| | | | | Ermeni Milli Kilisesinin Zaferi ve TrajedisiProf. Dr. Erich FEIGL* ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 2, Haziran-Temmuz-Ağustos 2001 | |
|
28 Eylül 2001’de gerçekleşecek olan Papa’nın Eçmiyazin ziyareti öncesinde, Ortodoks Ermeni, yani Gregoryen kilisesinin tarihini incelemekte, özellikle bu ziyaret sebebinin bir sözde jübilenin oluşturduğunu gözönünde bulundurursak, yarar vardır. Fama’ya göre 301 senesinde ‘dünyanın ilk Hıristiyan devleti’ kurulmuştur: Ermenistan. Bunun doğru olmadığını herkes bilmektedir. Christopher Walker bile, Hıristiyan devleti Ermenistan’ın kuruluş tarihini belirlemekte temkinli davranmakta ve karşı delillerin çok olduğunun bilincinde bulunduğu için şunu yazmaktadır: “Ermenistan’ın Hıristiyanlığa geçiş tarihi 301 diye belirlenmiştir ancak tahminler 286 ile 314 arasında değişiyor”. Böyle söylemekle a) hem gerçeği söylemekte b) hem de insanların hayal gücüne yeterince özgürlük tanımaktadır.
Bir adım daha ileri gidip Ermenistan’ın Konstantin’i sayılan üçüncü Tiridates’in, Roma İmparatorluğu tarafından tahta geri getirildiğini itiraf etmekte, böylelikle Ermenistan’ın, tüm tarihinde olduğu gibi, hiçbir zaman sorumluluk taşıyabilecek ve de kendi kararlarını alabilecek, bağımsız bir devlet olmadığını kabul etmiş olmaktadır. Özellikle bir günden diğerine ‘devlet dininin‘ değişimi gibi önemli bir hususta. Çok güçlü olan ve istediğini yaptırabilmek için Tiridates’den çok daha fazla olanaklara sahip olan İmparator Konstantin[1] bile bunu yapamamıştı. Ters anlamda ise Lenin ve Stalin de, hiçbir zaman bir günden diğerine ‘devşirilemeyen’ halkın kudreti karşısında iflas etmişlerdi. Eğer böyle olsaydı Ermenistan yedi yüzyıl boyunca ateist olmuş olurdu. Ancak bunun aksi oldu.
‘Hıristiyan’ Ermenistan’ın Kısa Tarihi
Kendi tarihini bu denli efsanevi ögelerle dokuyan başka bir halk herhalde yoktur. Ermeniler kendilerini Hayk ve efendiler diye adlandırıyorlar. Bu, Ermeni halkın, sözde Ağrı dağına inmiş olan Nuh peygamberin neslinden gelmeleri efsanesiyle başlıyor. Milliyetçi nitelikte olan bu efsaneye göre Haykların kökeni Nuh peygambere dayanıyor. Eğer efsane doğruysa o zaman aslında tüm insanların Nuh’un gemisinden geliyor olmaları gerektiğine dair kendilerine yöneltilen eleştirileri de reddetmiş oluyorlar. Ermenistan’ın, Türkiye’nin sınırları içersinde bulunan, Ağrı dağını gösteren devlet armasına yönelik olan eleştiriler de aynı kaderi paylaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti devlet armasının, Erivan’ın eski hali olan, minareli siluetini gösterdiği farz edilirse, bundan çıkacak gürültüyü düşünebilirsiniz.
Ermenistan, Eylül’de, 301. yıldönümünü, yani ‘dünyanın ilk Hıristiyan devleti’ efsanesini kutluyor. Özel konuk ise II. Papa Johannes Paul’den başka kimse değil!
Bu nasıl oluyor? Yoksa bu inatçı-milliyetçi Ermeni kilisesi Katolikliğe mi dönüyor? Tabii ki hayır. Onun için Papa’yı resmi olarak davet eden kişi Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ve davetiye, Roma - Katolik kilisesinin başına değil de Vatikan Devlet Başkanı Papa II Johannes Paul’e hitaben gönderilmiştir.
Başkan Koçaryan başlı başına bir hikayedir. Karabağ’ın komünistlerinden olan adı geçen, Karabağ’da Azerbeycan’ı ‘fethetme’ savaşı sırasında Savunma Bakanlığına kadar yükselmiş ve böylece Azeri hemşerilerinin topluca bölgeden sürülmesinde en büyük sorumluluğu üstlenmiştir. Katliamlar neticesinde onbinlerce Azeri ölmüş, yaklaşık bir milyon insan evinden barkından olarak, mallarını mülklerini kaybetmişler ve şimdi, savaş esnasında topraklarının dörtte birini yitiren Azerbaycan’da mülteci kamplarında sefil bir hayat sürmektedirler. Koçaryan tabii kendi vatandaşlarından da çekinmemektedir. Bu fanatik insanı Erivan’a getirip başbakan yapan kişi ise cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan’dır. Ancak Koçaryan bununla da yetinmemiş. 1998’de akıl hocası ve koruyucusunu tahttan indirerek kendisini, anlayışsız ve acımasız olan bir cumhurbaşkanı yapmıştır. Bu cumhurbaşkanı AGİT’in kararlarına uymayı ve Azeri mültecilerin kendi şehirlerine ve köylerine dönmelerini sağlamayı aklının ucundan bile geçirmemektedir. Abartısız olarak, şu an Lahey’de mahkemesi süren Sırp lideri Miloseviç’in Koçaryan ile kıyaslandığında çok daha insancıl olduğunu söyleyebiliriz. Papa, Vatikan siyasi lideri olarak olsa bile, Koçaryan’a çekinmeden elini nasıl uzatabilecektir? Bunun hesabını kendisine ve tanrıya vermesi gerekir.
Vatikan’ın istihbarat teşkilatı bu alanda en iyilerin içinde yer aldığından, Papa’nın Ermenistan’da kendisine gösterilecek olanların bir kısmına bile inanması mümkün değildir. Ayrıca Papa, ilk havari olan Pierre’in halefidir. Ama Ermeni kilisesinin, Gregoryen kilisesinin başındakiler bir efsanenin varisleridir. Kurucu ataları olarak Thaddaeus ve Bartholomaeus havarilerini görüyorlar. Ayrıca, onlara hiçbir dayanağı olmayan, aşağıda gösterdiğim tarihleri atfediyorlar.
35 – 38.3.43 St. Thaddaeus, 44 – 60 Dt. Bartholomaeus, 60 – 76 Zacharias, 77 – 81 St. Semnidas, 82 – 95 Adernesch, 96 – 126 Muscheg, 127 – 154 Schaben, 155 – 157 Schawarsch 176 – 193 Leontios, 193 – 219 ?, 230 – 260 St. Mehgussian, 261 – 300 ?
Daha sonra 301’den 325’e kadar aydınlatıcı Gregor gelmektedir (İlginçtir ki geleneksel tarih bile Gregor’dan öncesini bilmemektedir!). Oysa, bu aydınlatıcının tarihi varlığının yanısıra ikameti bile bellidir: Wagharschapat.[2]
Burada tartışılan soru Aydınlatıcı Aziz Gregor’un gerçekten 301 – 325 yılları arasında bir kilisenin başı olup olmadığı değildir. O tarihlerde ‘Ermeni kilisesi’ zaten sözkonusu olamazdı çünkü ‘milli kilise’ tabiri ilk ruhaniler genel meclisi döneminde henüz mevcut değildi. Hıristiyanlık, tüm iç çekişmelerine rağmen kendisini bir bütün olarak algılıyordu. Teolojik anlaşmazlıklara rağmen ‘milli kilise’ kavgası olmamıştı (O tarihlerde Bizans, İskenderiye, Antakya ve Roma patriklikleri arasında gerçekleşen kavgalar hiçbir zaman bir ırkın ya da bir ‘milletin’ öncülüğü hakkında değil, otorite ve güç üstüneydi).
