Anasayfaİletişim
  
English

Ermeni Gailesinin Tarihsel Kökeni Üzerine

Emekli Büyükelçi, Dr. Bilal N. ŞİMŞİR*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001

 Eskiler "Ermeni gailesi" diyorlardı. Gaile kelimesinin anlamı, dert, sıkıntı, keder, üzüntü, insanı uğraştıran ve sıkıntılı iş demektir. Bir bakıma "Baş ağrısı" da denilebilir. "Ermeni gailesi", vaktiyle atalarımızı çok meşgul etmişti. Osmanlı devletinde bu dert nasıl ortaya çıktı, nasıl yaratıldı? Kısaca hatırlayalım. (Burada, parantez içinde yollama yaptığımız belgeler, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri adlı kitabımızın birinci cildinden alınmıştır.)

Anadolu’da Türklerle Ermeniler yüzyıllardan beri bir arada, yan yana yaşıyorlardı. Yüzyıllar boyunca aralarında ciddî bir sürtüşme olmamıştı. Osmanlı tarihi, altı yüzyılı aşar ve Osmanlı devleti, kurulduğu günden beri topraklarında bir Ermeni azınlığı barındırmıştı. Ama Ermeni sorunu ancak XIX. yüzyılda ortaya çıkmıştır.

"Avrupa himayesi"

Rusya, Küçük Kaynarca Antlaşmasından (1774) sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan tebaasının "koruyucusu" rolü ne soyunmuştu. Özellikle Ortodokslar konusunda Osmanlı devletinin içişlerine karışıyor, İstanbul Hükümetine sürekli baskı yapıyordu. Rusya’nın bu politikası yüzünden 1853’te Osmanlı devletiyle Rusya arasında Kırım Savaşı patlak verdi. İngiltere ve Fransa da bu savaşta Osmanlı devletinin yanında yer aldılar. Kırım Savaşı sonunda, Şubat 1856’da Islahat Fermanı yayınlandı ve Padişah, tebaası arasında hiçbir Irk ve din ayrımı yapmayacağını ilân etti. Kırım Savaşı’na son veren 30 Mart 1856 tarihli Paris Barış Antlaşması’na Islahat Fermanıyla ilgili şu madde eklendi (Madde 9):

"Tebaasının refah ve mutluluğunu başlıca iş bilen Padişah, Irk ve din ayrımı gözetmeksizin, tebaasının durumunu düzeltmek için bir ferman vermekle, İmparatorluktaki Hıristiyan halk konusunda da yüksek ve c.mert düşüncelerini açıkladıkları gibi, bu yoldaki düşüncelerinin yeni bir delilini göstermiş olmak için bu Fermanı, kendiliğinden, antlaşmayı hazırlayan devletlere göndermeyi uygun bulmuşlardır...."

Bu madde, Rusya’nın Hıristiyan azınlıklar adına Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmasını önlemek amacıyla Paris Barış Antlaşması’na konmuştu. Hesapça Rusya artık Osmanlı’nın içişlerine karışamayacaktı. Osmanlı devlet adamlarının beklentisi buydu. Bu beklentiyi vurgulamak amacıyla aynı maddeye şu paragraf da eklenmişti:

"Antlaşmayı imzalayan devletler, bu fermanın yüksek değerini kabul ederler. Bu fermanın, Padişahın ne kendi tebaası ile olan ilişkilerine, ne de Osmanlı Devleti’nin iç yönetimine antlaşmayı imzalayan devletlere teker teker ya da toplu olarak karışmak için bir hak ve yetki veremeyeceği doğaldır."

Mademki Padişah hiçbir ayrım gözetmeden bütün tebaasının refah ve mutluluğunu düşünüyordu ve mademki bunu açıklayan bir de ferman vermişti, öyleyse yabancı bir devletin, Padişahın Hıristiyan tebaası adına Osmanlı içişlerine karışmasına sebep yoktu, olamayacaktı artık. Osmanlı yöneticileri öyle umuyorlardı.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Paris Antlaşmasını imzalayan Avrupa devletleri, özellikle İngiltere, tam bir iki yüzlülükle, bu antlaşmayı tam tersine yorumladılar. O güne kadar yalnız Rusya, Osmanlı Hıristiyanlarının koruyuculuğunu üstleniyordu, ondan sonra ise antlaşmayı imzalayan altı Avrupa devleti bu koruyuculuğu ortaklaşa üstlenmeğe başladılar. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord J. Russel, bu konuda şunları yazıyordu:

"1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda 1856 Paris Antlaşmasına kadar, Babıâli’nin (İstanbul Hükümet’inin) Rusya’ya karşı yükümlülükleri, Türkiye’nin iç yönetimini engelleye gelmişti... Kimi silahlı saldırılarla kimi de sözüm ona koruma yoluyla, Türk İmparatorluğunda yaşayan Hıristiyanlar, Osmanlı tebaası oldukları kadar Rus Çarının de tebaası durumuna getirilmişlerdi... Paris Antlaşması hükümleri, Osmanlı Hıristiyanları üzerindeki Rusya’nın tekelci koruyuculuğunu daha geniş kapsamlı bir yükümlülüğe dönüştürmüştür... Paris Antlaşması, Babıâli’nin Hıristiyan tebaası üzerinde bir tek devletin koruyuculuğu yerine beş devletin ortak koruyuculuğunu (collective protectorate) getirmeyi öngörmüştür." (Belge No. 14)

Kısacası, İngiliz Bakan, "80 yıldır yalnız Rusya Osmanlı Hıristiyanların koruyucusu rolündeydi. Şimdi biz de aynı role soyunuyoruz" diyordu. Bu görüşle, İngiltere ve öteki Avrupa büyük devletleri, Islahat Fermanı d.neminde (1856–1876) Osmanlı Hıristiyanları üzerine eğildiler. Hıristiyanlar lehine ağırlıklarını koydular. Yanız Rusya’nın değil, aynı zamanda İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya (Almanya) ve Sardunya (İtalya) da Osmanlı yönetimi üzerinde baskılara başladılar. Kimi zaman bunu tek başlarına, kimi zaman da birlikte yaptılar. Osmanlı Ermenilerinin artık bir değil, yarım düzine "koruyucusu" vardı. Avrupa devletleri Ermeni’nin arkasındaydı.

