar arasında Ermenilere karşı suç
işleyenler de vardır- ve suçlu bulunanlardan bazıları asılmıştır.
Tarihsel prensipleri uyguladığımızda, gerçekleşen olayların aslında uzun bir
emperyalizm hikayesi, milliyetçi bir isyan, ve etnik bir anlaşmazlık
olduğunu görürüz. Sonuç ise her iki taraf için de korkunç oranlara varan
ölümler olmuştur. Ortada ise iki taraflı, açıklanabilir ve anlaşılabilir bir
tarihi anlaşmazlık vardır. Bu bir soykırım değildir.
Tarih boyunca, her iki tarafta öldürdü ve öldürüldü. Bu bir soykırım
değildi.
Arşivdeki kanıtların gösterdiği gibi, Osmanlı Devleti, Ermenilerin hayatta
kalmalarıyla ilgileniyordu. Ayrıca bazı verilerin işaret ettiği üzere
yetersiz planlama, devletin zayıflığı, bazı yerlerde suç ve ihmalkarlık
vardı. Bazı devlet görevlileri birkaç kişiyi öldürmüşlerdi, fakat onları
cezalandırmak için de özel bir çaba harcanmıştı. Bu bir soykırım değildi.
Kaderleri tamamen Osmanlıların merhametine kalan, tehcir ettirilen
Ermenilerin büyük çoğunluğu hayatta kalmıştı. Bu bir soykırım değildi.
Çoğunlukla Osmanlı kontrolü altındaki Ermeniler, İstanbul, İzmir, Edirne ve
devlet gücünün daha çok hissedildiği diğer bölgelerdeki Ermeni vatandaşları
ne tehcir edildi ne de saldırıya uğradılar. Bu bir soykırım değildi.
Neden Türkler işlemedikleri son derece iğrenç olan bir suçtan dolayı itham
ediliyorlar? Bunun cevabı duygusal ve siyasidir. Birçok Ermeni Türklerin
suçlu olduğuna kalpten inanıyorlar. Ermeniler yalnızca kendi atalarının
ölümlerinden haberdarlar, Türklerin kayıplarını bilmiyorlar. Onlara karmaşık
bir tarihin yalnızca bir parçası anlatılmış ve onlar bunu sorgulanamaz bir
gerçek olarak kabul ediyorlar. Bu anlaşılabilir bir öfke. Gerçeği hiçbir
zaman duymamış olan Avrupalı ve Amerikalıların- ne yazık ki büyük çoğunluğu
böyle- bu konudaki inançları da anlaşılır. Milliyetçi politikaları için
soykırım iddialarını kullananların eylemleri ise affedilemez.
Rasyonel bir tahlilci, Ermeni milliyetçilerinin nihai amaçlarının önce
tazminat almak daha sonra da Doğu Anadolu’nun kendilerine ait olduğu
iddiasında bulunmak olduğunu inkar edebilir mi?
Sonuç olarak, ne yapılmalı? Bugün bütün burada söylediklerimden de tahmin
edilebileceği gibi, doğru olmayan soykırım iddialarına verilebilecek tek
cevabın tarihin gerçekleri üstüne çalışmak ve duyurmak olduğuna inanıyorum.
Yenilerde Fransız Parlamentosundan geçen önerge gibi politik eylemler doğal
olarak ve uygun bir şekilde Türklerden başka politik eylemlerle karşılık
bulmaktadır, fakat bu politik eylemler hiçbir zaman dünyayı Türklerin
soykırım yapmadığına inandıramayacaktır. Dünyayı ikna edebilmek için gereken
şey bilimsel düşüncenin büyük ölçüde artmasıdır. Arşivler hem Türkler hem de
yabancılar için açık ve kolay ulaşılabilir olmalıdır. Üniversite mezunları
“Ermeni Sorunu” üzerine çalışmaya yönlendirilmelidir. Amerika’da ve hatta,
ne yazık ki, Türkiye’de bile, duyduğum kadarıyla, öğrenci danışmanları bu
konunun “çok politik” olduğunu öne sürerek, çalışmaktan kaçınılmasını
tavsiye etmemelidir.
Daha önce de önerdiğim gibi, Türkiye Cumhuriyeti Ermenistan Cumhuriyeti’ne
iki ülkenin yetkin akademisyenlerinden seçilmiş üyelerden oluşan ortak bir
komisyon oluşturma önerisinde bulunmalıdır. Bütün arşivler bu komisyona açık
olmalıdır- yalnızca Osmanlı arşivleri değil aynı zamanda Ermenistan ve
Ermeni İhtilalci Federasyonu’nun arşivleri de. (Bu çağrı her zaman Türk
arşivlerinin tamamen açılması yönünde yapılagelmiştir. Ermenilerden de aynı
şeyi yapmalarını talep etmenin zamanı gelmiştir.) Bana bunu Ermenilerin
kabul etmeyecekleri söylendi, ama bir şey denenmeden nasıl bilinebilir ki?
Her halükarda, adil ve dürüstçe düşünülmüş olan bu soruya verilecek ret (
kendi içinde), Türklere karşı yürüttükleri iddiaların bilimsel değil politik
olduğunun kanıtı olacaktır.
Böyle bir komisyon olsun ya da olmasın Ermeni meselesi üzerine çalışmalar
devam etmelidir. Bu yalnızca, her zaman gerçek tarihi keşfetmenin
gerekliliğinden değil, haysiyet bunu gerektirdiği için de doğrudur. Onur
bugünlerde pek sıklıkla duyulmayan bir sözcüktür, fakat onur kavramı ne var
ki şiddetle ihtiyaç duyulan bir şeydir. Türklerin Ermeni meselesi ile baş
edebilmek için bir politik strateji uygulamaları gerektiği gibi duyumlar
aldım. Bu strateji doğrultusunda Türk Devleti, bugünkü politik kazanımlar
için geçmiş hakkında yalan söyleyecekti. Hükümet Osmanlıların soykırım
yaptıklarını, ancak farklı bir devlet olmasından ötürü çağdaş Türkiye’nin
bundan sorumlu tutulamayacağını söyleyecekti. Bana söylenen bunun sayesinde
dünya Türkler hakkında daha iyi düşünecekti.
Ben bunun sonuçta kimseyi tatmin edeceğine inanmıyorum İnanıyorum ki bu tarz
bir beyan ardından tazminat ve toprak talepleri gelecektir. Fakat bu ucuz
politik yalanların reddedilmesi için sebep olamaz. Bunlar tamamen yanlış
oldukları için reddedilmelidir.
İnanıyorum ki Türk kadınları ve erkekleri hala onurludurlar. Hangi kazanım
için olursa olsun, kendi ataları hakkında söylenen yalanları kabul etmenin
onurlu bir davranış olmadığını bilirler. Ben, ayrıca inanıyorum ki, bir gün,
belki yakında, belki daha ileriki gelecekte, gerçek tüm dünya tarafından
tanınacaktır. Tarihin doğru çalışılmasının ve Türklerin onurunun bunu
gerçekleştireceğine inanıyorum.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
* 15 Mart 2001 tarihinde, İstanbul’da “Türkiye
Ermenistan İlişkileri, Dünü, Bugünü ve Geleceği” adlı konferansta yapılan
takdim (Çeviri: Doğan Coşkun, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü ).
** Tarih profesörü, Louisville Üniversitesi.
|