Milli Kilise nedir? Tanımlama şudur: Katolik kilisesinden ayrı bir kilise. Ya millet, örneğin Meksika milli kilisesinde olduğu gibi, sadece dış yaşama mekanını oluşturmaktadır, ya da milli topluluk ile dini topluluk arasında bir fark olmamaktadır. Buna Ortodoks milli kiliseleri dahildir (Arnavut, Ermeni, Bulgar, Yunan, Romen, Kıbrıs - Rum vs.). Bunlar ya devlet tarafından ‘milli kilise’ olarak tanınmakta yahut, Anglikan ve Rus Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi, devlet tarafından kontrol edilmektedir. Bu bir partininin acımasız güç denemesi neticesinde ortaya çıkmış veya bir kraliyete bağlı olarak gerçekleşmiştir. Katolik kilisesinin milli kiliseleri kendi ilkeleri sebebiyle tanıması mümkün değildir çünkü İncil’in öğretileri doğrultusunda sadece bazı ırk ve sınıfın mensuplarını değil ‘tüm halklara’[3] hitap etmek ve herkesi vaftiz edebilmesi gerekmektedir. Bu nedenle Katolik Kilisesi dünya kilisesidir ve yine bu nedenle milli kilise terimi Hıristiyanlığın evrensellik ilkesine ters düşmektedir.
İlk ruhaniler meclisi kilisesi tamamiyle Roma imparatorlarının kiliseyi tek tip bir dogma içine sokma ve böylece sınırlar ötesi gücünü emniyete alma çabalarının sonucuydu ve Konstantinopolis’de ikamet etmeye başlamışlardı. Sekiz adet evrensel ruhani meclis (toplum için geçerli olan dogmalar oluşturma yetkisine sahip olan kilise toplantıları) vardır. İlk dördünün Ermeni milli kilisesinin (Gregoryen kilisesi) oluşum tarihi ile bağlantısı bulunmaktadır.
325 Nicaea (bugünki İznik): ‘318 atanın büyük ve kutsal sinot ruhani meclisi’. Ankara’lı piskopos Marcellus’un yönetimi altında, İsa’yı sadece tanrının bir kulu olarak algılayan Arius’a karşı gerçekleştirilen bir toplantıdır. Nicaea İnanç Bildirgesine göre İsa ‘gerçek tanrı’ olarak görülmektedir.
381 Konstantinopolis (İstanbul): Konstantinopolis piskoposu, doğudaki tüm piskoposların üstünde, ancak Roma piskoposların altında yer almaktadır. Bunun sonucu Nicaea – Konstantinopolis inanç bildirgesidir – bu bildirge, zaten var olan ve gelecekte ivme kazanacak olan ve ‘kutsal ruh tanrıdan mı geliyor ya da tanrıdan ve oğlundan mı?’ şeklinde özetlenebilecek bulunan, Roma – Konstantinopolis kavgasının ilk tohumlarını içermektedir
431 Ephesos (Efes): Burada ilk önemli kilise ayrımcılığı baş göstermiştir. Soru Meryem ananın tanrının annesi mi ya da tanrıyı doğuran kadın mı olmasıdır. Piskopos Nestorius’un müritleri ‘tanrı analığını’ inkar etmişler ve bu yüzden ayrılmışlardır. Daha sonra ‘Nestoryen kilisesi’ dünya tarihindeki en önemli Hıristiyan cemaatlerden biri olmuştur ve özellikle Asya’daki misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuştur. Moğol istilası bu kiliseyi neredeyse tamamiyle yok etmiştir.
451 Chalcedon (Kadıköy): Burada tartışılan soru İsa’nın ‘gerçek tanrı mı’ ‘gerçek insan mı’ ya da ‘aynı zamanda gerçek tanrı ve gerçek insan mı’ olup olmamasıdır. Ruhani meclis şu tabirde karar kılmıştır: “Hepimiz aynı oğulu öğretiyoruz. Bu oğul, biri tanrısal biri insancıl iki tabiyatı olan, iki tabiat içinde bulunan, değişmeyen ve karışık olmayan niteliklere sahiptir.”
Bu inanç bildirgesi monofizit inançlılara aykırıydı, çünkü onlar İsa’yı sadece tanrısal tabiatlı olarak algılıyorlar ve İsa’nın insani tabiatını inkar ediyorlardı.
Bir yüzyıl süresince Bizans imparatorları çaresizce bazı piskoposların kimi gizlice, kimi açıkca karşı koymalarının üstesinden gelmeye çalıştılar. Örneğin İskenderiye’de, bu tümüyle hıristiyanolog soru sebiyle açık bir ayaklanma yaşandı. Mısır kilisesi (Kopt kilisesi) ve onunla beraber Etyopya kilisesi monofizit olarak kaldılar. Teolojik sorunun yanısıra, Rum – Roma merkezinin çok uzağında bulunan vilayetlerin ayrımcılığı da sözkonusu idi.
Ermenistan’daki kilise, dış etkenlerden dolayı monofizit inanca dahil oldu. Bir taraftan, Chalcedon Ruhani Meclisi kararlarının kabul görmeyişiyle beraber (bu meclise, bir Pers vilayeti olan Ermenistan’dan tek bir temsilci bile katılmamıştır!) Roma’dan ve Konstantinopolis’den bağımsızlık olasılığı doğmuştu. Ermenistan’da özellikle Rumlar’dan nefret ediliyordu, çünkü Rumlar kendilerini dünyanın liderleri olarak görüyorlardı ve onlara göre kendilerini çok beğenmişlerdi. Ermenistan o tarihte kültürel bakımdan Suriye’nin etkisi altındaydı. Hem lituryada hem de litürjik dilde Asuri dili Rumca’ya (Yunanca) eşdeğer olarak kullanılıyordu. Suriye’lilerin Konstantinopolis’den ve Chalcedon Ruhani Mesclisinden kopmaları – ve o zaman tabiatıyla Roma’dan da kopmaları – aynı zamanda Ermeni hiyerarşisinden kopmak ve monofizit inancı kabullenmek demekti. Ancak Chaldeon Ruhani Meclisinin kararlarının kabul edilmemesinin başlıca sebebi Pers baskısıydı. I. Shah Hüsrev Ermeni tebaasının Chalcedon inanç bildirgesini (Symbolon) kabul etmesini yasakladı, çünkü Bizans’ı zayıflatmak istiyordu. Bu yasak Ermeni ruhanilerince severek uygulandı. Dwin’de (Sewan Göl’ün batısı) 506 yılında Katolikos Papken Otmsetzi (490 – 515) öncülüğü altında Ermeni piskoposların toplantısı monofizismi, aynı sebeplerden dolayı, ama özellikle Konstantinopolis’lilere duydukları sonsuz nefretten dolayı zaten kabullenmişti.
Günümüzde Rum ve Ermeni aşırıların her konuda Türkler’e karşı birlik ve beraberlik gösterdikleri, buna karşın Türkler’in her ikisine de daima dini özgürlük tanıdığı düşünüldüğünde, bu adeta bir mizahi nitelik taşımaktadır.
2001 yılı Gregoryen kilisesi için bir jübile değildir.
Bu jübile aracılığı ile Ermeni kilisesi dünya kamuoyunun dikkatini yanlış bilgilerle, Azerbaycan’a karşı yapılan fetih savaşından uzaklaştırmak istemektedir. Bu jübilenin yerine Azeri mültecileri anmak gerekir.