İç dengeler bozuldu

Islahat Fermanı d.neminde, Müslüman ve Hıristiyan Osmanlı tebaası arasındaki denge Hıristiyanlar lehine döndü. Ermeniler, Islahat Fermanı’ndan ve yabancı himayesinden yararlanmayı bildiler. İngiliz Konsolosluk raporlarından birkaç satır aktarayım:

İzmir’deki İngiliz Konsolosu Charles Blunt, 28 Temmuz 1860 günlük raporunda, "... Vilâyetin genel durumu, diyor, günden güne iyiye gitmektedir. Ancak bu iyileşme, genellikle Hıristiyanların yararına oluyor. Hıristiyanlar, Türklerin varını yoğunu satın alıyorlar. Elden çıkarı lan Türk topraklarının alıcıları her zaman ya Ermenilerdir, ya da Rumlar." (Belge No. 10/1)

İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave, 1968 yılında Londra’ya şunları rapor ediyor:

"Bugünkü durumda (1868’de), muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi Hıristiyanlar hazineye Küçük ve önemsiz bir asker lik bedeli ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsa bile, yine de Müslüman tebaanın zavallı omuzlarındaki muazzam yükün altında düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez". (Belge No. 23/1)

Konsolos Palgrave şöyle devam ediyor:

"Müslüman halk, sorumsuz merkezi İstanbul Hükümeti’nde kesinkes temsil edilmiyor. Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimsesi yoktur. Buna karşılık Hıristiyanlar, İmparatorluğun her tarafına yayılmış bütün yabancı konsolosluklara, kimi de İstanbul’daki Elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar. Hıristiyanların dertleri can kulağıyla dinleniyor. Üstelik hiçbir şikâyetleri olmadığı zaman da onlar adına hayali şikâyetler uyduruluyor.

"Bunun kahredici sonucu olarak da bütün mali baskılar ile yerel ve kişisel baskılar hep Müslümanlara yapılıyor, Hıristiyanlara değil. Çünkü Müslüman’ın feryadına kulak asan yok. Hıristiyan’ın ise bin tane sözcüsü ve avukatı var. Müslüman bir suç mu işlemiş. Hemen ve sert biçimde cezaya çarptırılır. Aynı suçu işleyen Hıristiyan ise şöyle böyle cezalandırılır ya da büsbütün bağışlanır. Çünkü işin içinde bir Hıristiyan olunca yabancı konsoloslar ve temsilciler ona kanat gererler ve adaletin eli kolu bağlanır...

"Bugün görülen odur ki, Osmanlı Hükümeti, Hıristiyan tebaa yararına Müslüman tebaasını ezmek gibi ağır bir itham altındadır. Ben, bu suçlamayı üzülerek doğrulamak durumundayım ..." (Belge No. 23/1)

Evet, kısaca durum buydu. Osmanlı Hıristiyanları, genellikle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Bir değil altı Avrupa devletinin ve Amerika’nın koruyucu kanadı altındaydılar. Tanzimat’tan beri Müslümanlar beş yıl mecburi askerlik yapıyorlardı ve savaş zamanında bu süre daha da uzuyordu. Hıristiyan tebaa ise askerlik yapmıyor, para yapıyordu. Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Palgrave bu konuda da şöyle diyor:

"Türkiye’deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namus ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, Rum ve Ermeni hemşerilerinden bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hıristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir. Zenginleşmeleri de spekülasyonlarla, apaçık hilelerle ya da tefecilikle olmuştur...

"Osmanlı devleti, kendi ağır yükünün tümünü yalnız Müslüman’ın omzuna yüklemiştir. Tek omuza yüklenmektir bu. Yük, Müslüman ve Hıristiyan tebaanın omuzlarına eşitçe bölüştürülmezse bu İmparatorluk sittin sene belini doğrultamaz." (No. 23/1)

Evet, kısaca durum buydu. Osmanlı Hıristiyanları genellikle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Askere gitmiyorlardı. Bundan da yararlanarak ticareti, Küçük zanaatları ele geçirmişlerdi. Islahat d.neminde tarımı da ele geçiriyorlardı. Türklerin tarlasını, bozulan çiftini çubuğunu satın alıyorlardı. Osmanlı Ermeni’si köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştu. Başkentte paşa oluyordu artık. Türk köylüsünün korkulu rüyası o mültezimlerin, o götürü vergi toplayanların çoğu Ermeniydi, Rumdu. Durmadan yakınan, sızlanan da yine onlarda, Padişahın Hıristiyan tebaasıydı. Anlaşmalar onlar içindi, yabancı konsoloslar onlara kulak veriyor, yabancı Elçiler onlara arka çıkıyordu. Osmanlı Ermeni’si, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmış ve şımartılmıştı.

Hoşnutsuzluklar körüklendi

Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Taylor, 19 Mart 1869 tarihli raporunda şunları yazıyor:

"Bu yörenin her köşesinde Ermeniler, Türk Hükümetinden acı acı yakınıyorlar. Aynı zamanda hiç sakınmadan Rusya’yı övüp göklere çıkarıyorlar... Ermenilerin bu tutumu kiliselerinin düşmanlık öğretilerinden ileri geliyor. Erzurum’daki varlıklı Ermeniler... Türk tebaası oldukları halde Rus pasaportu almışlardır... Gizli gizli yürütülen Rus pasaportu ticareti bu yörede pek yaygındır..." (Belge No. 25/1)