Az çok okumuş Ermeniler bile günümüzde, 301 senesinin ‘dünyanın ilk Hıristiyan devletinin, Ermenistan’ın kuruluşu’ olmadığını ve olamayacağını biliyor. Aynen Thaddaeus ve Bartholomaeus’un Ermeni milli kilisesinin kurucuları olmadıkları gibi bu da kurgulanmış bir efsanedir. Havarilerle ilgili hikaye gayet zararsız ve belki doğru da olabilir, ama 301 ‘kuruluş senesi’ söylemi tamamiyle milliyetçi bir efsanedir. Bu bağlamda Rumca mythos[4] (efsane) kelimesi rivayet ve masal olarak çevrilmelidir. Yeni Rumca da bu kelime yalan anlamına da geliyor. Peki yalan ne demek? Bilerek doğruyu söylememek demek! Ermeni ruhanilerin ve bu konuyla ilgilenen tarihçilerin hepsi bu ‘301’ tarihinin doğru olmadığını bilmektedir.
Yeni araştırmalar çok açıkça 301 senesinin ‘Apostolik’ ya da ‘Gregoryen’ kilisesinin kuruluş yılı olmadığını ortaya koyuyor. Aslında bu görmezlikten de gelinebilirdi: ‘Arap’ lakabını taşıyan İmparator Philippus (244-249), efsanevi bir kuruluş tarihinden yola çıkarak Roma İmapatorluğu’nun, bininci yıldönümü çok parlak bir şekilde kutladı. Aslında neredeyse tüm kronolojiler öyledir: Japonya’nın, Musevilik de ve tabii Hıristiyanlık da dahil olmak üzere hepsinin kronolojisi yanlış kuruluş yıllarına dayanır. Buna rağmen sözkonusu olan sahtekarlık değildir. ANNO DOMİNİ / İsa’nın doğum yılı) Dionysius Exiguus’un yaptığı bir hesaba göre belirlenmiştir, ama biz hiç rahatsızlık duymadan, İsa’nın doğum tarihini bilmediğimizi kabulleniyoruz ve buna rağmen tüm dünya ‘sene bir’ diye bir uzlaşmaya varıyor ve ikinci bin yıldönümü büyük kutlamalarla karşılanıyor.
Ermeniler’in 301 senesini, ilk Hıristiyan devletinin kuruluş senesi olarak belirlemelerinin sebebi ise tamamiyle farklıdır. Çünkü bu ‘ilk Hıristiyan devletine’ sahiplenmekten bazı haklar doğmakta ve komşu ülkeler de etki altına alınabilmektedir. Bu etki Kafkasya Alban’dan, 1915’deki içsavaşa kadar, oradan Gürcistan’ı fetih savaşına ve 1993’te Bakü’nün ve Batı Azerbaycan’ın istila edilmesine ve tüm bölge halkının sürülmesine kadar uzanmaktadır. Bütün bunlar sözde bir şehitlik efsanesinin ve sürekli tekrar eden ‘jübilelerin’ (bu sefer 1700 yıl) sis perdesi arkasında yapılmaktadır. Neticede bunlar, yabancı toprakların istilasını haklı çıkarmak için gerçekleştirilmektedir.
Herhalde Papa da bunun baş şahiti olacaktır!
Peki Gregoryen kilisesi gerçekten kaç yaşındadır?
Bu soruya doğru bir cevap verebilmek için önce Hıristiyanlaştırmak kelimesini açıklığa kavuşturmak gerekir. Lenin – Stalin terör yönetimin ve , ‘dünyadaki ilk ateist devlet olan, Arnavutluğun’ın kurucusu çılgın Enver Hoca’nın, halklarının inancını yok edemediği gibi, önceleri Hıristiyan olan herşeye fanatikçe karşı koyan vassal Kral Tiridates bile, halkını bir gecede değiştirememiştir. Aynı husus tabii 313 senesi Milano Tolerans Bildirgesi için de geçerli, bununla İmparator Konstantin Hıristiyan tebaasının dini özgürlüğüne göz yumuştur. Daha 324 yılında, 8 Kasım’da, Bizans’ın yeni başkenti Konstantinopolis kalesinin yerini tespit ettiğinde, Roma’nın başkent oluşunun 11 Mayıs 330 tarihindeki kutlamalarında olduğu gibi, törenlerde Hıristiyan rahiplerin yanısıra eski inançların temsilcileri de hazır bulunuyordu. Yeni dini, yani Hıristiyanlığı, zor kullanarak kabul ettirmek tamamiyle gerçek dışı olurdu...bunu daha sonraki hükümdarlar yapacaktı.
1999 Aralık ayında Avusturya Bilim Akademisi, ünlü bilim adamların katıldığı ve çok ilgi gören ‘Kafkasya’nın Hıristiyanlaştırılması’ konusunda uluslararası bir sempozyum düzenledi. Bu sempozyumda kullanılan bazı ifadeler dikkat çekiciydi. Bohos Levon Zekiyan (Venedik) şöyle dedi: Ermeni tecrübesini yeni ve farklı bir kilise örneği olarak ‘etnik kilise’ olarak, tanımlamak yanlış olmaz.’ (Bu bağlamda korkunç bir husus akla gelmektedir ‘etnik kiliseden etnik temizliğe sadece bir adım vardır’)
Zekiyan aynı zamanda İsa’nın ‘gidin ve tüm halkları havari yapın ve vaftiz edin’[5] emrini de ‘ethnos’un gerçeği’ olarak algılıyor. Vardığı sonuç: “Ermeni örneğini gözönünde bulundurmanın ‘Ethnos Teolojisini’[6] oluşturmakta yardımcı olacağıdır.” Bu dehşet verici bir mesaj, Batı Azerbaycan’ın istila edilmesiyle ve yerel halkın oradan sürülmesiyle, acı bir şekilde gerçekleşmiş görünüyor. Bu belki de Roma’daki Papa’ya, otoritesini Roma ve belki Polonya halkıyla sınırlamasına yönelik bir mesajdır.
Ancak bu çerçeve içersinde, Ermenistan’ın 301 senesinde mi ya da birkaç yıl önce ya da sonra mı kurulup kurulmadığı sorusu önem taşıyor; çünkü zaten 1700 yıl süren bir zaman, birkaç yıl daha az ya da daha çok fark etmemeksizin, yeterince heybetlidir.
Burada Ermenistan ve Ermeni kilisesinin tarihini bilen günümüz uzmanlarının tüm argumanlarını saymak mümkün değildir. Ancak, bir sempozyum[7] çerçevesinde bu konuyla ilgili kapsamlı bir analiz sunan genç tarihçi Zurab Vakhtangovich şüphesiz çok yararlı olmuştur. Gerçeği bulmaya yönelik olarak üstünde durulan tarih m.s. 298’dir. Günümüz bilim adamları, bu tarihte Ermeni Kralı Tiridat’ın, İmparator Diokletian’ın (büyük Hıristiyan, zulümcülerin sonuncusu) gözdesi olduğunu ve ülkesinin Sasaniler tarafından istilası süresince kaldığı Roma sürgününden geri döndüğü hususunda, görüş birliği halindedir. Tiridat’ın vasallı olduğu Roma İmparatoru, Hıristiyanlığı yok etmeye yönelik son darbesini 303-304 yılları arasında gerçekleştirdiği için, 301 senesinin Hıristiyan Ermeni devletinin kuruluş yılı olması mümkün değildir. İmparatorun bu bağlamda verdiği dört emrin başında Hıristiyanlara devlette iş verilmemesi geliyordu – ve de emir tabii ki Tiridat için de geçerlidir. Tiridat Diokletian’ın diğer emirlerini de yerine getirmekte gecikmedi. Diğer emirler, Hıristiyanlık’tan resmen vazgeçmesine ve Roma tanrılarına kurban verilmesine dairdir. Tiridat’ın Hıristiyan aleyhtarı politikasının en ünlü kurbanı, Ermenistan’ın ‘asıl’ havarisi ‘Aydınlatıcı Aziz Gregor’dur’. Kral onu 14 sene hapiste tutmuştur.
Gregor’un serbest bırakılması, Milano Bildirgesinin yılı olan 313 senesinde gerçekleşmiştir. Nasıl Konstantin’in toleransı, Hıristiyanlığın devlet dini olarak kabul edilmesi anlamına gelmiyor ve sadece bu dinin ibadetine izin veriliyorsa, aynen 301 senesi de Hıristiyan Ermenistan’ın kuruluşu olarak algılanamaz. Bunun ötesinde böyle bir haberin, Roma İmparatorluğun’un en doğusunda yer alan Ermenistan’a ulaşması çok zaman alırdı. Ayrıca aydınlatıcı Gregor’un dinsiz düşmanı Tiridates’i bir anda vaftiz etmiş olması da mümkün değildir. Zira Hıristiyan dini kurallarını, kateşizmi öğrenmek çok vakit alır. Bu bağlamda, Pers Zerdüşt müritlerin, Perslerin yeni efendilerine karşı koydukları unutulmamalıdır.
314 senesinde Ermeni elitlerinin bir kısmı Hıristiyanlığa geçmiş olmalı, ondan sonra planlı bir şekilde, yeni dinin temel dogmalarını bilen bir ruhani sınıf oluşturulmuştur ve bu Suriye kilisesinin etkisi altında gerçekleşmiştir. Chalcedon Ruhani Meclisinden sonra Ermeniler merkez kiliseden ayrılıp milli bir kilise kurmuşlardır.
Şunu defalarca tekrarlamakta yarar vardır: Ermenistan’ın Hıristiyanlığın kabulu ile ilgili yıl 301 ya da 315 mi olduğu, kolay bir tartışma değildir. Ermeni kilisesi eski ve saygın bir cemaattir ve bu kilise, Ermeni milliyetçilerin yayılmacı politikalarına ve terörizme boyun eğmemiş olmasaydı, bugün daha farklı bir yerde olabilirdi. Sis şehrinin o zamanki Katolikos’u ile bir karşılaşmayı hatırlıyorum: kendisi 60 yaşlarındaydı ve televizyon belgeselim için verdiği demeç, Türk olan herşeye karşı büyük bir nefret ile doluydu. Ermeniler’in Osmanlı döneminde, yani neredeyse 1000 yıl süresince Osmanlı’nın en zengin ve en etkin milleti olduğunu, dilini, kültürünü ve dinini sadece muhafaza etmekle kalmayıp geliştirebildiğini görmezden geliyordu. Onun yerine I. Dünya Savaşı’nda ölen 2,5 milyon Ermeni’den bahsediyordu. O tarihte tüm dünyadaki Ermeni nüfusunun bir milyonu geçmediğini ve Ermenistan’ın 1918’de Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’yle savaştığını bir saniye bile düşünmüyordu.
2001 yılı ‘jübilesi’ni incelerken bunlardan bahsetmek istedik. Papa’nın Eylül 2001’de Ermenistan’a yapacağı ziyareti, Erivan’ın milliyetçi emelleri için kullanacağını ve Azerbaycan trajedisini ve mültecilerini ve darmadağınık köylerini ve şehirlerini unutturmak için elinden geleni yapacağını söylemek için insanın kahin olması gerekmiyor.
Peki bu bağlamda Lenin’in meşhur ‘işe yarar akılsız efsanesini’ hatırlatmak haksız ve kaba mı olur?
Kafkasya Albanlar’ın ve Ermenistan’ın kilisesi
Alan Çalışması I
Dünya gezgini ve tarihçi, Amasya’lı Strabon’un günlerinde (M.Ö 63), Kafkasya Albanları hakkında sadece olumlu şeyler yazmıştır. Strabon’un yorumcusu olan Alman Eduard Eichwald kitabında Albanların (Şirvan’ın Türk Tatar halklarının) - güneş ve aya (bugün Türkler’in bayraklarında ayı kullandıkları gibi) taptıklarını belirtiyor. Albanlar yaşa/ yaşlıya karşı saygılıydılar ancak ölülerle ilgilenmeyi doğru bulmuyorlardı..
Hollandalı Sappern Alban’ı şöyle tarif ediyor:[8] Ülkenin havası çok sağlıklı... Kur nehri ülkeyi verimli kılıyor... üzüm bağları çok iyi. Alban’lar cesur ve kavgacı insanlar... çoğu hayvancılıkla uğraşıyor ve savaş istemiyorlar. Türk Sultanı Mehmet onlara karşı savaştı ama bir şey elde edemedi. Ülke şu an Zagatay Hanın yönetimi altında. Halkı Hıristiyan ve Gürcüler gibi Rum usulü yaşıyor.’
Bu son söylediği özellikle önemlidir çünkü 17.yüzyılda bile Albanlar’ın monofizit Ermeniler’e karşı koymakta olduğunu gösterimektedir.
Bu, Hıristiyanlığın muhtemelen aynı tarihte Alban’a ve komşusu olan Ermenistan’a yayılmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu zamanlar henüz Chalcedon Ruhani Meclis ile monofizism arasında teolojik anlaşmazlıklar sözkonusu değildi.
Bu bağlamda, Ermeniler’in tarihini yazmaya ancak altıncı yüzyılda başladıkları hatırlatılmalıdır. Bu davranışla (tarih yazma) yurtsever Ermeniler mazda inancında olan Perslerden gelen tehlikeye, haklı olarak tepkilerini gösterdiler. Bu tehlikelere, Araplar ve Bizanslılar gibi başka tehlikeler de eklendi
Bir halk kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyorsa bu meşrudur ancak başkalarının hayatını, özellikle komşularının hayatını tehlikeye atmamak kaydıyla. Eğer bugün, bir zamanlar gelişmekte olan bir cemaat olan Alban kilisesi ile ilgili çok az şey biliniyorsa, bunun nedeni Gregoryenler’ın Alban kilisesini kendi kiliselerinin bir dalı olarak yansıtmak için ellerinden geleni yapmalarıdır. Bu bağlamda Azeri bilim adamları Erivan’ın çok önemli belgeleri gizli tuttuğunu ortaya koymuşlardır.
St. Petersburg kanlı fetih savaşlarıyla Kafkasya’ya sahip olmuştur. Bunun neticesinde İran’dan çok sayıda Ermeni bölgeye göç edip Kafkasya yerlisini yurtlarından çıkartmıştır. Ruslar’ın Şii İran ve Sünni Osmanlı ile kendi aralarında Hıristiyan bir tampon bölgeye ihtiyaçları vardı. Bu politika döneminde Alban piskoposluğu ortadan kaldırıldı ve Eçmiyazin yönetimi altına alındı. O tarihte, çok değerli Alban belgelerinin bir kısmı yok edildi, bir kısmı da yukarıda belirtildiği gibi Ermenistan’da gizli tutuluyor. Şu günlerde Azerbaycan, Ermenistan’ın yayılmacı politikaları karşısında, gücü yettiğince Alban kilisesi tarihini araştırıp bu trajediyi günyüzüne çıkarmaya çalışıyor.[9]
Sivas Mehitarı,Gregoryenler’ın Katolik Ermenilere karşı uyguladıkları kıyım savaşı,Ve onların Venedik’te ve Viyana’da hayatta kalabilmeleri.