Boşuna dememiş atalarımız: "Hacı sandığımızın haçı koltuğundan çıktı." Padişahın "sadık tebaası" sanılan Osmanlı Ermeni’si meğer cebinde Rus pasaportu taşıyormuş. El altından yürütülen Rus pasaportu ticareti Doğu Anadolu’da almış yürümüş. Dışı Osmanlı, içi Rus bir yığın insan türemiş ve bu "Ruslar" her kasabamıza sızmış. İngiliz konsolosu Taylor’un anlattığına göre, Erzurum’daki Rus konsolosu Ermenilerin çarpık düşüncelerini sürekli körüklüyor ve onları etkiliyormuş. Ermenilere olsa olsa Rusya arka çıkabilirmiş. Bu düşünceye kendini kaptıran varlıklı Ermeniler, üçe beşe bakmadan, birer Rus pasaportu ediniyorlarmış. Ceplerine Rus pasaportu koyunca, artık kendilerini Rusya’nın kanadı altında ve güvencede sanıyorlarmış. İngiliz konsolosu şöyle devam ediyor:

"Bu gibi düşünceleri körüklemek, aynı zamanda var olan bazı sıkıntıları abartmak ve yoktan hayalî şikâyetler uydurmak, Rus Hükümetinin ve dolayısıyla Rus ajanlarının izlediği bir politikadır. Özellikle Rusya’ya komşu Doğu ülkelerinde hoşnutsuzlukları canlı tutmak Rusya’nın izlediği politikaya uygun düşmektedir". (No. 25/1)

İngiliz konsolosu bu satırları 1869 yılında Erzurum’dan yazıyordu. Anadolu’nun Doğu ucunda Ermeni hoşnutsuzluğu sürekli canlı tutulmak isteniyor, hatta hiç yoktan Ermeniler için hoşnutsuzluk nedenleri yaratılıyordu. Aradan beş altı yıl geçti geçmedi, Osmanlı İmparatorluğu’nun batı ucu, Rumeli kanadı karıştı. 1875’te Bosna-Hersek, arkasından Bulgar ayaklanmaları patlak verdi. Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Balkan Hıristiyanları Avrupa’da büyük sempati topladılar. Rus ve Avrupa gazetelerinin zembereği boşandı. Osmanlı yönetimi yerin dibine batırılıyor, ayaklanan Osmanlı Hıristiyanları ise alkışlanıyor, yüceltiliyordu.

Devlete sadık sanılan Osmanlı Ermenileri, Balkan Hıristiyanlarına özenmeğe başladılar. Filibe sancağında Bulgar ayaklanmasının patlak vermesinden beş ay sonra, Eylül 1876’da, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir H. Elliot, "Ermeniler arasında da hoşnutsuzluk hareketi var" diyordu. Bu hoşnutsuzluğun giderek önem kazanabileceğine parmak basıyordu. Büyükelçi, "Ermeniler arasındaki bu hoşnutsuzluk hareket ine Rus ajanlarının entrikalarının neden olduğunu" da belirtiyordu.

Silaha sarılan Balkan Hıristiyanları için Avrupa devletleri devreye girmişlerdi. 1876 yılı sonunda İstanbul’da önemli bir konferans toplanacaktı. Paris Antlaşması’nı imzalamış olan Avrupa devletleri konferansa geliyorlardı. "Tersane Konferansı" diye tarihe geçen bu konferansta Avrupa devletleri, Osmanlı tebaası Balkan Hıristiyanları için bağımsızlık veya siyasal özerklik isteyeceklerdi. Osmanlı Ermenilerin ise esamisi okunmuyordu? Silâha sarılmadıkları için mi?

İstanbul Ermeni Patriği Nerses dayanamadı. Tersane Konferansı arifesinde İngiliz Büyükelçisi’ne çıktı. "Cemaatim pek heyecanlıdır" dedi ve:

"Avrupa devletlerinin sempatisini kazanmak için ayaklanma çıkarmak gerekiyorsa (Ermeniler arasında da) böyle bir hareket yaratmak hiç de güç olmayacaktır" diye ekledi. (Ek Belge No. 2)

Türk-Rus Savaşı ve Ermeniler

1877-1878 Türk-Rus Savaşı, Türk milleti için pek büyük bir felâket, Osmanlı Ermenileri için ise bir fırsat oldu. Anadolu’nun kimi uzak yerlerinde Ermeni çeteleri, eli silah tutan Türklerin cephelere gitmiş olmalarını fırsat bildiler. Gün bu gündür deyip Türk-Müslüman köylerine saldırdılar. Örneğin Maraş’ın Zeytun yöresinde, Babek adlı bir Ermeni eşkıya, 200 kişilik çetesiyle komşu Türk köylerini ve Yörük oymaklarını vurup yağma etti, birçok cana kıydı.

Rusların Doğu Anadolu’ya girişleriyle o bölgenin Ermeni esnafına ve tüccarına gün doğdu. Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Trotter' in yazdıklarına göre, Doğu Anadolu Ermenileri Rus işgali sırasında pek kârlı iş yapmışlar, hele alkollü içki satışından bol para kazanmışlardı. Rus işgali sırasında Ermenilerin ticareti gözle görülür biçimde canlanmıştı. Trabzon-Erzurum yolu boyunca Ermeni dükkânları arı kovanı gibi çalışıyordu. Ermeni sokakları şenlenmişti, Ermenilerin işleri yolundaydı. Ermeniler, işgalci bazı Rusları evlerinde barındırıyorlar, Türk komşularına nispet yaparcasına kazançlarını gösterişle sergiliyorlardı.

Doğu Anadolu Ermenileri, işgalci Ruslarla iş yapmakla kalmadılar, Rus işgal kuvvetlerinin hizmetine de girdiler. İşgalci Rusların arasında Ermeni asıllı subaylar vardı. Kars’ta Korgeneral Lazareff, Erzurum’da Binbaşı Kamsaragan gibi. Bunlar, bazı yerli Ermenileri Ruslarla işbirliğine çektiler. Binbaşı Kamsaragan daha önce Erzurum’da Rusya konsolosu olarak bulunmuştu. Rus işgalinde Erzurum Polis Şefi oldu. Kendisi gibi bir Rusya Ermeni’si olan yardımcısı teğmen Nikolosoff ile birlikte, birçok yerli Ermeni’yi Rus polis hizmetine aldı. Ellerine biraz yetki ve silâh verilen bu işbirlikçi Erzurum Ermenileri, ilk iş olarak, Müslüman komşularına zulmettiler. Tıpkı İstiklal Savaşı sırasında, Fransız üniformaları giymiş silâhlı Ermenilerin Urfa, Maraş, Antep bölgesinde Müslümanlara yapmadıkları zulmü bırakmadıkları gibi. İstiklâl Savaşı’ndan kırk yıl önce, 1877-1878 yıllarında Erzurum ve Kars yöresindeki Ermeniler de Rus silahlarıyla benzer zulümler yapmışlardır. Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Trotter,

"Hiç kuşku yok ki, (1877-1878) Rus işgali sırasında yerel polis teşkilâtına alınan birçok Ermeni, fırsattan yararlanarak Müslümanlara eziyet etmişlerdir. Rus konsolos vekili de bunu doğruladı" diyor. (Belge No. 116)

Doğu Anadolu’da, Ermeni-Müslüman gerginliğinin kökünde işte bu yatar.