Alan araştırması II
Ermeni devletinin sözde kuruluşu olan 301 senesi ile Mehitarist tarikatının kuruluşu olan 1701’in yıldönümlerinin tesadüfen aynı zamana denk düşmesinin sembolik anlamı büyüktür. Yani Papa Eçmiyazin’e gitmeye hazırlanırken, bu şehir sadece dini inançlara değil aynı zamanda Ermeni şovenizme de evsahipliği yapmaktadır, Mehitaristler’in jübilesi ise unutulmaktadır ve bu, onların ifadesine göre, daha yüksek bir şeye hizmet etmek için, kendi isteklerinin sonucudur. Tabii ki Roma Kilisesi Sivas’lı Mehitar’ın önemine müdriktir ve 301 senesinin Gregoryen kilisesinin kuruluş yılı olmadığını da bilmektedir. Ama Vatikan’ın günümüzdeki politikası farklı bir yönde ilerlemektedir.
Oysa ‘tanrı hizmetçisi Mehitar (kutsanmak üzere olan adayların resmi tanımlaması budur) milliyetçi Ermeni tarihçiler tarafından da itibar görmektedir. Çünkü Sivaslı Mehitar’a ‘yeni Ermeni dilini’ borçlular. Ermenice, Mehitar’dan önce yüzyıllar boyunca, tamamiyle anlaşılmaz Farsca, Türkçe, Rusça ve başka dillerin karışımı haline gelmişti, Osmanlıca’nın da bir reforma gereksinimi olmuş olmasına rağmen, hiçbir zaman Osmanlıca’nın düzeyine erişememişti. Sivaslı Mehitar’ın etkinliği yüzünden ve Venedik’li ve Viyana’lı Mehitar müritlerinin yardımıyla, günümüzde dünya çapında geçerli olan ‘yeni Ermenice’ oluşmuştur.
Christopher Walker bile Sivaslı Mehitar’ın yaptıklarını inkar etmiyor. Şöyle yazıyor: ‘Mehitar Avrupa ile Ermenistan arasında köprü rolünü üstlendi, yazılı eserlerinde batının metodlarını kullandı, Batı’nın ve uzakta kalıp dağılmış olan bir doğu toplumunun sorunlarına eğilmesini sağladı. Onun çalışmaları neticesinde Ermeni halkına güven geldi ve daha bağımsız hareket etmeye başladılar’. Bunları söylerken hocası Louise Nalbandian’dan[10] alıntı yaptığını öğreniyoruz.
Bu iki yazar, Ermeni kimliğinin atası olan Sivaslı Mehitar’ın, Gregoryen milli kilisesinin en ünlü kurbanlarından biri olduğunu ve onun acımasızca takip edildiğini ve Katolikliği tercih eden Ermeniler’in sürüldüğünü ve hatta öldürüldüğünü görmezden geliyorlar. Aynen Roma’nın da bunları görmezden geldiği gibi (en azından görünürde öyle) ve aynı bugünkü ruhaniler meclisi üyelerin de yaptığı gibi. Yeni yayınlarının birisinde şöyle deniyor[11] : ‘1703 senesinde Mehitar baskı gördüğü için İstanbul’dan kaçıyor ve o tarihte Venedikli olan, Morea’daki Methone’ye, öğrencilerine katılıyor. Bu sözlerle okurlara empoze edilmek istenilen husus şudur: İstanbul, yani Osmanlı yönetimi aslında ona baskı uyguluyordu. Bu doğru değildir, Mehitar’ın sadece ve sadece Gregoryen dindaşları tarafından baskı altına alındığı belirtilmemektedir.
Gerçekte, Ermeni rahibi ve öğreticisi Sivas’lı Mehitar inancının kurbanıdır. Ona zulüm edenler ise Gregoryen hiyerarşisinin mensuplarıdır. Manuk – Diakon olarak ona sonradan Mehitar ismi verilmişti – 7 Şubat 1676’de dindar ve zamanın orta tabakasına mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Henüz beş yaşındayken, eğitilmek üzere bir rahibe verildi. On yaşındayken de okul eğitimini bitirdi. Olağanüstü yetenekli bir çocuk olduğu için bu bir sürpriz değildir. Ondört yaşında bir manastıra girdi ve ondokuz yaşında rahip oldu. Aslında bu, interneti ve uçağı olmayan bir devirde pek şaşırtıcı değildir. Aynı yıllarda yaşamış olan I. İmparator Leopold tahta çıktığında onaltı yaşındaydı ve Wolfgang Amadeus Mozart çocuk yaştayken şaheserler yaratıyordu.
Mehitar’ın zamanında, Gregoryen Ermeni kilisesinde en üst rütbe olan ‘Katolikos’ ünvanına sahip üç kişi ve iki de patrik vardı (İstanbul ve Kudüs). Ama İstanbul’daki patrik çok fanatik olmasıyla ön plana çıkıyordu. Ancak bu fanatizmi dine yönelik değil, mal ve mülke yönelikti. Zenginliği tebaasından elde ettiklerinden oluşuyordu. Aynen Rum Ortodoks meslekdaşı gibi, İstanbul Ermeni patriği bir kral gibi hükümdarlığını sürdürüyordu ve tek görevinin milletinin Halife Sultan’a karşı sadık kalmasını sağlamak olduğunu düşünüyordu, onun dışında da istediği herşeyi yapabiliyordu. Dinle ya da inançla bütün bunların hiçbir ilgisi yoktur.
Gregoryen kilisesinin yaptığı yanlışlarının zirveye ulaşması ise Sivas’lı Mehitar dönemine isabet etmektedir. Ermeni Katolikler’in trajedisi II. Fatih Sultan Mehmet döneminde başlamıştı, ancak Sultan’ın bunlarla hiçbir ilgisi yoktu. II. Mehmet Bursa’nın Ermeni piskoposu Joachim’i (o da özgürce dinini uygulayabiliyordu) Patrikliğe yükseltip, Rum - Ortodoks patriği ile aynı düzeye getirmişti. Bu tarihten itibaren, Katolik düşmanı olan patrikler Katolik Ermenilerin, padişahın gücünü hissetmelerini sağlamışlardı çünkü Katolik Ermeniler Roma’nın ajanları olarak takdim edilip başdüşman haline getirilmişlerdi. Örneğin bu Ermeni Ortodoks Patriği kutsanma metnine şu cümleyi eklettirmişti: Ermeni milleti mensubu olan, ama kiliseleri ve manastırları olmayıp bir yerden diğerine dolaşan ve gerçek Ermeniler’i kötü yola düşürmeye çalışan kişiler, patriğin de izini ve desteğiyle tutuklanıp yargılanmalı... Buna göre gerçek Ermeniler diğerlerin konumunda ve onların Katolik olmalarından dolayı rahatsız edilmemeli, Patriğin izni ile birlikte onlara karşı önlemler alınmalıdır.’[12]
Viyana’lı Mechitaristlerin bir yazısında[13] şöyle deniliyor: “Katolik düşmanı Gregoryen patrikler, Katolik Ermeniler Osmanlı yönetimini, itaatsiz, isyankar ve hain olarak şikayet etmekten geri kalmadılar. Bunu yapmakla Katolik Ermeniler’in baskı görmelerine, tutuklanmalarına ve öldürülmelerine sebep oldular....”
18. yüzyılın başında Patrik Avetik döneminde bu olaylar zirveye ulaştı. Katolik Ermeni Patriği Komitas Kömürciyan 5 Kasım 1707’de iki Katolik Ermeni’yle birlikte ‘şehit oldu’.[14]
1778’de, Katolik Ermeniler Gregoryenler tarafından yeniden baskı altına alındılar. Bununla ilgili olarak, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu maslahatgüzarının Prens Wenzel von Kaunitz’e ilettiği çok ayrıntılı raporlar mevcuttur. Bu raporlarda şöyle denmektedir: “Patriğin ve onun vicdansız akıl hocalarının öfkesi zirveye ulaşmıştır. Katolik Ermeniler’in Gregoryenler tarafından baskı altına alınması, Batılı güçlerin müdahalesiyle bir dereceye kadar kontrol edilebilmiştir.[15]”
Bu durumda asıl çelişkili olan ise Katolik Ermeniler’in Osmanlı Devletine karşı sonuna kadar sadık kalmaları ve Ermeni fanatiklerine onay veren aşırı milliyetçi Gregoryenlerle hiç ilgileri olmamalarıdır.
1819’da Gregoryanlar tarafından Katolik Ermeniler’e karşı yeni bir terör dalgası başlatıldı. Bu olayların başlangıcını, iftiralar sonucunda Ermeni Katolik Düzaohlu ailesinin iki mensubunun kafaları kesilerek idam edilmesi oluşturdu. Bu iki kişi ‘bey’ sıfatına sahiptiler ve darphanenin yöneticileriydiler. İki aile ferdi de asılarak idam edildi, diğerleri ise sürüldü. Patrik Paul, işine gelen bu durumu kullandı ve Katolik Ermeni rahiplerin baskı altında tutulmasını sağladı.
Bütün bunların ne denli ters olduğu şundan anlaşılmaktadır: Katolik Ermeniler’e en büyük baskıyı yapan Tiflis piskoposu ve daha sonra Eçmiyazin Katolikos’u olan Nerses Vartabed’dir. Bağımsız bir gözlemci olan Avusturya Macaristan İmparatorluğundan Freiherr von Ottenfels, Metternich’e 18 Ocak 1828’de yazdığı bir raporda şöyle diyor: Yüksek Ermeni Patrikliği’nin merkezi olan Eçmiyazin’i ve İran-Ermenistan’ının bir kısmını da istilasına neden olan Rus askeri zaferleri sonucunda, barış için ön koşul olarak Ermenistan prensliğinin kurulmasını ve bu prensliğin tüm yetkilerinin, atamalarının ve bağımlığının Rus sarayı tarafından kontrol edilmesini, aynı Eflak ve Moldova’da olduğu gibi, istemiştir.
Babıali, Eçmiyazin’in Ruslar tarafından alınmasından tedirgin olup, genel havanın ne olduğunu anlamak ve bilgi edinmek için Ermeni kilisesinin ileri gelenlerini, patriği ve en zengin tüccarlardan bazılarını çağırtmıştı. Ermeni Patriği sadece kendisini kilisenin başı olarak kabul edenler için kefil olabileceğini, ama Roma’daki Papa’ya bağımlı olan ve Avrupalılar ile irtibat halinde olan Katolik Ermeniler için bunu yapamayacağını söyledi.[16]
Bu saçma sözlerden sonraki gelişmeler Katolik Ermeniler için trajik oldu. Avusturya- Macaristan temsilciliği baş-tercümanı olan Huszar Prensi, Gregoryen Ermeni Patriğinin entrikaları ile ilgili raporuna şu sözlerle son veriyordu: ‘Dini bir baskı sözkonusudur’.
Bütün bunlar, Nerses Vartabed’in (Eçmiyazin Katolikos’u 1843-1857) 5000 Ermeni çetecisinin ve Ruslar’ın yardımıyla düzenlediği, doğudaki Osmanlı toprakları istilası sırasında gerçekleşti. İstila sırasında neredeyse bölgedeki tüm Türk halkı yerinden yurdundan edildi (Eçmiyazin’de o tarihe kadar, aynen Karabağ, Nahçıvan ve Zangezur’da olduğu gibi, çok küçük bir Ermeni topluluğu yaşıyordu).
Ama daha da kötüsü olacaktı. Gregoryen Patriği Katolik Ermeniler’in hepsini başkentten sürmek için, bir ferman buyurulmasını sağladı. Bu ferman ile, Patriğe istenmeyen kişileri ihbar edip, İstanbul dışına sürebilme hakkı verildi. Viyana Mechitarlar’ından P. Vahan İnglisian bu hareketi ‘mistifikasyonun en büyük başarısı’ olarak adlandırıyor.[17]
Bu fermana göre, ‘taşralılar’ 12 gün içerisinde başkenti terk etmek zorundaydılar. Peki taşralılar kimdi? Bu uygulama sadece, İç Anadolu’dan, Ankara civarından gelen ve aynen diğer insanlar gibi kendi mesleklerini başkentte icra eden Katolik Ermeniler’ine yönelikti. İstisnalar sadece, yazılı olarak ‘eski hatalarını tekrarlamayacaklarını’ bildirenler için uygulanıyordu. Gregoryan Patriği aynı zamanda ‘ona itaat etmek istemeyenleri ihbar edebilmek için’ rahiplerin ve yardımcılarının isimlerini istedi.[18] Bu uygulama toplam 12.000 Katolik Ermeni’yi kapsamına alıyordu, bunların içinde yirmibeş rahip ve bir de piskopos vardı. Bu insanlar ülkenin ücra köşelerine sürülürken tüm mal ve mülklerini de kaybediyorlardı. Birkaç şahsın dışında, hepsinin, inançlarını inkar etmektense ‘şehit’ olmayı tercih ettiklerini söylemeleri Gregoryen Patriğini şaşkına çevirmişti.[19]
Sadece bununla kalınmadı. Osmanlı Hükümeti onu görev yetkilerini aştığı için azletti. Yerine geçen Başpiskopos Garabed, Katolik Ermeniler’i takip etmekle ilgili olarak bir öncekine eşdeğerdi. İstanbul’da kalmaya hak kazanan bir Ermeni Katolik rahibi vardı o da Viyana Mechitarist papazı Antonio Tany olup, Avustuya Büyükelçiliği’ne dini hizmet veriyordu.
Viyanalı başpiskopos Aristaces Astaria’nın hizmetlerinden ötürü 1830 senesinde Ermeni Katolik Patrikliği bağımsız olabilmiş ve böylelikle Katolikler’e Gregoryenler’le aynı hakların tanınması sağlanmıştır. Tabii ki, merkez Katolik kilisesi insanları ırk ve kökene göre ayırmadığından, Ermeni Katolik kilisesi Ermeni olmayan Katolikler’e de açıktı. Bu özgür uygulamayı ilk başlatanlar unutulmamalıdır: Onların başında Avusturya’lı Metternich-Winneburg Prensi Clemens Wenzel yer almaktadır, kendisi bu konuya yönelik tüm belgeleri ve emirleri ya yazmış ya da düzeltmiştir. Onun yanında Oryantalist Ignaz Ritter von Brenner-Felsach bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nde, Avusturya Macaristan temsilcisi Franz Xaver von Ottenfels-Gschwindt ve çok yetenekli bir tercüman olan, Valentin Freiherr von Huszar bu işi olumlu olarak neticelendirmişlerdir. Bunların neticesinde Babıali, Gregoryen entrikalarından doğan hasarları gücü yettiğince telafi etmeye çalışmıştır.
6 Temmuz 1830’da rahip Anton Nurigian, Roma’ya bağlı Ermeni Birleşik Başpiskoposu olarak kutsanmıştır.
Tarihin seyri, Osmanlı Devleti’nin bu kararını – yani Katolik Ermeni cemaatin tanımasını - haklı çıkardı. Katolik Ermeniler hiçbir zaman, desteğini Daşnak ve Hınçak çevrelerinden alan teröristler ile milliyetçi hareketlere ve Gregoryan entrikalarına katılmadılar. Bunlar zamanla Ortodoks Ermeniler’in kilise hiyerarşisine de sızdılar ve baskı uyguladılar.