İstanbul Ermenilerine gelince, onlar, 1877-78 Türk-Savaşı başlayınca Osmanlı devletine bağlı göründüler. Patrik Nerses, Padişaha bağlı bir Osmanlı vatanseveri olduğunu birkaç kez açıkladı. Ama Savaşın gidişi tersine dönünce, özellikle Plevne’de Osman Paşa teslim olunca, İstanbul Ermeni Patrikhanesi yüz seksen derecelik bir dönüş yaptı. Patrikhane ve Ermeni aydınları, Osmanlı devletine sırt çevirip Ruslara yöneldiler. Ellerini Rusya’ya uzattılar ve işgalci Ruslarla gizli ilişkiler kurdular.

Ocak 1878’de, kılıç artığı on binlerce Rumeli Türk göçmeni, kar, buz, balçık, çamur içinde, bata çıka, Rus kuvvetleri önünde Trakya’da yol almaya, canlarını İstanbul’a, Anadolu’ya atmaya çalışıyorlardı. Bozguna uğramış olan Rumeli boşalıyor, perişan Türk kitleleri Avrupa’dan ön Asya’ya, Anadolu’ya dönüyorlardı.

Tam o günlerde, sırtlarında sırmalı Osmanlı üniformaları taşıyan Stefan Aslanyan Paşa ile Ohannes Nurian Efendi gizlice İstanbul’dan Edirne’ye gittiler. Orada Kevork Ruçukluyan adlı bir üçüncü Ermeni ile buluştular. Üçü birden, Ermeni Patrikhanesi’nin ve Ermeni meclisinin yetkili delegeleri olarak Rus Başkomutan vekili Granddük Nikola’nın huzuruna çıktılar. Osmanlı Ermeni cemaatinin Rus Çarına bağlılığını arz etiler ve Ruslardan lütuf dilediler.

Grandük’ün yanında bulunan Rusya’nın eski İstanbul Büyükelçisi General İgnatieff, Ermeni heyetine söz verdi. Hazırlanmakta olan Barış antlaşmasına Osmanlı Ermenileriyle ilgili özel bir madde konacağını bildirdi.

Berlin antlaşması, bir dönüm noktası oldu

Ruslar sözlerini tuttular. General İgnatieff’in Osmanlı Hariciye Nazırı Safvet Paşa’ ya dikte ettiği 3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasına Ermenilerle ilgili şu madde eklendi:

"Madde 16 - Ermenistan’da (Doğu Anadolu’da) Rus işgalinde bulunan ve Türkiye’ye geri verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda, iki devletin (Türkiye ve Rusya’nın) iyi ilişkilerine zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Babıâli (Osmanlı Hükümeti), Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde yerel durumun gerektirdiği iyileştirmeleri ve reformları zaman yitirmeden gerçekleştirmeyi ve Kürtler ile Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı üzerine alır."

Bu madde ile, Ermeni adı ilk defa bir uluslararası antlaşmaya girmiş oldu. Daha önce Osmanlı Hükümetinin imzaladığı hiçbir antlaşmada Ermeni adı yer almıyordu; ilk defa Ayastefanos Antlaşması’nda açıkça Ermenilerden söz edilmiştir. Artık Ermeniler, uluslararası politika gündemine getiriliyorlardı. Osmanlı Ermenileri tarihinde bu, bir dönüm noktasıydı. Ancak Ayastefanos Antlaşması yürürlüğe girmedi, onun yerini Berlin Antlaşması alacaktı.

Ayastefanos Antlaşması ile Rusya, işgal ettiği Osmanlı topraklarından Kars, Ardahan ve Batum’u alıyor, kendi topraklarına katıyordu. Erzurum’u ve diğer bazı yerleri ise boşaltacak, Türkiye’ye bırakacaktı. Buralarda Ruslarla işbirliği yapmış, Rus hizmetine girmiş ve yerli Müslümanlara zulmetmiş olan Ermeniler, Ruslar çekilince zulmettikleri insanların intikam almalarından korkmuşlardı. Onların bu kaygılarını gidermek için Ayastefanos Antlaşması’nda, "Kürtler ile Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğinin sağlanması" hükme bağlanmıştı. Ayrıca Rusya, "Ermeniler için reform" yapılmasını şart koşmuştu.

Ayastefanos Antlaşması İngiltere’yi telâşlandırdı. Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya katılması, Ermeniler üzerinde Rus nüfuzunun artması ve Rusya’nın Doğuda prestij kazanması, İngiltere’nin "hayati çıkarlarına" ters düştüğü değerlendirildi. İngiltere’nin Hindistan imparatorluğuna giden birinci yol Süveyş kanalından, ikinci yol Doğu Anadolu’dan geçiyordu. Doğu Anadolu, Asya’da İngiliz-Rus rekabetinin bir düğüm noktası olarak görülüyordu. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’ ye göre, Rusya’nın Kars, Ardahan ve Batum’u alması, geri kalan Doğu Anadolu halk kitleleri üzerinde öyle derin etkiler yaratacaktı ki, sonunda bu kitleler, özellikle Osmanlı Ermenileri Rusya’nın kucağına düşeceklerdi. Bunun sonucunda Osmanlı devletinin Doğu Anadolu toprakları bir defa daha parçalanıp Rusya tarafından yutulabilecekti. Lord Salisbury, "Majesteleri Hükümeti, Büyük Britanya’nın Doğudaki çıkarlarını derinden etkileyecek böyle bir durumu kabul edemez" diyordu. İngiltere, Ayastefanos Antlaşması’nı değiştirtmek için hemen harekete geçti.