Katolik Ermeni Primas Harun olayı, terör gruplarının entrikaları için klasik bir örnek teşkil etmektedir. O dindar bir ‘Roma’lıydı’ ve küçük Ermeni cemaati içindeki Gregoryenler’ın entrikalarına son vermek için elinden geleni yapıyordu. Vatikan Ruhani Meclisinde Papa’nın ahlâki ve dini sorularla ilgili yanılmazlığı tartışılırken, o dogmacıların yanında yer alıyordu. 1811 İstanbul doğumlu Anton Hassun, Roma’dan döndüğünde nefret ve alayla karşılandı. Uzun süredir bu konuda hazırlıklı bulunan ruhani meclis onun yerine Piskoposluğa Kuprelian’ı getirdi ve bu olay yine, Katolik Ermeni cemaati içinde kanlı çatışmalara ve sonra da Babıali tarafından sürgünler yapılmasına yol açtı. Anton Hassun ancak 1877 senesinde geri dönebildi. Ondan sonra gelen Kupelian pişman olup Papa’nın emri altına girdi ve Padişah Anton Hassus’un tekrar Ermeni Katolik milletinin başına getirilmesini kabul etti. Papa Leo XIII yılmayan Hassus’u daha sonra Kardinal bile yapmıştı. Bu, birleşik Ermeniler’in, ulaşmaları çok zor olan büyük bir şerefti.
Katolik birleşik Ermeniler, ne Ruslar’ın entrikalarına, ne terörist Ermeni partilerine, ne de Protestan misyonerlerine karıştılar. Bunların hepsi Osmanlı Devleti’nin, Ermeni ayaklanmalarının başındakileri tutuklamalarında ve Doğu Anadolu’daki Ermeni halkını tehcir etmesinde, yani 1915 trajedisinde suç ortağıdır.
Ermeni Katolikler’in durumu geçen on yıllarda sürekli değişti. 19. yy’da Roma’nın “büyük politikasına”, tüm milli kiliselerin başına Roma ile birleşik olan bir patrik atamak dahildi. Böylece İskenderiye’nin Kopt (monofizit) Patriği kendisini bir anda bir Kopt Katolik bir patriğinin yanında görüyordu. Roma tarafından atanan bu patriğin amacı ise misyonerlikle yapıp Koptların Katolik yapmaktı. Benzeri Şam’da Melkit kilisesine oldu. Aynı durum Addis Abeba’daki Kopt - Ortodoks patriği için de geçerlidir ve Rusya’daki Ukrayna birleşik kilisesi ve Chaldaer’ler, Malabarlar ve Maronitler ve daha niceleri içinde aynı uygulama yapıldı. Bu politikanın, tüm risklerine rağmen, bugünkü yatıştırma politikasından daha mı iyi olduğunu gelecek gösterecektir.
Papa’nın Eçmiyazin ziyareti sırasında tüm dikkatin neden Katolik Ermeniler üzerinde toplanacağını açıklamak için, Roma’nın Gregoryenler’la bütünleşme arzusunu kısaca tahlil etmemiz gerekmektedir.
Zamanla monofizit olan Ermeni Kilisesi ile ilk ‘birlik’ (ki bu hiçbir zaman gerçek bir birlik değildi) 1145’de zayıf bir denemeden sonra 1198 ve daha sonra da 1341’de gerçekleşti ve bu düzen yerine oturmadan 1375’e kadar sürdü. Floransa Ruhani Meclisi dönemindeki birlik denemesi de aynı şekilde sonuçlandı. Bölücü bir Ermeni grup Floransa’ya temsilci göndermişti ve bu temsilcilerle de kiliselerin birliği tartışılmıştı.
Ermeniler hiçbir zaman kendilerini, tüm coğrafi ve tarihi gerçeklikleri itibariyle öyle olmalarına rağmen, bir ‘doğu kilisesi’ olarak görmüyorlardı. Ancak Haçlı seferleri sebebiyle Kilikya’da Roma kilisesi ile temaslarda bulunmuşlardı. Teolojik ve dini hizmet için değil de, Rumlar’a karşı olan nefretlerinden hareketle bağlanabilecekleri bir yer arıyorlardı. Bizans ve Trabzon devletlerinin öngörülebilen sonu Osmanlı ile kendi aralarındaki iki doğal ‘tamponu’ ortadan kaldırmaktaydı. Bu, bazı şartlar altında olsa da, batıyla ittifak kurmak için yeterli bir sebepti. Müzakereler sonucunda kabul edilen DECRETUM PRO ARMENIENS, yazıldığı kağıda bile değmeyen bir belgeydi. 30 Eylül 1444 ve 7 Auğustos 1445 toplantılarında karara bağlanan, monofizitlerle ve Nestorianlarla birlik, Papa’ya manevi zaferden başka hiçbir şey getirmemişti.’[20] Geriye bakıldığında o bile değil. Bu, aslında, korkulan bir durumun kötüye kullanılmasından başka bir şey değildi. Ancak Osmanlının hoşgörülü politikası sayesinde korkulan durum gerçekleşmedi.
Papa’nın Eylül 2001’de hac için Ermenistan’a gitmesinin de aynı kaderi paylaşacığını, yani anlamsız ve gereksiz olacağını söylemek için insanın kahin olması gerekmiyor. Bu tespit tabii ki sadece Roma için geçerlidir. Ancak Eçmiyazin ve Erivan için, Karabağ’ın ve Azerbaycan’ın dörtte birinin işgalinin devamlılığı için ve yaklaşık bir milyon insanın sürülmüş olmasını haklı çıkartmak için, bu olaydan Erivan’ın hesabına ‘evrensel’ bir şekilde istifade edecektir.
Milli Kiliseden Sivil Dine Giden Yolun Mantığı ve Milliyetçilikten Vahşete
1848 ihtilalinden sonra, zamanın işaretlerini hassas bir sismograf gibi hisseden Avusturyalı şair Franz Grillparzer kahin gibi şu sözlerle iz bıraktı: ‘Yeni eğitimin yolu insancıllıktan milliyetçiliğe ve sonra vahşetten geçiyor.’ Günümüze dek en korkunç vahşeti, Hitler’in nasyonal sosyalizmi ile, Lenin ve Stalin’in uluslararası sosyalizmi altında yaşadık; Enver Hoca, Kim İl Sung ve Pol Pot’un marksizmlerinin yanlış uygulamalarından hiç söz bile etmiyoruz.
Tüm bu sözde dini akımlar din kuralları kitaplarına sahiptiler – Hitler’in ‘Kavgam’ından’ tutun Karl Marx’ın ‘Kapital’i’ ve Mao’nun ‘Kızıl Kitap’ına’ kadar. Bu inançlara, yedek dinlerin azizleri olan Engels, Rosa Luxemburg ve tanrılaştırılmış Kim il Sung dahildir. Bu denli uç noktalardaki milliyetçi deformasyonlar fikir dünyasında (buna fikir dünyası denilebilirse) ve bazı gerçek dini cemaatlerde de vardır. Buna, tanrılarına çok sayıda insan kurban eden Aztekler’in hezeyanları da dahildir. Zaman zaman Japon Şintoizmi ve Rus – Ortodoksluğunda da bu gibi öğelere rastlanır.
Gregoryen monofizit kilisesinin ise bu senaryoda özel bir yeri vardır.
Ermeni Monofizismin başlangıcında ne dini ne de teolojik inançlar vardı. Chalecedon Konsili (451, Kadıköy) sırasında monofizismin yanlış inanç olarak ilan edildiğinde Ermeniler’in tek bir temsilcileri dahi yoktu, dolayısıyla tüm kilise ile Ermeniler’in arasında teolojik bir tartışma ve hiçbir dini inanç olamadı. Tüm bunlar, güç, para ve etkinlik hakkındaydı, başka bir şey değil.
Sonuçta Ermeniler’in monofizismi kabul etmeleri, ülkenin o zamanki efendilerin baskısı sebebiyle gerçekleşmiştir. Persler için Hıristiyanlar’ın, tek tabiat mı iki tabiat mı tartışmasının hiç mi hiç önemi yoktu. Onların tek amacı Hıristiyanlığı mümkün olduğu kadar bölmek ve Bizans’ı zayıflatmaktı. Bu da, Nestoryenler’ın ve Gregoryenler’ın merkezden ayrılmasıyla gerçekleşti. Ermeniler’in Rum – Roma yönetiminde olan merkez kiliseden ayrılmaları Ermenistan’ın efendileri olan Persler’in işine geliyordu. Yani Gregoryen kilisesinin beşiğinde, Pers ve Ermeni gayretlerinin karışımından doğan bir milliyetçilik vardır.