4 Haziran 1878 günü İngiltere ile Osmanlı Hükümeti arasında ikili bir antlaşma imzalandı. "Kıbrıs Antlaşması" olarak da bilinen bu antlaşmaya göre, eğer Rusya, ilerde Osmanlı devletinin Asya topraklarından bir bölümünü ele geçirmeye kalkarsa, İngiltere, silahla Osmanlı devletinin yardımına koşacaktı. Bu olası yardıma karşılık Osmanlı Devleti, Kıbrıs adasının yönetimini İngiltere‘ye bırakıyordu.

Kıbrıs Antlaşmasına, belki Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılması kadar önemli şu cümle de konmuştu:

"Buna mukabil Zatı Padişahı dahi Anadolu kıtasında bulunan Hıristiyan ve sair tebaanın iyi idare edilmesi ve korunması hakkında devleteyn (İngiltere ve Osmanlı devleti) arasında sonradan kararlaştırılacak olan lüzumlu Islahatı yapacağını İngiltere devletine vaat eder."

Bu tek cümle, İngiltere’nin Ermeni işine el atmasının en önemli hukukî (veya ahd.) dayanağı oldu. Padişah, Ermenilerin "iyi yönetilmesi ve korunması" için "reform" yapmaya söz veriyordu. "Reform" kelimesinden İngiltere’nin ne kastettiği sonradan anlaşılacaktı. Pandoranın kutusu yavaş yavaş açılacaktı. Ne demiş atalarımız? Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu!

İngiltere’nin öncülüğüyle, Rusya ile Osmanlı devleti arasında imzalanmış olan Ayastefanos Antlaşması değiştirilecek, bu ikili antlaşmanın yerini çok taraflı yeni bir antlaşma imzalanacaktı. Bunun için Berlin’de bir kongre toplanmasına karar verildi. Berlin Kongresi arifesinde İstanbul Ermenileri ve Ermeni Patrikhanesi kolları sıvadılar. Artık özerklik istiyorlardı. Patrik Nerses, 13 Nisan 1878 günü İstanbul’daki İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’ye bir muhtıra yolladı ve şunları söyledi:

"Doğu sorunu (Şark meselesi), Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada yaşamalarıyla daha da zorlaşan, Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması sorundur. Bu bir arada yaşama (coexistence) artık imkânsızdır.

"Eşitliği ancak bir Hıristiyan yönetim uygulayabilir. Adaleti, ancak Hıristiyan yönetim sağlayabilir. Vicdan özgürlüğün. de yalnız Hıristiyan yönetim uygulayabilir. Şu halde, Hıristiyan kitlelerin yaşadığı her yerde, Müslüman yönetimin yerini Hıristiyan yönetim almalıdır. Ermenistan (Doğu Anadolu) ve Kilikya, Hıristiyan yönetimin kurulması gereken yerler arasındadır.

"Türkiye Ermenileri işte bunu istiyorlar. Yani, Türkiye Ermenistan’ında, Lübnan’da olduğu gibi, güvence altına alınmış bir Hıristiyan yönetim istiyorlar." (Belge No. 69/1)

Türkiye Ermenileri Patriği Nerses, Berlin Kongresi’ne de bir muhtıra gönderdi ve Ermeni isteklerinin desteklenmesi için üst üste yabancı elçilerin kapılarını çaldı. 30 Haziran 1878 günü İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Henry Layard’a çıktı. On gün sonra tekrar İngiliz Büyükelçisi’ni gördü ve Berlin Barış Antlaşması’na Ermenilerle ilgili özel bir madde konmasını tekrar rica etti. Böyle bir madde olursa, Ermenilerin ilerde buna dayanarak büyük devletlerin koruyuculuğunu isteyeceklerini belirtti. Layard, Patriğin bu isteklerini de Berlin’de bulunan Lord Salisbury’ ye iletti.

13 Temmuz 1878 günü imzalanan Berlin Barış Antlaşmasında Osmanlı Ermenileriyle ilgili şu özel madde yer aldı:

"Madde 61 - Babıâli (Osmanlı Hükümeti), Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı ve Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı taahhüt eder (yükümlenir). Bu hususta alınacak önlemleri (büyük) devletlere bildirecektir ve devletler de alınan önlemlerin uygulanmasını gözetleyeceklerdir."

Bu iki cümlelik madde, ilerde Osmanlı Devleti’nin başına büyük gaileler açacak ve Anadolu’nun toprak bütünlüğüne karşı ciddi bir tehdit oluşturacaktır. Önce Ayastefanos, ardından Berlin Antlaşmaları, Türk-Ermeni ilişkileri tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.

Anadolu’da "Ermeni Yurdu" kurma hayali

Berlin Antlaşması’ndan sonra Ermeniler Anadolu’da bir "Ermeni Yurdu" hayaline kapıldılar. "Ermeni Yurdu" kurmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda kendi aralarında ateşli tartışmalara başladılar. Bir bölüm Ermeni’ye göre, Berlin Antlaşması, onların beklentilerini boşa çıkarmıştı; sanki dağ bir fare Doğurmuştu. Diğer bir bölüm Ermeniler ise Berlin Antlaşması’nın Ermeni’lere bir "altın madeni bahşettiğini" söylüyor ve şimdi bu maden ocağını işleyip altını çıkarmak gerektiğini savunuyorlardı. Bunlar İngiltere yanlısıydı, ötekiler ise Rusya yanlısı olanlardı.

Rusya yanlısı Ermeniler, Balkan Hıristiyanları ile Osmanlı Ermenilerini karşılaştırıyorlardı. Özellikle Bulgarları örnek almak gerektiğini savunuyorlardı. Bulgarlar, Osmanlı yönetimine karşı silâha sarılıp ayaklandıkları ve Rusya’nın yanında Türklere karşı savaştıkları için Berlin antlaşmasıyla bir Bulgar Yurdu, muhtar bir Bulgar Prensliği kurulmuştu. Osmanlı Ermenileri de özerklik veya bağımsızlık için silaha sarılmalıydılar. Bu iş, yabancı devletlere dilekçeler, muhtıralar vermekle olmayacak, silahla olacaktı. Ermeniler o zamana kadar silaha sarılmadıkları için Berlin’den eli boş dönmüşlerdi. Ermeni isteklerini savunmak için Berlin’e gönderilmiş olan eski patrik Hrımyan bu görüşte olanlardan biriydi ve silahlı ayaklanmayı savunuyordu.

Hrımyan ile Birlikte Berlin’e gönderilmiş olan Nurias Çeras ise 1879 yılında yayınladığı bir broşürde Ermenilere şöyle sesleniyordu:

"Berlin Kongresi, Ayastefanos Antlaşması’nın 16. Maddesi yerine 61. Maddeyi koymakla kalmadı. İlerde kuracağımız ulusal binanın (Ermeni devletinin) temellerini de attı.

"Gerçi Avrupa bize özerklik vermedi, ama bize öyle bir madde bağışladı ki, bu bizi, erişmek için yanıp tutuştuğumuz amacımıza ulaştıracaktır.

"Babıâli, Ermenilerin yaşadığı yerlerde reformlar yapmaya söz verdi: Bu reformlar bir gün idari özerkliğe dönüşecektir... Reformlar gerçekleşmezse eyleme geçmek gerekir... Kürtler ve Çerkezler cezalandırılmadan kalırsa eyleme geçmek gerekir...

"Bir yandan Ermenistan’da, öte yandan da Avrupa’da çalışmak gerek.

"Berlin Kongresiyle bir altın madeni elde ettik. Bu maden ocağını çalıştırmak ve altını çıkarmak bize düşer." (Belge No. 309/1)

Evet, 1878 Berlin antlaşmasından sonra Osmanlı Ermenileri artık Balkan Hıristiyanlarına özeniyorlardı. Tuna vilâyetinde bir Bulgar Prensliği kurulduğu gibi, Anadolu’da da bir "Ermeni Yurdu" kurulabileceğini düşünüyorlardı. Bu, tarihsel bir yanılgıydı.

Anadolu’nun Balkanlara benzemediğini, burada asla bir Ermeni Yurdu kurulamayacağını Ermeni cemaatine açıkça anlatabilecek vizyon sahibi bir Ermeni lideri veya bir Ermeni Patriği çıkmadı.

İngiltere gözlerini Anadolu’ya çevirdi

İngiltere, 1878’de Kıbrıs adasını, 1882’de Mısır’ı ele geçirdi ve dikkat ini Anadolu’ya, özelikle Doğu Anadolu’ya çevirdi. İngiltere’nin yaklaşık yüzyıldır devam eden geleneksel Türkiye politikası artık değişiyordu. Bu politika, Rus İmparatorluğunun güneye doğru yayılmasına set çekmek için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü muhafaza etme temeline dayanmıştı. 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra İngiltere artık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü muhafaza ederek değil, Osmanlı toprakları üzerinde millî Devletler kurarak ve bunları İngiliz nüfuzu altına alarak da Rus yayılmasının önlenebileceğini düşünüyordu. Anadolu’da Ermeniler vardı, bu cemaat İngiliz yörüngesine çekilmeliydi. Bunu yapabilmek için İngiltere’nin hukukî dayanağı da vardı: Berlin Antlaşmasının 61. Maddesi ve "Ermeniler için reform" hükmü.

1879 yılında İngiltere, Anadolu’nun başlıca şehirlerine birer asker-konsolos atadı: Sivas’a Albay Wilson, Erzurum’a Binbaşı Trotter, Van’a Yüzbaşı Clayton, Kayseri’ye Yüzbaşı Cooper gönderildiler. Meslekten asker olan bu kimselerin konsolos olarak atanmaları, pek alışılmamış yeni bir uygulamaydı. Bu asker-konsolosların görevleri, ana çizgileriyle şöyle belirlenmişti:

"Anadolu ahalisinin çeşitli sınıfları üzerinde araştırmalar yapmak,

Yerel Türk yöneticilerine öğütler vermek,

Yerel Osmanlı makamları katında girişimlerde bulunmak,

Anadolu’da yapılacak reformların uygulanmasını gözetlemek ve

Bu uygulamanın hakkıyla yapılmasını sağlamak..." (Belge No. 209)

Sivas’a Başkonsolos olarak atanan Albay Wilson, bu görevlerle yetinmemiş, kendisini Orta Anadolu’da bir çeşit "özel Komiser" olarak görmüş, olağanüstü siyasal yetkilerle donatılmasını istemiştir. İstanbul’daki Büyükelçi Layard, bu istekleri zamansız bulmuştu ve "Majesteleri Konsoloslarına siyasal yetkiler tanınması için direteceğimiz zaman gelecektir" diyordu. (Belge No. 209)

İngiliz asker-konsolosların Anadolu’ya gel işleri, Osmanlı Ermenilerini şöyle bir dalgalandırdı. Militan Ermeniler, halkı kışkırtmak için bunu bir fırsat bildiler. İngiliz konsolosları sanki birer "kurtarıcı" gibi karşılandılar. Gelenler sanki Anadolu’yu yönetmeye geliyorlarmış gibi görüldüler ve gösterildiler. Kimi İngiliz konsolosların tutumları da Ermenileri kamçıladı. Bunlar gelir gelmez köy köy Anadolu’yu dolaşmaya başladılar. Van’daki Viskonsolos Yüzbaşı Clayton, 31 Temmuz 1879 günü Muş’a varışını şöyle rapor ediyordu:

"Muş’un dört saat uzağında bir Ermeni heyeti beni karşıladı. Piskopos’un evinde kalmam için beni resmen davet etti. Piskoposu Erzurum’da görmüş, davetini zaten kabul etmiştim. Muş’a 1 saat kala Piskopos’un yardımcısıyla ileri gelen Ermenilerden oluşan kalabalık bir kitle beni karşılamaya geldi. Kente yaklaşırken Muş Ermeni’lerinin yarıdan fazlası beni karşıladı. Çeşitli okulların çocukları, kilise ayin elbiseleriyle süslenerek sıra sıra dizilmişlerdi. Biraz ilerde de bir süvari albayı, birliğiyle bana eşlik etti. Hepsi beni piskoposun evine kadar götürdüler." (Belge No. 255/2)

Muş Ermenileri işi gücü bırakıp yollara dökülmüşlerdi. Yirmi, yirmi beş kilometre ötelere kadar heyetler salmışlardı. Lâyı vâlâ ile İngiliz konsolos muavinini karşılıyorlardı. Muş Ermeni Piskoposu Jean, kırık dökük bir Fransızca ile, ateşli bir karşılama nutku çekmiş, Muavin konsolosa, bir krala ya da prense seslenir gibi, "Majeste", "Altes" diye hitap etmişti. Olup bitenleri orada sessizce seyreden Osmanlı süvari albayının önünde, hiç sakınmadan İngiliz viskonsolosuna şöyle seslenmişti:

"Ekselâns,

Istırap dolu yürekle konuşuyorum. Bu halk, benim aracılığımla ve derin bir saygıyla gelişinizi selâmlayıp alkışlıyor. Gelişiniz bizim için bir gurur kaynağıdır.

Milletimiz, uzun zamandan beri korkunç kötülükler, baskılar ve felâketler altında boğulmaktadır. Altı yüzyıldan beri bu zorbanın boyunduruğu altında inliyoruz. Bu ülkede mutluluk yok; her tarafta hıçkırıklar, gözyaşları ve sefalet var...

Siz, Altes, bahtsızların koruyucusunuz.

Bu halk, içine gömülmüş olduğu mezar kasvetini ve sessizliğini artık görmeyecek. Siz, Majesteleri, bize özgürlük bahşedeceksiniz; her tarafa özgürlük yayacaksınız. Umudumuz sizsiniz.

Saygıdeğer Efendimiz, size tapan bu halkI seviniz ve onu sefaletten kurtarınız." (Belge No. 255/3)

Osmanlı Ermeni papazI, 1915 olaylarından 36 yıl önce, işte böyle konuşuyordu. "Altı yüzyıldan beri boyunduruk altında yaşadıklarını" söylüyordu. İngiliz’e "kurtar bizi" diye yalvarıyordu. Osmanlı devletinin güya "sadık tebaası" (tebaa-i sadıka) işte buydu. Ermeni gailesi veya Ermeni sorunu işte böyle filizlendi.

31 Temmuz 1879 günü, yortu giysileri içinde İngiliz muavin konsolosu karşılayan ve Ermeni papazının bu ateşli konuşmasını dinleyen kimi Ermeni çocukları, 10-15 yıl sonra silâhlı birer komitacı olup çıkacaklar ve bölgeyi kana bulayacaklardı. Dar kafalı Ermeni militanlar rüzgâr ekiyor, fırtına biçeceklerdi. Keskin sirke sonunda kabına da zarar verecekti.

"Ermeni reformu"nun amaçları

Evet, 1878 Berlin antlaşması, Anadolu’da, Ermenilerin yaşadığı bölgelerde "reform" yapılmasını öngörmüştü. Osmanlı Hükümeti reform yapmaya s.z vermişti. Antlaşmayı imzalayan Avrupa büyük devletleri bu reformları denetleyeceklerdi. Osmanlı Hükümeti de Avrupa devletlerine hesap verecekti. 1879 yılında Anadolu’ya atanan İngiliz asker-konsolosları da reformların nasıl yapıldığını yerinde görüp denetleyecekler, yerel Türk makamlarına "öğütler" verecekler ve reformların uygulanmasını sağlayacaklardı.

Peki, "reform" veya "Ermeni reformu" deyince İngilizler bundan ne anlıyorlardı? "Reform" ile ne amaç güdüyorlardı? Bu konuda İngilizlerin kafalarında neler vardı? İngiliz belgeleri bu soruları aydınlatıyor. Van’daki İngiliz Viskonsolosu Yüzbaşı Clayton, 29 Kasım 1879 günlü raporunda, reformlarla Doğu Anadolu’ya huzur ve refah geleceğini söylüyor ve özetle şunları yazıyor:

"Doğu Anadolu’da huzur ve refah sağlanınca dışarıdan buraya Ermeniler akın edeceklerdir. Nüfusları artan Ermeniler Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmaya çalışacaklardır. Ama böyle bir bağımsız Ermeni devleti, Rusya’nın güneye yayılmasına engel olabileceğinden, Ruslar bunu yaşatmazlar. Rusya, ya Ermenilerin sürekli huzursuzluk içinde kalmalarını ve bir gün Rusya’dan yardım isteyebilecek duruma düşmelerini yeğleyecek, ya da kurulacak Ermeni devletini yutmak için yollar arayacak, fırsat kollayacaktır. Yutmak iki biçimde olabilir: Ya yeni devlet içinde anarşi ve kargaşa yaratarak Ermenilerin Rus pençesine düşmesi yoluyla; ya da yeni devletle Rusya’nın dostluk ve ittifak kurması yoluyla olabilir. Her iki yolla da Rusya bu yeni Ermeni devletini yutabilirdi.