19. yüzyılda Ermeni milletinin içindeki değişik siyasi ve dini grupların uğursuz yarışı başladığında (Daşnak ve Hınçaklar) ve proto-komünist bölücü ve anarşistler, Osmanlı Ermenileri’ni kazanmaya çalışmaya ve bu uğurda ölmeye başladıklarında, bir zamanlar Persler için olduğu gibi, Gregoryen kilisesi de güç kaybetmemek için bu oyuna dahil oldu.
Denebilir ki bunu yaparken kendi insafsızlıklarının kurbanı oldular.
Ermeni Kilisesi Ruslar’ın, Amerikan Protestanlar’ın, İngilizler’in ve diğer güçlerin oyunlarına dahil olmakla, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan trajik olaylara suç ortağı oldu. Bu trajik olaylar, Gregoryen ve o tarihte daha güçlü olan Rus – Ortodoks kiliselerinin çatışmaları neticesinde bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir.
Bir ölüm kalım savaşının ortasında, o ana kadar en büyük ayrıcalıklara sahip olan vatandaşlarının düşmanın yanında yer alacağını nasıl bilebilir ki. ‘Boğazdaki hasta adamın’[21] işinin bitmiş olduğunu düşünmüş olmalılar. Ancak ‘hasta adam’ gayet güçlü birisi olarak, Rum ve Ermeni istilalarından sonra,’phonix (anka) kuşu gibi ateşler içinden’ yeniden doğdu.
Ama herşey bittikten sonra, aklı başında olan Ermeniler, Müslümanlar’ın ve Ermeniler’in trajedisinde kendilerinden başka kimsenin sorumlu olmadığını anladıklarında, Ermeni diasporası içinde yeni bir güç oluştu; teröristlerin örümcek ağı. Onlar da başka devletlere, özellikle Rusya’ya hizmet ediyorlardı. Ama Rum diasporası ve Atina da bu oyuna dahildiler.
Sonuç ise korkunçtu. Gregoryen kilisesinin temelinde, olanları hoşnutlukla izleyen Amerikan Ermeni Protestanlar’ın da yardımıyla ve günümüz tarihçilerin ‘zihinsel’ malzemesiyle, yeni bir oluşum ortaya çıktı ‘Sivil din’.[22]
Bazı olayları bağlamından çıkartıp ‘negatif bir absolutum haline getirmek’.
Bundan, kısa bir süre sonra ‘yeni bir mitoloji oluşuyor: hatıraları keskinleştiren değil, flulaştıran, hatıra ve anıt yerleri, ritueller ve göstermelik iman, estetikleştirme ve patetitsm doğuyor.’
Ama diğer tarafta Ermeni aşırılar var ve onları - ne yazık ki – destekleyen yardımcıları ve göz yuman kilisenin tarih yalanı. Bu yalana Ermeniler giderek daha çok inandılar ve Gregoryen kilisesi bu süreci, doğru olmadığını bildiği halde destekledi.
Bir milyon Azeri mülteci, ‘Hıristiyan’ Ermeniler tarafından topraklarından sürüldüğü için acı çekerken, Papa’nın Eçmiyazin ziyaretinde de yine aynı şekilde bu olgu kendisini gösterecektir.
Bernhard Shaw bir zamanlar, “eğer bir insan bir yalanı kendi kendisine sürekli tekrar ederse yalancı kendisi bile olsa bunun doğruluğuna inanır” demişti. Bu gerçek ve hayal arasındaki ince bir çizgidir.
Bu bağlamda ‘sivil dinden’ ‘devlet dinine’ giden yol analitik olarak anlaşılabilir.
Bu yolu yakında izleyeceğiz, İncil’den Ermeniler’in sözde İncil’ine giden yol da ispat edilebilecektir.
[1] Armenia, The Survival of a Nation, s. 24 sonraki dipnotlara da bak
[2] Sıralama Bertold Spuler’in ‘Die morgenlaendischen Kirchen’ kitabındaki listeye göre yapılmıştır, Köln, E.J. Brill, 1964
[3] Matthaeusevangelium, 28, 18
[4] mnqos - kelime, hikaye uydurma...
[5] Mt 28, 19
[6] Yazar tarafından bloke edilmiştir
[7] Ethnic and Cultural Heritage of Caucasian Albania, Bakü, Mayıs 2001. Bu konuyla ilgilenen okurlara konuşmanın metni, bu makalenin yazarı tarafından gönderilebilir.
[8] ‘Beschreibung des Königreiches Persien’ G. Sappern, Nürnberg 1681, Jı-ohann Hoffmann’da yayımlandı. Bu durumda da yazar, özel ilgisi olan okuyuculara, kitapta Alban ile ilgili tüm bölümü göndermeye hazır
[9] Bu bağlamda tekrar, çok önemli bilgiler içeren Mayıs 2001 Bakü’deki, Farida Mamedova başkanlığı altında yapılan sempozyuma dikkat çekmek isterim. Kendisi olağanüstü bir tarihçidir. Yine özel ilgisi olan şahıslara bu kongrenin bilimsel neticelerini gönderebilirim.
[10] L. N. Armenian Revolutionary Movement, pp.32-4.
[11] The Mekhitarist Contributions to Armenian Culture and Scholarship, Kevork Bardakhian, Middle Eastern Department, Harvard College Library, 1976.
[12] Memorandum, orij. St. K. Türkiye VI, 28, devamı 6 b-HHStA.
[13] Viyana’da 150 yıldır Mechitaristler, 1811-1961, Viyana 1961.
[14] Komitas Khömürdian’ın kutsanması 23 Nisan 1929’da gerçekleşti.
[15] Fransız Büyükelçisinin bu konuyla ilgili orijinal mektubunun ekleri Orig. Konz. St. K. Türkiye 1778, Emirler, Fr. 36-HHStA.
[16] Orijinal belge St. K. Turcica 1828 ad. No.205 D çevirmenin bu konuyla ilgili raporuyla birlikte, 8 Ocak 1828 Haus-Hof und Staatsarchiv (Avusturya Devlet Arşivi).
[17] Viyana’da 150 sene Mechitaristler 1811-1961, Viyana 1961.
[18] Ottenfels’in raporu, no 209 G 15.02 tarihli, St. K. Turcica 1828, 91a/92b-HHStA.
[19] Ottenfels, 15.02 tarihli rapor 209 G, St. K. Turcica 1828, fol. 181-HHSt.A
[20] Karl Stürmer, Konsiller ve Evrensel Kilise Toplantıları.
[21] Bu terim (kime ait olduğu belli değil), Karlowitz ve Küçük Kaynarca (1878) anlaşmalarından sonra üçüncü adım olan Berlin Kongresinden sonra, Batının gözünde çöken Osmanlı Devleti’ni tarif ediyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı esnasında ve daha sonra Atatürk altındaki Kurtuluş Savaşı’nda, tüm dünya askerlerinin cesareti karşısında şaşkın kaldı.
[22] Benim bildiğim kadarıyla bu çok uygun olan terim yazar Konrad Paul Liessmann’ın eseri. Kendisi bu terimi 24 Temmuz 2001 ‘Der Standart’ gazetesinde kullandı. Buradaki alıntı da aynı makaledendir.
| | | ---------------------- * Tarihçi - - ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 2, Haziran-Temmuz-Ağustos 2001 | | | | « Geri | | | |
| | | | |