Buna fırsat vermemek için İngiltere, Doğu Anadolu’da yapılacak reformlara öyle bir yön vermeliydi ki, bağımsız Ermeni devleti ya hiç kurulmamalı, ya da kurulursa Rusya’ya yem olmayacak biçimde kurulmalıydı." (Belge No. 326/9)

İngiliz konsolosu, Rusların önünü kesmek için Anadolu üzerinde ya bir İngiliz protektorası, ya da Avrupa protektorası kurulması gerektiğini söylüyor, reformları da bu yöne doğru çekmek lâzım geldiğini savunuyordu. Ermeniler, İngiliz protektorası veya Avrupa protektorası altında serpilecek, güçlenecek ve siyasî bakımdan hazırlanacaklardı. Sonra dışardan Doğu Anadolu’ya Ermeni nüfusu getirilecekti. Böylece bölgede Ermeni nüfusu artacaktı. Ama ne kadar artarlarsa artsınlar Ermeniler yine azınlıkta kalacaklardır. Onun için ikinci adım olarak, Türk nüfusu Doğu Anadolu’dan peyderpey uzaklaştırılacaktı. Geriye Ermeniler, Kürtler ve Süryaniler kalacaktı. Süryanilerle Ermeniler, mezhep ayrılıkları bir kenara bırakılıp kaynaştırılacaktı. Kürtler ise "silah zoruyla hizaya getirilecekler", Ermenilerle birlikte yaşamaya zorlanacaklardı.

Bütün bunlar, "reformların uygulanması" kisvesi altında yapılacaktı. Zamanı gelip Osmanlı devleti çökünce de Ermenilere bağımsız bir devlet kurdurulacaktı. Ancak bu iğreti devlet kendi ayakları üzerinde duramayacağından, bunun üzerinde "güçlü bir İngiliz protektorası" kurulacaktı. Böylece Rus yayılmasına bir set çekilebilecekti. (Belge No. 326/9)

Bu program, asker-konsolos Emilius Clayton’un kendi kişisel düşünceleri değil, o zamanki İngiliz politikası doğrultusunda kaleme alınmış bir programdı. Bunun unsurları, Lord Salisbury’nin 8 Ağustos 1878 tarihli yörüngesinde de vardı. Yalnız Konsolos bunları biraz daha açıkça yazmıştı.

1879 yılında Ermenilerin çoğu, İngiliz konsoloslarını birer "kurtarıcı" olarak görmeye başlamışlardı. "Bulgarları Ruslar kurtardı, Ermenileri de İngilizler kurtaracak" deniyordu. İngiliz konsoloslarına verilen Ermeni dilekçelerinde şöyle satırlar görülüyordu: "S.r, siz bizim kurtarıcımız, şefimiz, babamızsınız. Siz, dayandığımız sağlam duvarsınız." Bir Türk atasözü, "Duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür" der. Ama Osmanlı Ermenileri bunu pek hatırlamıyorlardı. Onlar Doğu Anadolu’yu İngiliz protektorası gibi, kendilerini de İngiliz protektorası altında görmeye başlamışlardı. İngiliz Konsolosu Trotter , "Son savaştan (1877-78 Savaşından) beri Ermeniler hepten değişti. Onları eskiden tanıyanlar şimdi şaşırıp kalıyorlar. Ermenilerin genel eğilimi Hükümet otoritesine kafa tutma biçiminde görülüyor" diyordu. (Belge No. 42)

Anadolu, Balkanlaştırılmak istendi

Ermenilerin bir bölümü daha da aşırı gidiyor, sırtlarını Avrupa’ya dayayıp tekelden bir "Ermeni Yurdu" kurmayı amaçlıyordu. Bulgarları taklit etmek istiyorlardı. Rusya’da yetiştirilmiş Bulgar komitacıları, 1876 yılında, Rodopların kuzey eteğinde, Filibe sancağına bağlı dört köyde silahlı bir ayaklanma çıkarmışlardı. Ayaklanma çabucak bastırılmıştı ama bastırıldıktan sonra Avrupa’da büyük ses getirmişti. Ayaklanmadan etkilenen dört köyün toplam nüfusu 2000 kadar olduğu halde, Avrupa basını 100 bin Bulgar öldürüldü diye propaganda yapmıştı. Tozdan dumandan ferman okunmayan bu hava içinde Rusya, Osmanlı devletine savaş açmış ve savaş sonunda muhtar bir Bulgar Prensliği kurulmuştu. İngiliz Büyükelçisi Layard, Bulgarları taklit ederek Doğu Anadolu’da silahla bir "Ermeni yurdu" kurmayI amaçlayanlar konusunda Londra’nın dikkatini çekiyordu. 12 Haziran 1879 tarihli raporunda bu noktaya parmak basıyordu: "Babıâli, diyordu, yakında Anadolu’da Bulgar sorununa benzer bir Ermeni sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Bir Ermeni ulusu yaratabilmek için aynı entrikalar bu defa Anadolu’da çevriliyor. Hıristiyan yaygarasına ve Avrupa müdahalesine sebep olabilecek bir durum yaratılmak isteniyor." (Belge No. 210)

Berlin Antlaşmasını imzalayan devletler, Doğu Anadolu’da Ermeniler için reform yapılması için 1879’dan itibaren Osmanlı Hükümeti üzerindeki baskılarını yoğunlaştırdılar. Padişah İkinci Abdülhamit ve Babıâli, Anadolu’nun parçalanmasına varabilecek reformlar yapılmasına karşı direndi, ayak sürüdü. Bu konuda Avrupa devletleri ile Osmanlı devleti arasında başlayan diplomatik bilek güreşi yıllarca sürüp gitti. Bu d.nemde yabancılar, Doğu Anadolu’yu kasten "Ermenistan", "Türkiye Ermenistan’I" veya "Altı Ermeni Vilâyeti" diye göstermeye yöneldiler.

Ermeniler, Doğu Anadolu’da bir an önce bir "Ermeni Yurdu" kurulması için gittikçe sabırsızlanıyorlardı. En çok sabırsızlananlar da dışarıdaki Ermenilerdi. 1887’de "Hınçak" , 1890 yılında da Taşnak adlı Ermeni ihtilâl örgütleri kuruldu. Rusya kökenli Ermeniler tarafından kurulan, fakat Türkiye Ermenilerini hedef alan bu örgütler, günümüzdeki PKK ve Hizbullah örgütleri gibi Anadolu’yu kana buladılar. 1880 sonlarında başlayan kanlı Ermeni eylemleri, çeyrek yüzyıl boyunca devam etti. Taşnak ve Hınçak durmadan kan döktüler ve pek çok masum insanın canına kıydılar...

 ----------------------
* Tarihçi -
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001
            Tavsiye Et

   «  Geri
Yorumlar